Başa saran anlar/anılar
Memento’da “Bu hikâyenin gerçeği ne?” sorusu akıllarda kalıyordu. Inception’ın vurguladığı gerçek rüyanın görülürken değişip dönüştüğü.
23.04.2021
Hatırlamanın en büyülü ama bir o kadar da lanetli özelliği, en çok iz bırakan anılar için her seferinde belli ölçülerde farklı bir anlatı benimsemen ya da belki de o anıyı, sanki hiç yaşanmamışçasına hafızandan tamamen silmen. Tabii bu noktada çok önemli bir mesele ortaya çıkıyor: Bu anlatıların hangisi gerçek? Benim yanıtım hepsi ve hiçbiri şeklinde. Hepsi, çünkü yaşadığın şey anlattığın bütün versiyonları kapsıyor. Hiçbiri, çünkü halen anlatmadığın hâlleri de mevcut.
Gösterime girdiği 2010 yılından bu yana kült olma özelliğini koruyan ve eskimeyen konu ve sinematografisiyle zamana direnen Christopher Nolan’ın senaryosunu yazıp yönettiği Inception (Başlangıç) filmi tam da bu soruya denk geliyor. Onuncu yıldönümü dolayısıyla hem de özel hazırlanmış yeni fragmanıyla geçen yıl sinemalarda izleyiciyle buluşmaya hazırlanan ve COVID-19 salgını nedeniyle vizyon tarihi üç kez ertelense de sadık kitlesinin heyecanla takip ettiği film, çok az esere nasip olan bir güncelliğe sahip.
Her ne kadar Inception Türkçeye ‘Başlangıç’ olarak çevrilse de, başa sarma karşılığı daha uygun geliyor bana. Başlangıç hiçbir şey yaşanmamışçasına bir sil-baştan girişme hâli. Başa sarmada ise yaşanmış olanı kaydedip onunla birlikte ya da ona rağmen yola koyulma anlamı var. Filmde “incept” kelimesi aynı zamanda insanın aklına bir düşünce tohumunu ekme anlamında da kullanılıyor. İnsanın rüyalarına nüfuz edip ona bir şeyi sanki kendi düşüncesiymiş gibi hissettirecek incecik bir oyun kurmanın özeti adeta.
Christopher Nolan’ın, eşi Emma Thomas ile birlikte yapımcılığını da üstlendiği, bilimkurgu ile hırsızlık-aksiyon türlerini birleştiren, hafif bir film-noir havasına da sahip filmin sadece gösterim sonrası değil, vizyona giriş tarihinden öncesine de uzanan bir on yıllık geçmişi var. Zira Nolan, Inception’ın fikriyle 2001’den itibaren oynamaya başlamış ve on yıl boyunca bir yandan Dark Knight serisiyle ismini sağlamlaştırırken, diğer yandan da senaryoyu sabırla demlemiş. Bunca sebat ve emeğin sonu dört dalda Oscar ve sayısız ödülün yanı sıra, pek çok eser ve makaleye ilham veren, milyonları durmaksızın büyüleyen bir popülerlik oldu.
Inception’ın heyecan dolu akışına, rüyalar alemine dair o inanılmaz görüntü skalasına direnmek çok güç. Öte yandan izlemesi çok da zor bir film kendisi, çünkü Nolan, dikkatin bir saniye bile dağılmasına müsaade etmiyor. Dolayısıyla izler gibi değil film içerisindeki farklı zaman boyutlarında akar gibi hissediyorsunuz. Konu ise, film bittikten çok sonra da zihninizi ve kalbinizi meşgul etmeye devam ediyor.
Çok yetenekli bir hırsız olan Dom Cobb (Leonardo DiCaprio), zihnin en savunmasız olduğu rüya görme anında, kişinin bilinçaltının derinliklerinde saklı değerli sırları çıkarıp çalmaktır. Bu kişisel bilgi hazinesini, kendisini ve ekibini kiralayan şirketlere satan Cobb, bu sayede kurumsal casusluğun aranılan isimlerinden biri olmuştur. Ancak bu başarının arkasında ruhunu yiyip bitiren bir de sır vardır. Henüz bilmediğimiz bir sebepten ötürü Cobb yıllardır kaçak hayatı yaşamakta ve ülkesine dönüp çocuklarına kavuşamamaktadır.
Filmin daha ilk sahnesinde “iş üstünde” gördüğümüz Cobb’u ve olup biteni anlamak biraz zamanımızı alıyor. Yine bir şirket talebiyle Saito (Ken Watanabe) adındaki Japon bir mafya liderinin sırrını öğrenmeye çalışan Cobb, “rüya paylaşma çantası” diyebileceğimiz bir aletle ortak rüyada buluşabildiği iki kişilik ekibiyle birlikte Haito’nun bilinçaltında rüya içinde rüya olarak kurduğu düzenekte ilerlerken, esrarengiz bir genç kadın da ona engel olmaya çalışıyor.
Saito, kendisine verilen görevi yerine getiremeyen Cobb'a içinde bulunduğu durumdan kurtulması karşılığında bir teklifte bulunuyor. Saito’nun talebi, rakip bir şirketin ölüm döşeğindeki sahibinden sonra yönetimi devralacak oğlu Robert Fischer’in (Cillian Murphy) babasının şirketini dağıtmasına yol açacak bir rüya düzeneği kurulması. Bu sefer fikir ve sırların çalınması değil, var olmayan bir düşüncenin bilinçaltına ekilmesi söz konusu. Fischer’ın bu dış müdahaleyi anlamaması için de üç katmanlı bir yapı kurmak gerekli.
Cobb’a hayatını geri verebilecek son iş, zorluğu itibariyle neredeyse imkânsıza yakın. Ekip arkadaşı Arthur (Joseph Gordon-Levitt) “Gerçek ilham taklit edilemez” diyerek, rüya görenin her zaman düşüncenin çıkış noktasını hatırlayacağını ve düşüncenin kendisine ait olmadığını anlayacağını savunuyor. Üstelik iç içe geçen üç rüya katmanı son derece dengesiz olacağından, rüyanın her an çökme riski var. Ama Arthur’un uyarılarına rağmen Cobb bu işi son çare olarak kabul ediyor.
Bu noktada Cobb aracılığıyla Nolan’ın düşünce ve rüyaya dair ilginç tespitlerini öğreniyoruz.
Dom Cobb’a göre düşünce dünyanın en büyük gücü. “Düşünce virüs gibidir. Dirençli ve son derece bulaşıcı. Ve düşüncenin en küçük bir tohumu bile büyüyüp seni tanımlayan ya da yıkan bir şeye dönüşebilir” derken rüya ile gerçek arasındaki tuhaf ilişkiyi de çarpıcı bir cümleyle tarif ediyor: “Rüyalar biz onların içindeyken gerçek gibi görünür. Ancak uyandığımız zaman bir şeylerin gerçekten tuhaf olduğunu fark ederiz.”
Zihnin ve kalbin oyunları
Hazırlıklar başlarken Cobb’un üstlendiği görevlerde tuhaf bir şekilde adeta bir sabotajcı gibi davranan esrarengiz kadının Cobb’un ölmüş eşi Mal (Marion Cotillard) olduğunu öğreniyoruz. Bunca teknik üstünlüğe rağmen belli ki Cobb, kendi bilinçaltındaki suçluluğa dayanamayarak Mal’ın projeksiyon adı verilen engelleyici bir güç olarak her işinde karşısına çıkmasına boyun eğmiş. Cobb bu zorlu görev için ekip oluştururken, Arthur’un yanı sıra rüyadan uyanma süresinin uzamasını sağlayacak sakinleştirici karışımı üreten kimyager Yusuf (Dileep Rao) ve rüya içerisinde herhangi bir kişinin görünüm ve kişiliğine bürünebilen kopyacı Eames (Thomas Hardy) ile anlaşıyor. Rüyanın mimarı olacak ismi bulmak için de kayınpederi ve mentoru olan Miles’ın (Michael Cane) yanına giderek öğrencisi Ariadne (Eliot Page) ile tanışıyor. Mimarlıktan gelen yeteneğiyle tasarladığı rüyalarda akıl almaz labirentler ve paradokslar yaratan Ariadne, bir yandan da Cobb ve Arthur’a sorduğu sorularla izleyiciye bir anlamda kılavuzluk yapıyor.
Öte yandan rüyalardaki soygunlara karşı geliştirilen eğitimler ve projeksiyon adı verilen savunma mekanizmaları var. Yeni kurban Robert de bunları devreye sokunca, üçlü katman ölüm-kalım savaşına dönüşüyor.
Filmde garip bir paradoksla bunca teknik ve zihin vurgusunun içinde asıl baş rol ise duygularda. Rüya içindeki sırlar, rüyayı görenin kişisel anılarıyla bağlantılı ve fikir aşılama işlemi de doğal olarak ancak duygusal bir bağ oluşturarak yapılabiliyor. Bu da görevi daha da karmaşıklaştırıyor.
Kendi cehennemini kurmak
Robert’ın üç katmanlı rüyası üç farklı hızda akan üç değişik sahne olarak beliriyor ve eş zamanlı olarak yansıtılıyor ekrana. Bu noktada rüyadan uzun süre uyanamama diye bir tehlikenin var olduğunu ve zamanın çok ağır geçtiği rüya aleminde limbo denen bir boyut da bulunduğunu öğreniyoruz. Mal ve Cobb uzun süre uyanamadıkları bir rüya deneyi sırasında limboya düşünce orada yıllar boyu anılarına başvurarak eski evlerini, şehirlerini yeniden kurmuş. Bunları yaparken buranın gerçek dünya olmadığının farkındalar. Rüya mimarları ve ekip üyeleri neyin gerçek neyin rüya olduğunu karıştırmamak için kişisel totemlere sahip. Mal limbodayken, son derece bilinçli bir karar vererek dünyanın gerçek olup olmadığını ona hatırlatan yegâne şeyi, totemini, yani topacını bir kasaya kaldırıyor. Limbonun gerçek dünya olmadığını unutmaya karar veriyor diğer bir deyişle. Trajedi de bu noktada başlıyor.
Eşinin karar verme eylemini sanki Mal’ın iradesi yokmuşçasına bir rahatsızlık gibi yaşayan ve yansıtan Cobb, eşini ikna edebilmek için onun zihnine bu içinde yaşadıkları dünyanın gerçek olmadığına dair bir düşünce ekmiş. Böylelikle kadının kendisiyle birlikte ölerek gerçek dünyaya dönmeye ikna olmasını arzulamış. Çift, başlarını raylara dayayıp intihar ederek gerçekliğe geri dönüyor ama Mal şimdi de bu dünyanın gerçek olmadığını düşünüyor çünkü Cobb’un ektiği düşünce tohumu dallanıp budaklanmış. Ve Cobb, istemeden de olsa aklıyla oynayarak Mal’a büyük zarar veriyor, hatta bir anlamda intihara sürüklüyor. Mal, ne yapsa da Cobb’u birlikte ölmeye ve “asıl” dünyada uyanmaya ikna edemeyince, eşinin sonrasında peşinden gelmesini sağlamak üzere kendisini kasten öldürmüş olduğu izlenimi uyandıran bir ortam yaratıyor. Masumiyetini kanıtlama imkânı kalmayan Cobb, çocuklarını babaanne ve büyükbabalarının yanına bırakarak ABD’den ayrılmak zorunda kalıyor.
Anlıyoruz ki, Mal öldüğü için Dom onu rüyalarında yaşatıyor. Bazen onun gerçek olduğuna bile inanıyor. Mal da eşinin korkularına seslenmeyi deniyor: “Aklına hiç kuşku sızmıyor mu? Hiç eziyet ediliyor gibi hissetmiyor musun, Dom? Anonim şirketler ve polis tarafından dünyanın hiçbir yerinde rahat verilmemesi, projeksiyonların rüya görenin peşini bırakmaması?.. Hadi itiraf et: artık tek bir gerçek olduğuna inanmıyorsun. Öyleyse seç. Burada olmayı seç. Beni seç.”
Kaçınılmaz ödeşme ânı geldiğinde, Cobb Mal ile yüzleşip kendisine onun gerçek olmadığını, sadece karısının bir gölgesi olduğunu itiraf ediyor. Onu zihninde öldürerek kalbinde yaşayan bir anıya dönüştürüyor bir anlamda: “Sen sadece bir gölgesin. Gerçek eşimin bir gölgesisin. Yaratabildiğim tek şey buydu ama üzgünüm artık bana yetmiyorsun.”
Cobb’un Mal’ı içinde yaşama ve yaşatma hâliyle Christopher Nolan’ın 2000 yılı baş yapıtı Memento’daki (Akıl Defteri) kısa dönem hafızasını yitiren Leonard’ın hayatta kalma ve öldürülen eşinin katilini bulma macerası arasında büyük bir koşutluk buldum. Orada da baş karakterin yakın dönem hafıza kaybı üzerinden renkli ve siyah-beyaz olmak üzere kurgulanmış iki ayrı temel katman vardı. Hatırladığı son şey eşinin banyo yüzeyinde yatan ölü bedeni olan ve katili bulmaya and içen Leonard’ın en büyük çilesi, güncel anıların on dakika içinde silinmesiydi. Bu köksüzlük içerisinde her şeyden ve herkesten şüphelenerek yol almaya çalışan Leonard’ın eşinin okunmaktan deforme olmuş kitabını, saç fırçasını ve başucu saatini alıp bir inşaat alanında yaktığı sahneyse en gerçek anlardandı: “Bunu daha önce de denedim. Muhtemelen bir kamyon dolusu eşyanı yaktım. Seni unutmam gerektiğini hatırlayamıyorum.”
Leonard belki de sorumluluk azabından kaçmak için bu sonsuz yitimi yaratmış kendine. Filmin gerilim unsurunu Leonard’ı göz göre göre kandıranları geriye dönük olarak izleyişimiz ve Leonard’ı uyaramayışımız oluşturuyor. Ama ya Leonard’ın kendini kandırışı? Hatta eşinin bizzat ölümüne yol açmış olma ihtimali? Orada işte izleyici olarak ayağımızın altından zemin çekiliyor.
Memento’da “Bu hikâyenin gerçeği ne?” sorusu akıllarda bir soru işareti bırakıyordu. Inception’da da Adriane her ne kadar inanılmaz ayrıntılı rüya alanları inşa etse de filmin vurguladığı bir diğer gerçek rüyanın bizzat rüya görülürken değişip dönüşen, sürekli şekillenen özel bir boyutu olması. Bu açıdan hayata çok benziyor rüyalar: hazırlık yapma, provayla baştan alma şansın yok. Her şey yaşanırken yaşanıyor.
Dolayısıyla her ne kadar hikâye Cobb ve ekibinin iç içe geçmiş üç rüya denemesiyle birlikte başlamış görünse de, bu sipariş rüya da dahil her şeyin bir rüyadan ibaret olma ihtimali var. Zira Nolan tam da bunu yapmayı hedefliyor. Neyin gerçek neyin rüya olduğunu ayırt edemez hâle gelip gerçekliği başka bir şekilde tanımlamaya başlamamızı istiyor belki de.
Cobb gibi biz de kaybettiğimiz ve özlediğimiz insanlara bir rüya hapishanesi kuruyoruz. Sevdiğimiz kişinin zihnimizde kalan ya da kalmasını istediğimiz hâlini rüyalarımıza hapsediyoruz ve onu o hâliyle sonsuza kadar orada yaşatıyoruz. Ta ki kendi sır olmuş gerçeğimizle yüzleşene kadar.
Cobb, filmin sonunda çocuklarının yüzüne bakarken, gerçek dünya sağlaması yapmasına yarayan topacın dönüşünü tamamlayıp yana devrilmesini beklemiyor bile. Bunca mücadelenin sonunda onlara kavuşmanın keyfine varıyor. Sanki artık gerçek-rüya ayırımının anlamı da önemi de kalmamış onun için. O ânın gerçek mi rüya mı olduğunu düşünmekse artık sadece izleyiciye kalmış. Nolan kamerayı baba ve çocuklarının üzerinden çekip son sahnede dönmeye devam eden, çok hafif kayar gibi olan topacın üzerinde bırakıyor. Film de o noktada kesiliyor. Bitmiyor, kesiliyor. Tıpkı rüyadan uyandığımız o an gibi.
Anılar ve rüyalar
Cobb’un Ariadne’ye uyarısı rüya ile anıların tuhaf ilişkisine dair de çok şey düşündürüyor: “Asla anılarından yola çıkarak bir yer inşa etme, hep yeni yerler hayal et. Hep ayrıntıları kullan; bir sokak lambası ya da telefon kulübesi ama asla bütün bir alanı değil. Anılardan rüya inşa etmek neyin gerçek neyin rüya olduğu konusunda denetimi kaybetmenin en kolay yoludur.”
Rüya zamanı her katmanda daha ağır geçiyor. O yüzden ilk seviye dünya gözüyle bir haftaya, ikincisi altı aya, üçüncüsü on yıla eşit. Film, geçişlerle bu üç katmanı eşzamanlı olarak karşımıza getirirken, ekibin ortak rüyaya dalmak ve eşzamanlı hareket edebilmek için dinlediği Édith Piaf’ın “Non, je ne Regrette Rien” (Hiçbir Şeyden Pişman Değilim) şarkısıysa adeta bir mesaj veriyor ve bu anlamlı şarkı yavaşlatılmış hâliyle de Robert’in bilinçaltında inşa edilen farklı rüya katmanlarını daha vurucu bir şekilde algılamamızı sağlıyor.
Günün sonunda her şey Saito’nun ya da Cobb’un rüyası da olabilir. Saito ile Cobb arasında filmin üç ayrı yerinde tekrarlanan ve her seferinde kimin hangi parçasını söylediğine göre anlamı değişen diyalog, gerçek ile hayal arasındaki o zorlu mücadeleyi de gösteriyor bir anlamda: “Şimdi gözünü karartacak mısın yoksa pişmanlıklarla dolu yaşlı bir adam olarak yalnız başına ölmeyi mi bekleyeceksin?”
Gözünü karartmak, sonunda kötü bir şey yaşasan dahi harekete geçmemiş olmaktan yeğ. Çünkü pişmanlık ve suçluluk ruh emen sürüngenler. Ve herkes hakikatini bulmaya çalışmayı hak ediyor. Cesareti yeter ve şansı da yaver giderse, başa sardığı anıları ve hatırlamaktan kaçınmadığı rüyaları eşliğinde gerçeğini yaratacak. İnanmayı tercih ettiği gerçek, hayatı olacak. Ve hayat da sil baştan yaratılacak. Bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha.