‘’Beni tehdit edenler, hedef gösterenler hoşçakalın’’

Adı hâlâ “Tarafsız Bölge”; öyle bir ismi hak etseydi bu program, o gece bile bile Tahir Elçi’nin üzerine gide gide polemik yaratılmazdı

SEZİN ÖNEY

28.11.2017

Sur'un labirent sokaklarında Tahir Elçi'nin sesi yankılanıyor. Tarih, 28 Kasım 2017. Saat 11'e yaklaşık 10 var.

O sesi o sokaklarda gerçekten yankılanırken duyabileli tam iki yıl oldu halbuki. Ve ne yazık ki, bir ses kaydı Dört Ayaklı Minare'nin az ötesinde duyulan.

Üzerine kurşun gibi ağırlık çökmüş Tahir Elçi'nin sesini dinleyen kalabalığın. O kadar ki, O'nu ananlardan çok daha canlı ve hayatta bir perdede Tahir Elçi'nin sesi.

Sanki ananlar ölü, sokaklar ölü, Sur ölü.

Kırmızı karanfilleri, "perde arkasında" bırakılan Dört Ayaklı Minare'ye doğru atmak için hareketlendiğinde kalabalık, hem "POLİS" yazılı bariyerlerle karşılaşıyor hem de sokağın ve Sur'un büründürüldüğü griliğe tezat, cartlak mavi plastik perde ile…
Gözyaşları içinde, o cartlak mavi arsız şeyin engelini aşıp kırmızı karanfili, Dört Ayaklı Minare'ye doğru atmaya çalışan da var; karanfilleri, mavi plastiği ve bariyerleri utandırmak ister gibi üzerine iliştiren de… Kimileri de, perdeyi aşağı indirmek istiyor.
Dört Ayaklı Minare de öyle uzaktan boynu bükük, kurtarılmayı bekler, "kurtarın beni bu esaretten" der  gibi sanki. Ama cartlak plastik, yapışkan. Öne dikelen engeli aşağı çekilmek istendikçe, daha bir kapatmaya çalışıyor yolu.
Yapışkan ki ne yapışkan…

Kaldırıyorsun illâ düşüyor, yana itiyorsun yanında bitiyor, kaçıyorsun değmesin diye ama o yıvış yıvış ısrar kıyamet illâ perdeleyecek yolu.

Kendi yolu olmayanlar işte böyle başkalarını engeller; onların önüne tuzak, bariyer olurlar. Mavi cartlak plastik perde de öyle…

Hayatı engellemek istiyor, yaşama ölümün gölgesini düşürmek istiyor, Sur yaşamasın, sokaklarında hayat akmasın istiyor. 16. yüzyıldan beri önünde, arkasında, çevresinde insanları görmeye alışmış Dört Ayaklı Minare'yi hapse atılmış, tecrit edilmiş bırakmak istiyor.

Kalabalıkta bir vâkur ve su gibi duru bir yüz var: Türkân Elçi. Acının gerçek sahibi O.

Biz, her ne kadar üzülsek, eksiklik hissetsek, büyük bir kayba uğramış olsak da; Türkân Hanım, Nazenin ve Arin'in yaşadıkları bambaşka bir şey.

28 Kasım günü yaklaştığında, o gün gelip çattığında, kaybımıza yoğunlaşıyoruz. Ama özellikle bir hayat arkadaşı için, ruh ikizinin kendisinden kopartılıp alınması, ortadan yarısından biçilmiş bir elma misali yaşamaya mecbur edilmek gibi bir şey.
Türkân Elçi, çok yetenekli bir yazar, bilge bir kadın ve edebiyatçı ruhlu biriymiş meğer; keşke "normal şartlar altında" tanıyabilseydik bu yanını. Ne yazık ki, böyle olmadı.

Türkân Hanım yaptığı bir konuşmada, "Bu kış her kıştan daha kış; ölümler kışlardan daha kış. Hadi gel öfkemize ip bağlayalım, o ipleri dipsiz kuyulara salalım. Baharlardan güller toplayalım; kurşunun keskin sesine biz gül atalım. Hoşgeldin kardeşim, acılı yalnızlığıma hoşgeldin" demişti.

Bu acılı yalnızlığı ucundan kenarından da olsa tanıyorum; kendisinin ne demek istediğini biliyorum.

Ki, bu yalnızlığın daha öncesinde de, çok kaygılı bir süreç var. Ne oldu,  ne olacak diye kaygılandıran; Tahir Elçi'nin birden durduk yerde her zaman olduğundan da fazla biçimde hedef hâline getirilmesiyle başlayan…

25 Ekim 2015'teki "Tarafsız Bölge" programına katılanların tümü, Tahir Elçi dışında, yaşamlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar.

Program da devam ediyor.

Adı da hâlâ "Tarafsız Bölge"; öyle bir ismi hak etseydi bu program, o gece bile bile Tahir Elçi'nin üzerine gide gide polemik yaratılmazdı.

O geceden bu geceye aslında adı konmadan denilmek istenen; Kürt isen, önce bir önyargı ile hayata başladığın. Hukukta, suçu isbat etmek gerekir. Ama, Kürtlere zaten doğuştan suçlu gibi bakılıyor; suçsuzluklarını isbat etmek zorunda kalıyorlar. Hukuken de, Kürt Sorunu'nun özeti tam da bu.

"Tarafsız Bölge"de tüm iyiniyeti ve masumiyeti ile var olmaya, sesini duyurmaya çalışanlara; Tahir Elçi üzerinden milyonlarca insana yapılan, önyargıların karanlık boyasından alınlara "terörist" damgası işlenilmesi.

"Tarafsız Bölge"nin tarafındakiler, hayata hiçbir şey olmamış gibi davam ediyorlar da…

Yaşamına hiçbir şey olmamış gibi devam edemeyen sadece ateşin düştüğü yerdekiler.

Ve bir de, Tahir Elçi'nin cenazesinden görüntüleri, "terörist cenazesi" diye paylaşanlar, bunu böyle tescillemeye çalışan "hukukçular" var ki; onlara diyecek birşey bulamıyorum. Ölü de değiller, zombi de değiller, zebani de değiller; hiçler. Dört Ayaklı Minare'nin dört ayağından birinin tozu bile değiller.

Tahir Bey, daha üniversite birinci sınıfta gözaltına alınıp işkence görmüş biri. Gene üç aşağı beş yukarı aynı dönemde, köyü Hebler/Hisar yakılmış. 1993'te ikinci uzatmalı gözaltısını ve işkencesini yaşamış. 1990'ları, takip tehdit kıskacında geçirmiş.
Hem 1990'lar, hem 2000'ler işkolik vaziyette müthiş bir çalışma temposu ile akmış gitmiş. Hem sivil toplum, hem baro, hem büro, hem şu hem bu diye profesyonel bir koşuşma derken; 2010'lar rahat edeceği ve emeklerinin karşılığını alacağı, kendine ayıracağı zamanlar olmalıydı.

"Direniş ve mücadele sürecek" diye de yazabilirim; ki, sürecektir de…

Ama insanlar, biraz da hayatlarını yaşasın. Ağır fedakârlıklar, mecburiyetler, "yastıkta", "sevdiğinin kucağında" ölümlerin dahi çok görülmesi; ya yeter artık. Yapılmasın, yapmayın, yaptırmayın.

Çekin cartlak plastik mavi perdeleri şu hayatın önünden….

Türkân Hanım, Tahir Bey'in cenazesinde şöyle demişti:

"Bugün ebediyete intikal edince onu faili meçhul ordusu karşılayacak. Kendini her zamanki gibi nezaketle tanıtmaya çalışırken, herkes 'tanıtmaya ne hacet' diyecek: 'Seni bütün faili meçhuller, bütün âlem tanır, senin bize bir ömür hakkın geçti. Biz seni buradan izledik.'

Bize bir ömür adadın diyecekler ona. 'Kaldı mı senin gibi kınalı güvercinler' diye soracaklar. Elçi'nin o zaman gülümseyen yüzüne bir akşam inecek. Valla ne diyeyim geldiğimde bir avuç güvercin vardı, kartallar şahinler, leş kargaları kol geziyordu. Sen bizi savundun diyecekler, ya seni kim savunacak. Arkamda eşim var diyecek. Benim gibi düşünen arkadaşlarım var diyecek. Bugün dilekçe verdiğim yurt dışına çıkış yasağım kalktı, kıtaları denizleri fersah fersah gezebilirim. Hakkımda açılan davanın duruşmasında muhakkak hakkımı savunmak için hazır bulunacağım diyecek. Bütün faili meçhuller onu bağrına basacak. Ve 'Dört Ayaklı Minare'nin en tepesine basacağım, tarih anlayacak beni' diyecek. 'Beni tehdit edenler, hedef gösterenler hoşçakalın. Beni anlamayanlar hoşçakalın, anlamak istemeyenler, dudak bükenler hoşçakalın. Geçirildiğim işkence tezgâhları hoşçakalın. Beni sevenler, destekleyenler, çocuklarım, eşim hoşçakal' diyecektir."

Evet; gerçekten de "hoşçakal" demenin zamanı. Ama tehdit edenler, hedef gösterenler, anlamayanlar ve Tahir Elçi'nin vericiliğine tezat bencillere.

Tahir Elçi'ye ise yeniden "merhaba"; çünkü vakfı doğuyor.

Türkân Hanım'ı da yeniden doğuracağına; ötesinde de, düğüm düğümlenen boğazlardaki hıçkırıkların, kasvetin, hüznün yerine içlere dolacak taptaze bir nefes olacağına eminim