Ayrı düşenin zamanı
“Veda etmek biraz da ölmektir.” Yaşarken içinden geçilen küçük ölümler vedanın anlamını öğretir.
05.05.2022
Hayatın en zorlayan deneyimlerinden biri ayrılık. Giden de olsan, kalan da olsan böyle bu. Çünkü ölümü çağrıştıran bir yanı var ayrılığın. Fransızca’dan dünyaya armağan bir deyişle “Veda etmek biraz da ölmektir.” Yaşarken içinden geçilen bu küçük ölümler vedanın anlamını öğretir.
Bakmayın birinden ayrılmak en zoru gibi gelse de asıl katlanılmaz olan kendi zihnimizden, kalbimizden ayrı düşmemiz. Bazen öyle bir şeylere maruz bırakılırız ki, varlığımız isyan eder. İsyanımızda parçalanırız. Böyle akla ziyan zamanlarda hafıza kısa devre yapar. Yaşatılanın açtığı yarıkla benlikten kopan parçalar, küçük adacıklar hâlinde uzay boşluğunda salınmaya başlar. En tanıdık yabancının anılarıdır artık eski yaşanmışlıklar, sahiplenemezsin. Sana dair anlatılan hikâyeleri hayretle dinlersin.
Ayak altından hukuk zemininin çekildiği bir coğrafyada, aklından ayrı düşmen sıkça rastlanan bir vaka maalesef. Bunun en son örneğine ilk ikisi beraatle sonuçlandıktan sonra adına buralara has bir akıl almazlıkla Üçüncü Gezi Davası denen yargılamada Osman Kavala’nın ağırlaştırılmış müebbete ve Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi’nin 18’er yıl hapis cezasına çarptırılması ile tanıklık ettik. Sırf davanın bu karar duruşması için Almanya’dan Türkiye’ye dönen Çiğdem Mater “kaçma şüphesi” var diye tutuklanırken, ömrünün dört buçuk yılı çalınmışken zarafetinden zerre taviz vermeyen Osman Kavala’ya nedense üzerine takım geçiren katillerden esirgenmeyen “iyi hal indirimi” uygulanmazken.
Soruşturma boyunca tek bir delil tartışmasının yapılmadığı, sivil toplum faaliyetlerinin suç olarak sunulduğu, hakimleri sürekli değişen davada, daha önce AKP Samsun Milletvekili Aday Adayı olan üye hakim Murat Bircan’ın davadan çekilmesi talebi “davayı uzatmaya yönelik olduğu” gerekçesiyle reddedilmişken hukuksuzluktan bahsetmenin kendisi dahi sanıklara hakaret sayılır. Böyle bir eşik burası. Casusluk ve darbeye teşebbüs arası birinden berat ettiğinde öbüründen mahkûm edilen Kavala’nın o ciğerde hissedilen deyimiyle “yargı kullanılarak yapılan bir suikast eylemi.” O yüzden Mücella Yapıcı “Mesleğimi sadece ilkeler doğrultusunda kullandım. Yaşamımdan onur duyuyorum. Aynı onuru benim yaşıma geldiğinizde sizin de yaşamanızı diliyorum. Hüküm sizindir” dedi ya. Protestolar sırasında öldürülen gençlerin hakkı için açılmayan davaları, onca haksızlığı, zulmü çekiyoruz halen tespih tanesi niyetine. Sabretmek değil yaşatılanı sürekli yenilemek için kendi kendine.
Veda muhasebesi
Sadece aklından, kalbinden ayrılır gibi hissettiğin zamanlar değil, her tür veda hesaplaşma dayatır. Tuhaf ama tam da bir şeyden, birinden, bir yerden ayrılırken bir hak teslimi de yapmış olursun. Nasıl bağlanmış olduğunu itiraf eder, yoksunluğunu sırtlarsın. Şimdi parçalarını toplayacaksın. Bunun için de asıl terk edilmek hissinin kendisinden ayrılman gerekecek.
Yan yanayken ayrı düşmenin, birbirinin uzağında kalmanın acısıyla hiçbir şey kolay kolay boy ölçüşemez. Toptan bir yanlışlık hissi kaplar insanın içini. Haydar Ergülen’in “Ayrılıklar Gazeli”nde dediği gibi:
uzaklık ayırmıyormuş bildim, ayrı ayrı uzaklara düşenler
meğer en yakınına gelirlermiş birbirlerinin
aşk, diyorlar, şiir için bazen aşırı bir sebeptir
sebebim yok, ayrılığı övsün bari şu kötü gazelim
insan önce ayrılığa yetişir, belki sonra bulurmuş
birbirini, ne acı! Acı bile kalmamış sende
seninle aşka değil, zalim, ayrılığa kavuşabilseydik keşke!
İnsan böyle zamanlarda kendiyle konuşur. Dört duvar şahit olur, günbatımı, ille de dolunay ve rüzgâr. Deniz uzaklara taşımaya taliptir kederi. Yeter ki sen itiraf et kendine içini ezen bir şeylerin varlığını. Çünkü ayrılık çoğu zaman çaresizliktir. Kendini dayatan karardır. Geriye Edip Cansever’in “Saate Bakmak”ındaki mişli geçmiş zaman kalır:
Varsın her şey sonraya kalsın
Sonraya, en sonraya
Sözgelimi iki bin altı yüz kırk bir mil.
Bir papatya ne kadar uzağı görebilirse
O kadar yakın kalplerimiz birbirine
Ölü bir denizi bile bir tartışmaya çevirdik
Kayaları taş devrine göre ölçtük biçtik
Kalemlerimizi kesilmiş çiçek sapları gibi attık
Kapıları açarken birbirimize ağladık.
(Ne kadar da çok severmişiz birbirimizi
Sahi ne kadar da çok severmişiz
Yıllarca, yüzyıllarca öpüştük
Sigaralar tuttuk, içkilerin en iyisini sunduk
İstersen bu gece burada kal, dedik
Sağlığımızı sorduk, bir sürü ilaç adları saydık
Sık sık görüşelim, olmaz mı dedik
İyi bildiğimiz ne varsa yaptık, ayrıldık
Ortada
Her zamanki gibi bir karanfil kaldı.)
Birlikte geçirilen güzel zamanlar, artık masal gibi hatırlandığında zamanı hoyratça tüketmeye başladığını fark edersin. Sevgi artık sadece kaybı üzerinden adı konan eski bir duraktır. Bir vakit dem bu dem anlar sonsuzluğa uzardı. Paylaşmanın büyüsü vardı havada. Birbirinin yanında, yamacında kalınan geceler, bir bedende çok insanlı yaşanan sevgiler. Cansever’in bu şiirin devamında dediği üzere “Çünkü her şey eskiye kaldı, anılar bile / Her şey, ama her şey eskiye kaldı / Vakit yok bir daha yemyeşil eylül tramvaylarına”
Aşk buralarda toplumsal ve siyasal tarihe inat yaşanır. Ezene karşı kanatlanmak talebiyle. Cinayet ve katliamla gelen ölümlerde anmaların vazgeçilmezi olan “ortada kalan karanfil” bu kez ayrılığın tacıdır. Sanki o karanfili Onat Kutlar alır eline “Ayrılık” şiirinde. İki şair birbirine kayıplar üzerinden sarılır:
Ayrılık şiiri ne kadar yalın
Sevdiğimiz aşk sözcükleri gibi
Kılıçla kesiyor bir hain nokta
Öpüşen virgüllerle akan cümleyi
Nasıl soğuk ayrılığın güneşi
Gölgeli bir çınar olan gövdemin
Dallarını içten kırınca acı
Buzdan bir alçıyla tutuyor beni
Ayrılık sabahı ne kadar beyaz
Ölümün hüzünlü arkadaşı kar
Bana ütülü bir çarşaf hazırlar
Bir karanfil tam yüreğimin üstünde
Ayrılık çaresizliktir bazen. Muhatabına ulaşmayan sözler ve boğucu sessizliktir. Gözler boş bakar. Birbirine uzanmayan eller, hep birtakım nesneleri tutar. Kollar uzun soğuk akşamların habercisi gibi göğüste kavuşturulur. Hırkaların kol uçları çekiştirilmekten uzar. Nefes daralır, sokaklar daha ferah gelmez. Her yerde yanlış olursun, her şekilde eksik. Bir kıvrıldığın yorgan altı hâlden anlar.
Uykusuz gecelerden uyanmadığın sabahlara hortlarsın. Başkalarının başına gelenlere, gıyabında çekilen dertlere, sanki inat gibi yaşanan sevinçlere, her şeye, her şeye bir tülün ardından bakarsın. Tam da Flannery O’Conor’ın tasvir ettiği noktada bulursun kendini: “Geldiğin yer artık orada değil. Gideceğini düşündüğün yer asla var olmadı ve halihazırda bulunduğun yerin de sen oradan kurtulmadıkça bir anlamı yok.”
Biri senin şimdiki zamanının geçeği olmaktan çekildiğinde elinde anılar kalır. O anılara hakkaniyetli davranmakla başlar hayat sınavı. Salt artık aynı yoldan yürümüyorsunuz diye, yaşanan her şey yalana dönüşecek değil ya. O anlar vardı, en özlemli en inançlı gerçeğindi. Bunca sevmiş olduğun insan bir anda azılı düşmanın olmayacağı gibi, sonuna kadar hak verdiğin kendin de yerle yeksan olmamalı elinde. Hafızanda kayıtlı o eski seni bağrına basacaksın. Başka türlü yenilenmek mümkün olmadığından. Ne tuhaf iş, en hoyrat vedalar şefkati öğretir nihayetinde.
Tıpkı ölüm gibi ayrılık sonrasında da insan hayatın hiçbir şey olmamışçasına devam etmesine isyan eder. Ayrılırsın. Birilerinden, bir şeylerden, bir yerlerden. Aradan hayat geçer. Anılarını, durup durup yeniden izlediğin bir film gibi hatırlarsın. Kopuk sahneler ve damakta kalan bir garip tatla. Yoktan hortlayan kokular ve hayalet dokunuşlarla.
Arta kalırsın. Hayatta kalırsın. Hayat yine hakkını ister.
—–
Kapak görseli: Ulrike Mai (Pixabay)