Barış Sürecinin Açmazları, Suriye’nin Çıkmazları

Yeni ittifaklar, tahliyeler, yeni kabine, yeni anayasa, elektronik seçim sistemi, hepsi önümüzdeki aylarda gündeme gelebilir ama sürecin açmazları da var. Suriye’de ise İsrail’in saldırganlığı kadar, Şara’nın çapsızlığı ve Türkiye’nin sessizliği de dikkat çekiyor

ASLIHAN GENÇAY

17.07.2025

Barış süreci yeni bir aşamaya girdi. Bu aşama, sadece silahların kazanda yakılması değildi elbette. Bir süredir yürütülen sürecin, kamuoyuna ve siyasi partilere kısmen açıklanması, diyebiliriz.

Geçtiğimiz hafta, PKK’nin sembolik olarak seçilmiş kadroları, Irak’ta yine sembolik bir törenle Kalaşnikoflarını kazana atıp yaktı.

Hemen ertesinde Erdoğan, “sürpriz açıklama” olarak duyurulan bir konuşma yaptı. Bu açıklamada sürpriz olan tek şey, AK Parti, MHP ve DEM Parti’nin barış sürecinde birlikte yürüyecekleriydi.

Aslında İmralı şartlarındaki iyileştirmelerle birlikte Öcalan’ın örgüte müdahalesi, yaptığı görüşmeler ve sürece büyük etkisiyle örgütün yüksek menzilli silahları Türkiye’ye teslim ettiği, ABD’nin ise örgüte verdiği silahları geri aldığı duyumlarını, bir ay kadar önce almıştık.

Öcalan ve Bahçeli, DEM Parti’nin süreçte daha aktif rol oynamasını ve siyasi aktör olarak öne çıkmasını istiyorlardı. Bir süredir üç partinin (Ak Parti, MHP ve DEM Parti) yürüttükleri görüşmeler nedeniyle kamuoyu, zaten kısmi bir ittifakın oluştuğunu az çok bilmekteydi. Nitekim Erdoğan’ın açıklamasıyla bu artık netleşti.

Her ne kadar Tülay Hatimoğulları katıldığı yayında, herhangi bir ittifak içinde olmadıklarını söylese de ortada kısmi bir ittifak var. Bu üçlü ittifakın kısmilikten çıkması, cezaevlerindeki mahpuslar için atılacak adımlarla, yeni anayasa hazırlığıyla ve elbette Suriye’deki gelişmelere yönelik tutum birliğiyle paralel şekilde mümkün olacaktır.

Bugün Türkiye’deki iktidarın ve Kürt siyasi hareketinin birlikte yürümesi ya da DEM Parti’nin iktidara ortak olması; Selahattin Demirtaş gibi isimlerin cezaevinden çıkması, yeni kabinede görev ve sorumluluk almaları gibi adımlarla gerçekleşebilir.

Yanı sıra yeni anayasa çalışmalarının, üç partinin de iştirak ettiği ve katıldığı çalışmalar olduğunu biliyoruz. Ana dilde eğitim, Kürtler ve diğer azınlıkların ayrımsız eşit haklardan yararlanması, belediyelerin yetkilerinin artırılması, kayyım atamalarının durdurulması gibi maddeler, yeni anayasada yer alacaktır.

Barışçılar in, milliyetçiler out

İşin bir diğer yanı hem iktidar partilerinde hem de DEM Parti’de, süreçte “çıkıntılık” yapan isimlerin geri plana atılması olacak. İktidar partilerinde barış sürecini desteklemeyen ve ırkçılık bayrağı sallayan isimlerle DEM Parti’de Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapmakta ısrar edenler geri planda kalırken, Türkiye’nin sorunları ve demokratikleşmesi temelinde birleşebilen, kapsayıcı kimlikteki siyasetçilerin önü açılacak. Zira DEM Parti açısından, sembolik silah yakma törenine katılan gözlemci vekiller, bu kapsamda örnek isimlerdi.

Yeri gelmişken söyleyeyim, örgüt içinde Murat Karayılan ve grubunun da barış sürecine itirazları bulunduğunu öğrendim. Bu sıkıntılar aşılabilecek mi veya nasıl aşılacak, birlikte göreceğiz.

Fakat belirtmeliyiz ki DEM Parti, şimdi üç büyük sorunla karşı karşıya.

CHP’ye yapılan operasyonlar

Birincisi; CHP’li belediyelere ilişkin yürütülen yolsuzluk operasyonları.

Bu operasyonlar, kamuoyunda pek kabul görmüyor ve yolsuzlukla mücadele kapsamında yapıldıklarına da fazla inanan yok. Defalarca yazdığım gibi AK Parti ve MHP’ye mensup birçok yolsuz ve suçlu yargılanmadan yeni görevlere yelken açarken, ana muhalefet partisine yolsuzluk nedeniyle operasyon yapıldığını söylemek hiç inandırıcı değil.

Öyle ki tablo, artık bir demokrasi ve hukuk garabetine dönüşmüş durumda. Ne adalete ne mahkemelere ne de hâkim ve savcılara güven var. Parası ve gücü olan “adaleti” de satın alıyor ve sivrisineklerle mücadele etmek, bataklığı kurutmaya yetmiyor. Barış süreci, bu garabeti düzeltebilecek mi, yoksa barış ve demokrasi, sadece toplumun belli kesimleri için mi mümkün olacak? Asıl soru bu.

Kendi adıma barıştan anladığım, bugünkü tablo değil. Gerek infaz düzenlemelerinde gerekse demokratik reformlarda; CHP’ye böyle, DEM’e şöyle, Fetöcülere böyle, PKK’ye şöyle gibi ayrımcılıklara gidilecekse eğer, o adımlar demokrasiyi değil, yeni ayrıcalıklı zümreleri oluşturacaktır.

İktidar, PKK’nin lağvedilmesi nedeniyle yeni bir kısmi af hazırlığında. Bu af, sadece PKK davasından yargılananlarla sınırlı kalıp farklı siyasi dosyalardan cezaevlerinde perişan olan hasta mahpusları, çocuklu kadınları kapsamazsa büyük bir adaletsizlik göstergesi olur.

Elektronik seçim sistemi mi geliyor?

İkinci büyük sorun, elektronik seçim sistemine geçiş hazırlığı.

Türkiye’ye dair yeni şekillenmelerden birinin de elektronik seçim sistemine geçiş olacağı yönünde bilgiler alıyorum. Sandıkla yapılan seçimler söz konusu olduğunda dahi oyların çalındığına ilişkin pek çok şüphe varken ülkede, elektronik seçim sistemine halk nasıl güvenecek?

Bu düzenleme, yeni yasal adımlar ve yeni anayasa çalışmalarıyla eş güdümlü şekilde gündeme gelirse, DEM Parti’nin tutumunun ne olacağı da merak konusu.

Parazitler sahnede

Üçüncüsü ise her önemli süreçte olduğu gibi fırıldak ve parazitlerin, sahnenin en önünde görünmek, rol çalmak ve süreçten nemalanmak   adına kendilerini parçalamaları.

Nitekim rüzgârın esişine göre saf değiştirip, fırıldak sıfatını sonuna kadar hak eden bazı “gazetecilerin”, Irak’taki sembolik törenlere giderken uçakta sırıtarak selfie çekmeleri ve kombinini göstermek için çektirdiği fotoğrafları “süreci yerinden izleyen gazeteci” edasıyla yayınlayanların düzeysizliği buna örnekti. Fazlasıyla mide bulandırdı.

Bu durum; en çok da gazeteci kimliğine bürünmüş parazitlerin, barış sürecinin etinden, sütünden beslenmeye kararlı olduklarını gösteriyor. Bakalım sürecin aktörü olan siyasetçiler, özellikle de DEM Parti, bu parazitlerden medet umacak mı, göreceğiz.

Özetlersek; artık kamuoyuna açıklandığı kadarıyla Ak Parti, MHP ve DEM Parti’ni kısmi bir ittifakı söz konusu ve bu kapsamda en çok çabayı gösteren isimler; Devlet Bahçeli ve Öcalan’dı. Öcalan, gerek görüşleri gerekse müdahaleleriyle sürece her yönüyle katılım sağladı, sağlıyor.

Yeni anayasa, infaz düzenlemesi, kısmi af, Selahattin Demirtaş’ın tahliyesi, yeni kabinede DEM Partili siyasetçilere düşecek roller ve elektronik seçim sistemine geçilmesi gibi yeni adımlar da önümüzdeki aylarda gün yüzüne çıkacak.

Tabii ülkedeki boğucu, antidemokratik ortam, gazetecilere uygulanan sansür ve sadece CHP’ye yapılan yolsuzluk operasyonları söz konusuyken, DEM Parti’nin demokratik yanı noksan bir barış sürecine nasıl ortak olacağını hep birlikte göreceğiz. Zira saydıklarımın hiçbiri, “Aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey” şeklinde geçiştirilecek başlıklar değil.

ABD: Tavşana kaç, tazıya tut

Türkiye’deki barış süreci, sadece devletin ve Öcalan’ın yürüttüğü bir politikadan ibaret değil.

ABD, AB ülkeleri, özellikle de Fransa tüm sürecin içinde. Hatta Rusya da gelişmelerin, Suriye ayağına bazen iştirak ediyor, etmediğinde ise düzenli bilgi alıyor.

Dolayısıyla barış süreci, Türkiye’dekiyle aynı örüntü söz konusu olmasa da Suriye’yi de kapsamakta.

Suriye’de Ahmet Şara iktidara geldikten sonra, liderlik açısından berbat, ABD açısından ise olumlu bir sınav verdi. Özellikle son İran-İsrail savışında, ABD’nin tam bir yaveri olduğunu, hatta bir dediğini iki ettirmeyeceğini kanıtladı.

Mevzu belki de Şara’nın patronunun çok olması. Zira biliyoruz ki Şara’nın bir patronu da Türkiye. Fakat ABD konuştuğu vakit, Türkiye’nin sözlerinin çok da geçerliliği olmaz Orta Doğu’da.

Suriye’de Türkiye’nin güçlenmesi, nüfuz sahibi olmasından en çok rahatsız olan ve yine barış sürecinin, Türkiye’yi Suriye’de daha fazla güçlendireceğini öngören ülke ise İsrail.

ABD’nin en yakın müttefiki konumunda olan İsrail’in hiçbir hamlesini ABD politikalarından ayrı okumamak şart.

Dolayısıyla ABD’nin Suriye özel temsilcisi Thomas Barrack, geçtiğimiz günlerde; Suriye’de tüm gruplar merkezî hükümete entegre olmalıdır ve ayrı devlet kurulmayacaktır, açıklamasını yapsa da bu sözler, son üç gündür İsrail’in, Suriye hükümetini hedef alan saldırılarıyla uyuşmuyor.

Bu noktada ya İsrail ABD’den bağımsız davranıyor ve burnunun dikine gidiyor ya da ABD’nin klasik politikası hem tavşanı hem tazıyı tutar, birine kaç derken, diğerine de tut der, diyebilirsiniz. İkincisi.

İsrail ise güneyde Süveyda bölgesine, ardından da Şam’a saldırılar düzenlerken, özünde Golan tepelerini elinde tutmayı, İsrail-Suriye sınırında kendi hakimiyetinde olacak bir tampon bölge oluşturmayı ve Suriye’de Türkiye hakimiyetini yıkıp nüfuz alanını geliştirmeyi amaçlıyor. Elbette ekonomik açıdan, petrol ve yeraltı kaynakları barındıran bölgelere de göz dikmiş durumda. 

Şara: Çapsızlıkta dünya markası

ABD, her ne kadar Türkiye’yi de müttefiki olarak görüp, Orta Doğu’daki rolünü önemsese de Türkiye asla bir İsrail değil, ABD’nin gözünde. Türkiye’nin desteklediği Şara, eğer Suriye’de harikalar yaratıp, devlet kurumsallaşmasını oturtabilse, merkezî ordusunu oluşturabilse ve akıl sahibi politikalar üretebilseydi, bugün İsrail’in saldırılarının hedefi olmayabilirdi.

Fakat Şara, öyle bir profil çiziyor ki; henüz HTŞ içindeki gruplara dahi söz geçiremeyen, yönetiminde yapılan Alevi katliamının hesabını verip suçluları yargılayamayan, Arap milliyetçisi olup Suriye’nin diğer halklarını aşağılayan, birleştirici ve güvenilir olmaktan çok, bozguncu, milliyetçi ve cahil bir “lider”.

Mesela, Suriye gibi bir coğrafyanın anayasasını dahi Arap milliyetçiliği üzerine oluşturdu. Ne büyük aymazlık. Her kim o anayasayı hazırladıysa açıkça kendi ayağına sıkmış ve Suriye’deki tüm azınlıkları tedirgin edip, kışkırtmalara açık hale getirmiştir.

Hal böyle olunca Suriye’nin Süveyda bölgesinde, İsrail’e katılıp, Arap milliyetçiliğine entegre olmak istemeyen Dürzilerin başlattığı isyanlar sürüyor. İsrail ise bölgeyi istediği gibi kışkırtıp, bir yandan da Dürzilerin hamisi rolüne bürünebiliyor.

Suriye merkezî hükümetinin, olaylara müdahale etmek için gönderdiği tankları vurmakla yetinmeyen İsrail, dün itibarıyla Şam’daki hükümet binalarını da bombaladı. Hatta İsrail savunma bakanı açık açık “Ahmet Şara’ya suikast yapılması” çağrısında bulundu.

Türkiye: Bir, iki, üç tıp

Tüm bu gelişmeler karşısında Suriye’nin tek yaptığı kınamayken, Türkiye ise her zamanki gibi sessizliğe büründü. Oysa sınırların alev almışken, diplomasideki sessizlik, pasiflik ve etkisizlikle eş değerdir. Ve Türkiye’nin son üç günde düştüğü pozisyon, objektif olarak pasifliktir.

Trump’ın “Suriye konusunda yorum yapmak istememesi” ve ABD basınında yer alan Trump’ın, Netanyahu’dan saldırılarını durdurmasını istediği bilgisi, aslında İran- İsrail savaşının başında da tanık olduğumuz gelişmeler. Sonrası malum.

Her dediğini yapsa da Şara’nın çapının, Suriye’yi yönetmeye ve tüm kimlikleri kapsamaya yetmeyeceğini ABD de görmüş olmalı ki tam da bu nedenle İsrail’in, güneydeki saldırılarına yorum yapmamayı tercih ediyor Trump.

Bir, iki, üç, tıp diplomasisini seçen Türkiye, ülke içinde gazetecilere güç gösterisi yapmak ve onları susturmak için kullandığı yöntemleri, İsrail üzerinde denese belki daha etkili olabilirdi. Neden olmasın? Zira gelinen noktada İsrail, Türkiye’nin Suriye’de üslenmesini dahi engelliyor artık.

Eğer Türkiye halen Ahmet Şara ile yürümek istiyorsa öncelikle bu şahsın Arap milliyetçiliğini net olarak bırakması, Alevi katliamlarının hesabını vermesi, milliyetçi, tekçi anayasayı lağvedip tüm azınlıklarla birlikte ve herkesi kapsayan yeni bir anayasa oluşturması gerekiyor. En önemlisi de sufle verilmeden konuşmayı ve düşünmeyi öğrenmeli.

Aksi takdirde Suriye’de İsrail ya da Türkiye, hangisi nüfuzlu olursa olsun ABD kazanacaktır.. Hem Türkiye’nin hem de İsrail’in işine geldiği gibi konuşacak, iki ülkeyi de sahada ölçüp biçecek, hangisi öne geçerse onla yürüyecektir. Zaten Şara’nın muhatap alınması da böyle olmadı mı?

Türkiye, ABD politikalarını okuyamayıp, sadece söylemlerin hülyasına kapılır, İsrail’in yavaş yavaş büyüyen ve yaklaşan saldırganlıklarına tepkisiz kalırsa, bu gelişmeler ülkedeki barış sürecini de kökünden dinamitleyebilir.