Ayşe Kulin’in söyleşisi üzerine
Eminim ki o günlerin Robert çevresi insana kendini çok şanslı hissettirirdi. Ama ortamın nezihliğini sağlayan sanırım bu çoğunluğun görülmemesiydi.
22.02.2021
Söyleşi sanatının zirvelerinde Armağan Çağlayan’ın hayaleti değil bizzat kendisi kol geziyor.
Konuğu kimse onu asla hırpalamadan ama sadece magazinin sığ sularında da dolaştırmadan ve mutlaka güleryüzü koruyarak söyleşiler yapıyor kanalında.
O ünlü konuk kimse, Armağan Çağlayan’ın karşısına geçtiğinde adeta bütün unvan ve titrlerini vestiyere bırakmış oluyor.
Bir ışıkla perde milyon dolarlık dekorun getiremeyeceği bir samimiyet, sıcaklık ve güven ortamı oluşturuyor.
Çırçıplak konuk, çıplaklıktan utanmadan ve rahatsız edilmeden, ortamın getirdiği güvenden mayhoş başlıyor anlatmaya.
“Ayşe Hanım merhaba, sadece kendi merak ettiklerimi soruyorum…”
İzleyicilerinin hayli aşina olduğu bu giriş, 18 Şubat 2021 Cuma günü Ayşe Kulin için tekrarlandı.
Bir edebiyatçıyı, üstelik de Ayşe Kulin gibi bu ülkenin en popüler edebiyatçılarından birini, Armağan Çağlayan’da görünce her şeyi bırakıp izlemeye başladım.
Eğer “ben yetmişdokuz yaşındayım,” demese, herhalde kimse Ayşe Hanım’ın yaşını fark edemezdi.
Ayşe Kulin’in toplumdan uzak olmadığı bilirdim de bu kadar içinde olmaya gayret ettiğini bu program vesilesiyle öğrendim.
Gündelik yaşamda kullanılan sözcükleri, meseleleri işitmek için şehir içi ulaşımında toplu taşımayı kullanırmış.
Ayşe Kulin, çocukluk günlerini özlemle anarken –bir ortak noktamız: ben de ninelerimi, hem anneannemin annesi Şefikânımı hem de babaannemin annesi Halet Hanımı tanıdım– toplumun bozulduğundan da dem vurdu.
Son günlerde, bir proje kapsamında, Ayşe Kulin’le yaşıt ya da ondan on-onbeş yaş küçük bazı insanlarla görüşüyor, onlarla yaşadıkları veya bir dönem bulundukları şehirlerin dönüşümlerini konuşuyorum.
Bu söyleşilerde, ister Gümüşhane ister Çorum isterse başka bir şehir olsun uzunboylu fark etmeksizin sürekli şöyle bir cevap alıyorum.
“Ohooo, bugünler de her şey bambaşka. Binaları, caddeleri boşver. İnsanlar değişmiş. Biz oradayken misal söz verdin mi tutmama şansın yoktu…”
İlk başlarda can sıkıcı buluyor ve bir dönüşümü anlatmadığını düşünüyordum bu sözlerin ama ısrarla karşıma çıkınca üstüne düşünmek gereği duydum.
1969 yılında Gümüşhane’nin bir köyünde ne elektrik var ne su ne de okul, kadınların hiçbiri okuma-yazma bilmiyor.
Ama köylülerin anlaştıkları bir husus var, o da “doğru insan” olmak.
Başta üretim ilişkilerindeki yeri olmak üzere herkes bu “doğruluğun” içini farklı doldurabilir ama genel değerler çok da fark etmeksizin dünyanın her yerinde üç aşağı beş yukarı belli.
Fakat köyde ekonomik bir yaşam olmadığı için bu insanlar ilk fırsatta göçüyorlar.
Gümüşhane’deki örnekten devam edeyim.
İnşaat işçisi olarak ailesini de alıp İstanbul’a göç eden adam tabii ki varoşa gidiyor öncelikle, hemşerileriyle birarada yaşayacağı, dayanışmanın en yüksek olduğu yerlerde kıt kanaat geçineceği bir düzen kuruyor, ama ilerde bir gün şartların değişme umudunu da taşıyor içinde.
Bu umut, misal Ortadirek’teki Yalak gibi bir köyde asla yok.
Ama kökünden koparılan bir ağaç gibi yeni toprağına tutunmaya çalışan insan da yaşamını sürdürmeyi bütün değerlerin önüne geçiriyor.
“Ne pahasına olursa olsun yaşamak” fikri içselleştirilince, sosyal mobilizasyon basamaklarını en çabuk şekilde çıkmak gerekiyor ki geride kalanlara dönüp baktığında onlardan yukarda ol.
Yukarda olmak saygıdeğerliği getirir çünkü, o zaman yaptıklarını eleştiren kimse olmaz.
Öte yandan, herkes bu sosyal mobilizasyon sürecinde merdivenin başına üşüşüp birbirini ezercesine basamakları çıkmaya çalıştığı için “zımnî bir ortaklık” kuruluyor aralarında ve köydeki “değerlerin” hemen hepsi terk ediliyor.
Dolayısıyla, şehirlerin değerleri değişiyor, dönüşüyor; yerleşikler için Roma’yı yıkan barbar akınları gibi, yıkıcı ve yoz görülüyor.
Böyle olunca, yeni gelenler de sathî bir değerler sisteminin içine hapsediyorlar kendilerini.
Ritüeller her şeyin önüne geçiyor.
Herkes kendi zarfını diğerlerininki kadar temiz tutmaya çalışırken mazruf iyice görünmez kılınıyor, toplumsal hayatın dışına atılıyor.
Sanırım Ayşe Kulin’in ve benim ailemin özlemini çektikleri o İstanbul, işte herkesin vapurda selamlaşıp yerine oturduğu ya da dedemin kahvaltı sofrasına bile takım elbisesi ve kravatıyla geldiği şehre ve büyük ölçüde “kaç kişilik bir şehirdi” sorusuna düğümleniyor.
Mesela, Deniz Kavukçuoğlu, Moda üstüne yazdığı kitabında kapıcıları ele alırken bu değişimi biraz da öfkeyle anlatır.
Kontrolsüz göç, bütün yerleşik değerleri yoketti.
Tabii, buna yakılan, boşaltılan köyleri, ülkeden gitmeye zorlanan gayrimüslimleri de ekleyince burası git gide kendi içine kapanan ve birbirine benzeyen bir ülkeye -devâsâ bir kasabaya- dönüştü.
Ayşe Kulin, Armağan Çağlayan’a kendini “öteki” gibi hissettiğini söylerken, belki Boris Vian’dan mülhem, “değerlerime tükürüyorlar,” diye de ekledi.
Bu sözü çok önemsiyorum çünkü “merkezin haletiruhiyesini” bütün berraklığıyla anlatıyor.
Bugün milyonlarca insan aynı duyguyu paylaşıyor.
Ama senelerce Gümüşhane’nin o köylerini görmeyen, ortak pazarın kurulamadığı, “orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de” diye şarkıların coşkuyla söylendiği günlerin sanırım bedeli bu.
Ayşe Hanım, “yetiştiğim yıllara bayılıyorum ben,” diyor gene söyleşisinde, “bence en güzel yıllarda yetiştim.”
Robert’te yatılı okumuş, eminim ki o günlerin Robert çevresi insanın kendini çok şanslı hissettirecek bir ortamdır.
Ama ortamın nezihliğini sağlayan sanırım bu çoğunluğun görülmemesiydi.
Tabii ki bunları söylerken Ayşe Kulin’i eleştirmek ya da en ufak bir elit düşmanlığı yapmak gibi bir niyetim yok.
Benim ninemin evinde de yemek masasını ters çevirince rulet masasına dönüşürdü.
Söylemek istediğim, merkezin yaşadığı nezih ortamın bir bedeli olduğu sadece.
Ayşe Kulin, toplumsal meselelere çok daha duyarlı olduğu için –“taksiye binebilecek durumum olmasına rağmen,” diyor söyleşisinde — otobüs ve metroyu terci ettiğini söylüyor, ama o bindiği araçların müşterisi değil, gözlem yapmak için biniyor ve çok değerli bir edebiyatçı olduğu için de, Kafka’nın gitmediği Amerika’yı yazması gibi, bu çatışmalardan dört kuşağı birden etkileyen kitaplar yazabiliyor.
Ayşe Kulin, söyleşinin devamında çok muhafazakâr bir evde büyüdüğünü söylüyor.
Babaannesi Bosna’dan göçmüş — benim anne tarafım da Üsküp’e yakın bir dağ köyü olan Kratova’dan buraya gelmiş.
Kendi öğrendiği ve “muhteşem” diye nitelendirdiği Müslümanlığın özelliklerini şöyle sıralıyor: “Alçakgönüllülük, komşun açken tok yatmamak, asla yalan söylememek, kibirli olmamak…”
Bosna’dan gelen bu İslam kültürüyle bugünün Türkiyesinde yaşananı mukayese edince hayal kırıklıklarını da saklayamıyor elbette.
Bir benzerini, gene Balkanlardan, Romanya’nın Dobruca vilayetinden göçen Kemal Karpat’ın anılarında okumuştum.
Babası bir imam ama bağında yetiştirdiği üzümlerden çok lezzetli şaraplar da yapıp satıyor.
Hem Dağı Delen Irmak’ta, hem Sarı Saltuk Diyarı Babadağı’nda hem de Acıyı Bal Eylemek’te kendi anladığı milliyetçilikle Müslümanlığın Türkiye’dekine hiç mi hiç benzemediğini hayıflanarak anlatır.
Karpat’ın bir türlü buraya uyum sağlayamamasına yol açan bu ayrımı Ayşe Kulin’in babaannesinin de yaşadığını tahmin ediyorum.
Bir “düzensiz göçmenler toplumu” olan Türkiye’de, şehirlerin böylesine acımasızca yokedilişinin altında da benzer sebeplerin yattığını düşünüyorum.
Geldiği yeri umursamayan insanlar, öfkeyle gelenler, asla sahiplenmeyen, ilk fırsatta memleketine giden, huzuru orada arayan, bütün emeklilik ikramiyesiyle köyüne ev yaptıran milyonlarca insan var.
Var olan değerlere tükürmekten de beis duymuyorlar.
Kimsenin kimsenin değerine tükürmeyeceği bir ülkeyi inşa etmek için aradığımız çimentoyu sanatta, edebiyatta bulabiliriz.
Ayşe Hanım, bir tek sizin seksene yaklaştığınızda hemfikir olamayacağız sanırım.
Armağan Çağlayan’ın karşısında yetmişdokuz yaşında olduğunu iddia eden genç bir kadın oturuyordu çünkü.