Başını kaldırmak
Gökyüzünde asılı kandildir sanki. Teselli arayan, yanıt bulmaya çalışanların dayanağı.
15.03.2022
Gün içinde rutine uyan yürüme ve hareket etme pratiği, yere bakmakla ve bakışı en çok göz hizasında tutmakla sınırlı. Malûm başını kaldırmak ve gökyüzüne bakmak, önündeki bir şeylere takılıp düşmeyi beraberinde getirebilir. Daha mecaz anlamda da “aklı bir karış havada” olmakla eşdeğerdir. Kısacası düzen açısından zerre makbul değildir.
Ama işte insanlığın ataları, o en eski kuşaklar, kadim halklar bütün ilerlemeyi yıldızlara bakarak sağladı. Gök cisimlerini gözlemleyerek açıklamaya çalışan ve yeryüzündeki en eski bilimlerden biri olarak kabul edilen astronomi; yıldızları, gezegenleri, kuyrukluyıldızları, kutup ışıklarını ve galaksiler dahil sayısız varlığı inceledi, kâinatı bu gözlem ve veriler üzerinden yorumladı.
Astronomi teriminin eski Yunancadaki astron ve nomos kelimelerinden türetilmiş ve “yıldızların yasası” ifadesine denk gelişi de rastlantı olmasa gerek.
Yıldızların yasası hayatı anlamlandırmak için de bir kılavuz oldu. Dünyevi sorunların ve rutin çarkların içerisinde boğulan insanın refleksle yaptığı ilk şey başını kaldırıp derin bir nefes almaktır. Gökyüzüne bakmak tuhaf bir şekilde yeniden konumlandırır insanı. Şu koca dünyada bir zerre olduğunu ama o hâlinle de biricik olduğunu anımsatır. Gökyüzüyle ve yıldızlarla terbiye olmayan o yüzden epey eksik kalır.
Turgut Uyar’ın klasikleşmiş şiiri "Göğe Bakma Durağı", tam da ismiyle müsemma denilecek şekilde, hayatın esas yörüngelerini, aslolanı keşfetmeye dönük coşkun bir çağrıdır. Gecenin karanlığında, herkes uyurken sevgilisiyle otobüsten inip aşkla sarhoş bakılan gökyüzü ve yıldızlar, ne için, ne uğruna, nasıl yaşanacağına bir yanıttır sanki.
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Yıldızların hatırlattığı
Durma kendini hatırlat dizesi, şiirinden bağımsız göğüs kafesinde her daim titreşme gücüne sahip bir dize. Sevgiliden talep edilmiş hâliyle aslında insana neyi unutmaması gerektiğini gösteriyor. Aşkı hatırlamak, insanın varlığını unutmaması, özünü kaybetmemesi için bir şart. Yazıdan önceki zamanlardan kalma kadim bir bilgi. Kuşaktan kuşağa aktarılan miras.
Kutup yıldızıyla bulduğun yön sadece coğrafi konuma dair değil. Yıldız kaydığında tuttuğun dileğin sadece bir hayal olmaması gibi. Bağ kurmaya, riyasız var olmaya dair bir gerçek var onların hatırlattığı. Şimdilerde sanayi ve ışık kirliliği, öyle her an yıldızları gönlünce görmeye engel. Belki tam da bundan sebep her zamankinden daha da önemli, daha da gerekli yıldızlar.
Otomatik pilottan yapageldiklerin yaşamak denen hazineyi doldurmuyor. Sahile uzanıp yıldızlara bakmadan anlayamıyorsun hayatı. Uzağı yakın kılan o titreşimli ışık, gözbebeğinin içine yerleşiyor. Sana o yıldızlar kadar uzak gelen bir yerlerde aynı gökyüzüne, aynı yıldızlara bakan birileri var. İhtimal seni düşünen. Gıyaben paylaşılan bir ânın heyecanıyla titreyen.
Karanlığımıza teselli veren yıldızlar olmasaydı ne ederdik böyle aşağılarda? Tam da bundan sebep değil mi şarkıların bunca yıldızlardan bahsetmesi?… Mehmet Güreli’nin "Kimse Bilmez"indeki o nakarat gibi.
Bu yıldızlı gökler
Ne zaman başladı dönmeye
Kimse bilmez
Kimse bilmez
Hayattan çalınma kaçak zamanlar gibi gelen büyülü zamanlar var. İçmeden sarhoş hissettiren, ayakları yerden kesen, yaylanarak yürüten. Yokuş aşağı koştuğun, avaz avaz şarkı söylediğin. Geldiği gibi geçecek o büyü elbette. Hayattaki pek çok şey gibi. Ama belleğine kaydedeceksin o duyguyu. Yıllar geçtiğinde hikâyenin kendisi, ayrıntıları bulanıklaşacak belki ama o duygu hep içinde saklı ve korunaklı kalacak. O esrikliği koklayacaksın, parmağının ucuyla dokunacaksın ona. En karanlık gecede ekseninde döne döne dans edeceksin. Kendi ekseninde döndükçe, yıldızlar ayaklarının ucuna kadar inecek. Kimse bilmese de ömürlük hakikatin var: O yıldız sensin.
Sürgünlerin, kadersizlerin çoban yıldızı
Gökyüzünde güneşe yakın konumda bulunduğundan sadece güneş doğmadan önce ya da battıktan sonra görülebilen Çoban Yıldızı’nda sıra… Venüs, Çolpan, Zühre, Akşam Yıldızı, Sabah Yıldızı, Tan Yıldızı olarak da bilinen bu gök cismi kendi ekseni etrafında, Güneş Sistemi'ndeki diğer tüm gezegenlerin aksi istikametinde döner. Görülebildiği zamanlarda da, gökyüzündeki en parlak cisim olarak dikkat çeker.
Gökyüzünde asılı kandildir sanki. Teselli arayan, yanıt bulmaya çalışanların dayanağı. Teoman, yönetmenliğini de üstlendiği "Çoban Yıldızı" parçasının siyah-beyaz çekilmiş klibinde tam da bu anlama odaklanır. Adeta I. Dünya Savaşı atmosferi kurduğu klipte gencecik bir askerin yüzüne ve beden diline bakarken korkuyu ve yeisi koklarız. Her yerden her an ölümün patladığı tekinsiz bir ormanda yaşanmamış bir hayata veda vardır. Her şeyin başında olanların ölmek ve öldürmek sarkacına kıstırılan kaderi.
Yüzme bilmeden daha, deniz görmeden
Hiç güneşte yanmadan
Şimdi ölmek istemem bir kalbi sarmadan
Aşkı tatmadan daha, onla sarhoş olmadan
Hiç sevişmeden daha
Şimdi ölmek istemem, daha hiç gülmeden
Çoban yıldızı
Sen benle kal,
Çoban yıldızı
Hep benle kal,
Zamanın varsa
Ben hiç kimsem olmadan
Tepeden tırnağa ona hiç sarılmadan
Şimdi ölmek istemem kalbine dokunmadan
Hadi al götür beni, hâlâ benimmişler gibi
Evime, yurduma
Taze meyve tatları yağmurlarında
Çoban yıldızı
Sen benle kal,
Çoban yıldızı
Zamanın varsa,
Biraz daha
Çoban Yıldızı herkes ve her şey gittiğinde seninle kalandır. Kimsenin senden koparamayacağı kök, söndüremeyeceği ışık. Verilmeden var olan o yüzden senden eksiltilemeyecek öz. Savaşın bir anda hiç kıldığı dünyanda tutunabileceğin ilahi dal. Başa yıkılan evlerin, zorla düşülen varışsız yolların, tekmil korkuların ve döşeksiz ölümlerin biricik yoldaşı.
Bugün yine yıkıma sahne olan Ukrayna sınırları içerisinde bulunan Lviv’de dünyaya gelen ve sınırların yeniden çizildiği II. Dünya Savaşı’nda henüz bebekken diğer Lehler gibi ailesiyle sürgüne Krakow’a yollanan Adam Zagajewski de, bitmeyen bir sürgünü anlatırken bir yıldıza sığınır. Lviv zaman içerisinde şairin kalbinde hatıralarla hayali kurulan ve özlemden masala dönüşen bir şehir olarak yer ederken Zagajewski "Yıldız" başlıklı şiirinde medet umduğu asıl kaynağa seslenir. Clare Cavanagh’ın İngilizce çevirisinden denediğim kadarıyla çağrısı şöyledir:
Yıllar sonra döndüm sana
gri ve tatlı şehir,
geçmişin sularına gömülü
değişmeyen şehir.
Felsefe, şiir ve hevesin
öğrencisi değilim artık.
Çok fazla dize yazan
o genç şair değilim
o dar sokakların ve yanılsamaların
labirentinde dolanıp duran.
Saatlerin ve gölgelerin hükümdarı
eliyle okşadı yüzümü,
ama halen bir yıldız, bir parıltı
yol gösteriyor bana
ve sadece bu parıltı
mahvedebilir ya da kurtarabilir beni.
Yerinden yurdundan olanların, hayata her seferinde sil baştan başlamak zorunda kalanların bildiğidir: Asıl ölüm o parıltıyı gözden yitirdiğinde yaşanıyor. O genç sen’i gerilerde bırakıyorsun, doğduğun şehri belki haritada dahi göremez oluyorsun. Geriye bir çoban yıldızın kalıyor. O pırıl pırıl, o titrek ışık. Ve o ışığı hayatın ve ölümün pahasına koruman gerekiyor.