Bazı yanlış anlamalar

Bizde siyaset, iktidar olup birilerini ezme sanatıdır. Ayrıca yerel minik iktidar çoğu zaman büyük karmaşık iktidardan daha caziptir

ÜMİT KIVANÇ

26.04.2018

Türkiye’de en zor şeylerden biri oturup tartışmaktır. Oturma kısmı kolaydır. Sandalye atma geleneğinden tutalım, buluşmaya, görüşmeye, sohbete “oturma” dememize kadar, bunun kolay olduğu bellidir. Tartışma kısmı çetrefillidir. Çünkü tartışmak için önce, yani gelişip azmanlaşmış, düşünce ve hattâ duygu yerine geçmiş güdüler, varoluşsal korkular, kompleksler, önyargılar, tepkiler, öfkeler, kinler, hasetlerden evvel fikirlere sahip olmak gerekir. Bizde fikir, bir hükmün zeminini, çerçevesini, geliş yolunu veya bizzat kendisini ifade etmekten çok, sahibinin kişiliğini veya o anda içinde görünmek istediği kişiliği, bulunduğu veya kendini bulunuyor göstermek istediği konumu ilan eder. Yani bugünün şeysine göre söylersek, kimlik gösterirken aynı anda konum atma gibi bir işlemden sözediyoruz. Ki, bizde siyaset de esasen bu anlama gelir – şimdilik buna girmeyelim.
Şimdi… karşılıklı fikirler varolmayınca nasıl tartışılacak? Tartışılmayacak. Dolayısıyla fikirler tokuşturulmayacak, bunun yerine sahipleri tartılacak.

İlk bakışta kolay gibi gözüküyor. Fakat Şark âleminin tuzaklar ve engebelerle dolu yumuşak toprağında hiçbir düzgün hat üzerinde doğruca yürünmez. Kolay değil. Çünkü tartıda ağır gelenin vücuduna ağırlık yapacak maddeler zerk ettirdiği iddialarından tutun, hafif gelen hafif gelsin diye dışarıdan birilerinin tam o esnada tartıyı alttan dürttüğü şaibelerine kadar bir dizi hayalgücü ürünü etrafta uçuşacaktır. Ne kötü ki, bunların türlüsü daha önce yaşanmış da olacaktır.

Tartı demişken… Tartışma yerine tartmanın düzgün yapılabilmesi için şüphesiz herkesin doğru tarttığına güvendiği bir tartının varolması gerekir. Oysa düzgün tartıyı kimse istemez. Çünkü günün birinde sahiden birilerinden hafif çıkabilirsin. Biz ne isteriz? Her durumda ağır çekmeyi. Tartı düzgünse ne olur? Hafifsek ağır çekemeyiz. Şark’ta politika, hafifsen de ağır çekme zanaatı.
 
Hayatın anlamı konusu bir nevi
 
Herkesi düzgün tartacak tartının geçerliliğini hep birlikte kabul edelim dersek, hepimizin hayatına yön veren biricik güdü, varoluş gayemiz, hayat suyumuz, kanımız canımız tehlikeye düşer. Hakikat karşısında mağlup olmak Şark insanının en büyük korkusudur. Bu yüzden hakikati hiç sevmeyiz. Bizi yenebilir. Onun yüzünden başkalarına da yenilebiliriz. Hakikat asla başına buyruk bir yalnız kurt olmamalı, terbiye edilmiş köpek edilmeli, içinden geleni değil buyurduğumuzu yapmalıdır.
Bizim hayatımıza yön veren biricik güdü, varoluş gayemiz, hayat suyumuz, kanımız canımız, birilerinden üstün olmaktır. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, hattâ kimler olursa olsun… birilerinden üstün olmak. Bunu, kenarda olsun, köşede olsun, parmak kadar olsun, üç metrelik çember dışında bir halta yaramasın, hiç önemli değil, iktidarımız olsun, diye tercüme edebiliriz. Bu maksatla, eğer biz birilerinin üstüne çıkamıyorsak, onları yere sermek için elimizden geleni yaparız. Mübahtır. İktidar için dökülen kanın hesabı tutulmaz.

Bizde siyaset, ama ülke çapında ama çeşitli çemberler içerisinde iktidar olup birilerini ezme sanatıdır. Ayrıca yerel minik iktidar çoğu zaman büyük karmaşık iktidardan daha caziptir. Daha kolay elde edilir, daha kolay elde tutulur. Büyük iktidarlara rakip olmadığından daha az tehdit altındadır. En büyük tehdit en yakındakilerden geldiği için en amansız savaşı yanıbaşındakilerle yürütür.

Eğer siyaset birilerini ezme kudretini ele geçirme zanaatı ise, haliyle, böyle bir uğraş için zaten tartışmaya ihtiyaç, fikre gerek yoktur.

Şu tesbitimle ne kadar çok insanı fuzuli yükten kurtarıyor olabilirim!..

Üstelik bu kadar da değil. Akıllar fikirler yürütmeyecekseniz, mantıkla işiniz olmayacaksa, meselâ, matematiğe de ihtiyacınız yoktur. Bu da bir büyük milleti en muazzam gereksiz uğraşlardan birinden kurtarmak demektir.

Son yıllarda, tıpkı yabancı para birimleri dolar ve euro gibi mantığın, felsefenin, matematiğin de gereksizliğini bilen bir iktidar tarafından yönetilmek sûretiyle tabiatımıza yaklaştığımızı, buna uygun bir hayat sürmekte olduğumuzu teslim etmeliyiz.
Bu iktidar, gün geçtikçe saf kötülükten beslenir hale gelen haleti ruhiyesini eski dönemin kötücüllüğüyle birleştirerek önemli bir adım attı. Fakat şüphesiz, bazen başlıbaşına hükmedici bir canlı varlık olup olmadığını insana düşündürebilen kötülük, muktedirler koalisyonunun elindeki sopadan ibaret değil. Zemini var, hayat alanı var, beslenme kaynakları var, büyüten bakan eden var, onsuz yaşayamayan var. Onsuz nasıl yaşanır, bilmeyen var.

Bizim toplum hayatımızda hüküm süren kötülüğün, kötücüllüğün bir zemini, kaynağı, tarihi, giriş-gelişme-sonucu var. Kötülük başka yerlerde de var, evet. Ama bir defa, bu kadar yaygın mı? İkincisi, böylesine makbûl mü? Üçüncü olarak, kötülük, meselâ devlet görevlilerinin doğal terbiye ile edindiği davranış tarzı olabilir mi? Ve dört: kötülüğün kötülük olarak görülmeyişi neyin alâmetidir, bu haltı yiyen insan topluluğu için? Din ve ahlâk bilgisinden iftiharlık not almanın mı? Din-ahlâk-kötülük arasındaki mevcut ilişki, tuttuğun bekçinin evi soymasını yorumlarken anlaşılabilir belki.
 
Hayır, kimse utanmayacak
 
Günlük zulüm dozunu fazla bulan insanlarımız, zalimlere “utanacaksınız” diyorlar bazen. Esas olarak bu yanlış anlamayı gidermek üzere şu yazıyı kaleme almaya çalışıyorum: kimse utanmayacak. Utanmanın gelecek zaman hali diye bir şey yoktur. Utanacak olan ya zaten yapmaz ya da bir yandan utanır. Utandığını görürsün, bilirsin, hissedersin. Siz utanan birilerini tanıyor musunuz? Kim utanacak? Sorarım size? Kim utanacak?

Yoksul parasıyla saray nizamı kuran muktedirler mi utanacak? Günde beş-on okkalı yalanı insanların gözlerinin içine baka baka söyleyebilen habis yalaka siyasetçi  ve propagandacı tayfası mı utanacak? Ortada delil melil olmadığını göre göre insanları tutuklayan, hapse atan, akıl almaz cezalarla hayatlarını karartan vazifeliler mi utanacak?

“Cumhuriyet Davası” adlı garabet tezgâhın ulaştığı noktada saçma demenin iltifat kaçacağı iddialarla saçmasapan hapis cezalarına çarptırılan meslektaşlarımıza bu muameleyi revâ görenler mi utanacak?

İşte, söylüyorum: Kimse utanmayacak. Niye? Çünkü utanma tedavülden kaldırılmış bu topraklarda. Öyle. Kaldırılmış. Çünkü utanma diye bir duygunun zerreciği havada dolaşsa, insanlar neyin üzerinde oturduklarına, neleri nereden edindiklerine, neleri bilerek yok ettiklerine, hangi hakikatler ortaya çıkmasın diye toplu suç ortaklığı içerisinde yaşadıklarına er geç bakarlardı. Hakikati istemiyorsan ilk ortadan kaldırmaya çalışacağın şey utanma duygusu olur. İlaveten, utanma duygusu yok edilmiş olmasa, küstahlık, nobranlık, cahil saldırganlığı gibi hasletler yerli-millî kültürün başat unsurları haline gelemezdi. Sabahtan akşama yalan söylenemezdi. Hak edilmemiş mevkilerde, gasp edilmiş yaşam alanlarında, çalıp çırparak ele geçirilmiş servetleri tüketerek sefa süren, aralıksız yalan söyleyen insanlar dinden imandan sözedemezdi.

Şu da var: Utanmayan muktedirlerin rezilliğini tesbit ve teşhir etmek zor değil. Göz önünde, üstelik utanmazca zulmediyor onlar. Utanmazca yalan söylüyor, çamur atıyor, kötülük ediyorlar. Lâkin utanma duygusunun toplumun yalnız bir kısmında ortadan kalktığı da pek görülmemiş. Kimi Roboski katliamından yalnız iki gün sonra sokaklarda ışık oyunları ve havai fişeklerle yılbaşı kutluyor, Suriyeli mültecilere sahip çıkmaya kalkanlara “çok seviyorsan al evinde besle” diye haykırıyor, “Cumhuriyet Davası” savcısı da Aydın Abi’ye terörist diyor, yargıcı Ahmet’i aynı anda “FETÖ” ve DHKP-C’ye yardımdan hapse mahkûm ediyor. Ya da, ne bileyim, askere aldığın Ermeni gencini tam da 24 Nisan günü devletin tüfeğiyle vurup öldürüyorlar, üstüne hamaset tarihi kurduğun o üniformanın, bayrağın hatırına bile kılın kıpırdamıyor. Utanmasızlığın toprağı var burada; yetişir. Eline iktidar alanın takviye kuvveti o. Bir cezasızlık bir de utanmasızlık. Rejimin harcı. Öncekinin, şimdikinin, hepsinin.
 
Tarih de kim?
 
Bir yanlış anlamaya daha el atalım: Tarih şöyle yapacak, böyle yapacak. O arada bunları da utandıracakmış. Hayır, tarih bir şey yapmaz. Sen direnirsin, örgütlenirsin, onurlu, dayanışmacı, özgürlükçü ve demokratik bir hayat için uğraşırsın, ne yapılacaksa sen yaparsın. O “tarih”, gideni geri getirmenin mümkün olmadığı, merhametsizi, fırsatçıyı âbât etmiş soykırımlarla, cezası verilememiş katliamlarla, zararı giderilememiş haksızlıkların bin türlüsüyle, onyıllarca hükmetmiş zorbalarla dolu. Türkiye gibi, herkesin bir çeşit ‘kurtuluş”u başkasından beklediği yerde, gayet şaibeli ve kirli bir şahsiyet olan “tarih’in bizi günün birinde düze çıkaracağını söylemenin anlamı yok. O tarih ki, bizzat varolup olmadığı, her dönemin muktedirinin kendine göre şekil verdiği, mayası bozuk bir masaldan ibaret olup olmadığı dahi fazlasıyla şüphelidir.
Bir insan topluluğu, beraber yaşamaya dair neyi ne kadar geliştirebiliyorsa, onu mutlu edecek birarada varoluş tarzı her neyse ve buna manevî kudreti, kabiliyeti, aklı ve fizikî gücü ne kadar yetiyorsa ona göre yaşar. Herkesin birbirinden nefret ettiği, nefretle de kalmayıp, ötekini ortalıkta görmek dahi istemediği, kendini evrenin merkezi, başka herkesi kendisine itaate mecbur saydığı bir toplum, doğal olarak, aralarından kim güçlüyse onun ötekileri ezdiği, demokratik falan tabiî ki olmayan, insan onurunun hiçe sayıldığı bir durumda yaşar.

Nâçizâne şunu demeye çalışacağım: insan onuruna yaraşır, görece demokratik ve, her şeyden önemlisi, herkes için geçerli asgarî hukuk zemininin, kuruluş amacı ve çalışma ilkeleri açık, şeffaf hiç değilse üç-beş temel kurumun varolduğu, yürütme gücünün denetlenebildiği bir rejimin, bırakın yaşamayı, ortaya çıkabilmesi için, Türkiye’de zihniyetini değiştirmesi şart olmayan hiçbir kesim yoktur. Kötü cümleyle pek dolaylı ifade ettim, farkındayım. Ama şu anda daha iyisini yapacak gibi görünmüyorum; hemen üç noktalı bipli bölgelere kayıyorum. Herkes adına şöyle de konuşabilirim aslında: Biz şahaneyiz ama ötekiler bunu bilmiyor.

Bu mânâsızlığı bir an önce terk edip silkinmeliyiz. Son sürat korku tüneline dalmak kader değil. Ama vaktiyle bindirildiğimiz şu arabalarla da o tünele giden bu raydan başka yerde seyahat mümkün değil.