Biliyorum, biliyorsun, biliyorlar: Bilmek hallerimiz
Bu koşullu cehalet tipolojisinin aksi versiyonu, hiçbir şey bilmediği ya da yarım yamalak bildiği halde her şeyi çok iyi bildiği inancını acayip bir pervasızlıkla yüksek sesle dillendirmekten geri durmayanlar oluyor. Okumaz, araştırmaz, ama bilirler
30.08.2024
Herkes her şeyi bilmek zorunda değildir. Ama bizim ülkemizde herkes her şeyi “bilir.” Bilse de bilmese de bilir; en azından öyle görünür. Bilmediğiniz adresi sorduğunuz bazı insanlar mesela, sırf “bilmiyorum hemşerim” dememek için sorunuza kırk tane yersiz soruyla karşılık verirler; “Bu mahallede mi? Hmm. Sağında solunda hangi dükkanlar varmış, biliyor musun?” Yahu bilmek zorunda değilsin, “bilmiyorum, yanlış yönlendirmeyeyim seni” dediğinde bir tarafın eksilmeyecek yani.
Her şeyi bilmek, malum, medyatik yazar-yorumcu erbabının olmazsa olmaz önemde bir “meziyeti.” TV ekranlarındaki yorumculara bakın; depremse deprem, savaşsa savaş, Ortadoğu, Avrupa Birliği, ekonomik sorunlar, CHP’de neler oluyor, her konuda “uzman” edalarından zerre ödün vermeden konuşuyorlar, yorum yapıyorlar, keskin öngörülerde bulunuyorlar. Bazen hızlarını alamayıp, “Şöyle olursa çıkar Taksim Meydanında anırırım” diyebiliyorlar. Dediği gibi olmuyor ama çıkıp Taksim Meydanında anırmıyor da. Tamam anırmasın ama bari izleyicilerinden özür dilesin, desteksiz atış yaptığı için. Ne gezer… Normalde insan içine çıkmaya utanması gerekirken, “yorumculuk” yapmaya devam ediyor; utanma duygusu olmayınca “sıkıntı” yaşamıyor demek…
Ekranlarda sunucunun gündemdeki konu her ne ise onunla ilgili sorusuna, “bilmiyorum” diyene rastlamadım bugüne değin. Bilmeyebilirsin yahu! Ne var bunda? Bir konuyla ilgili yorum yapacak denli bilgi sahibi olmak, sonuçta bir eğitim, donanım, araştırma gerektirir. Ama böyleleri için biraz yüzsüz, biraz da “cahil cesareti” sahibi olmak yetiyor…
Bir ara TV’lerdeki tartışma programlarına ben de davet edilirdim. Şimdi hangi kanaldı ve soru neydi hatırlamıyorum ama çok konuklu bir programdı ve sunucunun bir sorusuna, “O konuya yorum yapacak kadar hakim değilim,” gibi bir yanıt vermiştim. Ertesi günü arayan bir arkadaşımdan düpedüz “fırça” yemiştim bu nedenle: “Bilmiyorum ne demek ya? Sen gazetecisin, araştırmacısın, yazarsın! Hayret bir şey!” Öyle ya, bilmiyor olsan da sallayacaksın bir şeyler, ne var bunda yani?!
Bazen, bazı okur ve izleyicilerimle de aramızda ilginç diyaloglar cereyan ediyor. Bunlardan biri, açık ve anlaşılır bir dille, “Osmanlı tarihiyle ilgili uzman filan değilim” dememe rağmen ısrarla “Kanuni Sultan Süleyman’ın filanca seferiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?” türü sorular yöneltiyor bana. En son kendisine, Osmanlı tarihiyle ilgili bir futbol müsabakasından hareketle Türkiye’nin Viyana’yı fethettiğini düşünen tarihçiler olduğunu, sorularına arzuladığı yanıtları o tür tarihçilerin verebileceğini yazdım. Henüz yanıt vermedi. Ama, “Ne biçim yazarsın sen? Bir şey bildiğin yok!” gibi bir yanıt yazarsa şaşırmayacağım. Bu arada belli ki adam kendince eğleniyor. Sorun değil; küfür, hakaret, tehdit olmasın, üslubuna dikkat etsin de…
***
Bu her şeyi bilenler sadece kerameti kendinden menkul TV yorumcuları değil tabii. Çevrenize bir bakın, kesin her konuda bir görüşü, görüşü olmak ne kelime düpedüz yargısı olan birileri vardır mutlaka. Tartışamazsınız. Tartışırsınız da, hayatta ikna edemezsiniz, asabınızın bozulduğuyla kalırsınız.
Bir ara kızardım ama artık çok da aldırış etmiyor, hatta eğleniyorum; dünyada ve tabii ülkemizde her ne olup bitiyorsa Rothchild ailesinin başımıza açtığı işler olduğunu düşünen eski solcu arkadaşlarınız var mı sizin de?
Bu sığlığın önceki versiyonu, malum, her taşın altında “kağıttan kaplan Amerikan emperyalizmini” bulmak şeklinde tezahür ediyordu. Pek üzerinde düşünmezdik; hem kağıttan kaplan ve hem de dünyaya hakim nasıl olunabiliyorduysa artık… Tabii bir emperyalizm çeşitlemesi olduğunu da atlamamak lazım. Mesela hayli zamandır Avrasyacılık şeklinde bir görüşü teorize etmeye çalışanlar, bir zamanlar “baş düşman sosyal emperyalizmdir” derlerdi; şimdilerde “baş dost” gördükleri Rusya Federasyonu yani… Olsun nasıl olsa dün dündür bugün de bugün. Utanmak nedir?
Bu bir düşünce biçimi ve versiyonları çok. Mesela bu düşünce kalıbının, “İngiliz oyunu” versiyonu var. Bunlara göre dünyada ve Kürt sorunu da dahil olmak üzere özellikle Ortadoğu’da her ne sorun varsa hepsi de İngiliz planı, İngiliz oyunu… Savaş varsa İngilizler istediğindendir, barış olacaksa İngilizler istediği içindir… Duruma göre bazen “İngilizler Kürdistan kuracak” diyorlar bazen de “Kürdistan kurulmasını İngilizler istemiyor.” Herhangi bir kaynak göstermeye, savunduğu görüşü temellendirmeye, inandırıcı kılmaya da gerek görmüyorlar.
Malum, AKP kurmayları, muhtemelen Saray’da danışman olarak konumlandırdıkları eski solcular marifetiyle bu sığlığı, “Hep dış güçlerin yüzünden” şeklinde güncellemişlerdi. Uzun zaman iş gördü de. Ama galiba kısa süre öncesine değin geçim dertlerini bile kim, ne olduğunu da bilmeden “dış güçlerle” izah eden sokaktaki vatandaş, artık bu söyleme “doydu.” (Benden duymuş olmayın; AKP’li berberim benim kadar nazik ve insaflı değil; sinkaflı küfürler eşliğinde söylüyor bunu.)
***
Mesele sanırım biraz da “beynini yormamak” ile ilgili. Kitap okumaya merakımı bilen annem, çocukluğumdan beri bana “beynini fazla yorma oğlum” der. Anam nasihat ettiği için değil tabii ama doğalında beynini yormanın iyi bir şey olmadığını “keşfetmiş” çok insan var.
Bunların, “Ben anlamam siyasetten filan” deyip işin içinden çıkanları kanımca en “masum” olanları. Aslına bakarsanız çoğu anlamadıkları için değil, korktukları, “ne olur ne olmaz” hesabı yaptıkları için böyle der; siyaset netameli mevzu, neyine gerek… Kurnaz ve uyanıktırlar yani.
Bu koşullu cehalet tipolojisinin aksi versiyonu, hiçbir şey bilmediği ya da yarım yamalak bildiği halde her şeyi çok iyi bildiği inancını acayip bir pervasızlıkla yüksek sesle dillendirmekten geri durmayanlar oluyor. Okumaz, araştırmaz, ama bilirler. Nereden bildiklerini hatırlamazlar bir türlü; söylediğini nerede görmüş, nerede okumuş, kimden dinlemiş, vs. Bir tartışma esnasında son söz olarak sığındıkları temel argümanları, “Ben öyle biliyorum” tarzı cümlelerdir ve asla, “yanlış biliyormuşum” veya “araştırayım” filan demezler. Vücudundan et kopar daha iyi, o derece…
Sinan Sütpak’a reva görülen zulüm…
İlhan Sami Çomak’ı, 30 yıllık cezasının infazı tamamlandığı halde serbest bırakmadılar. Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulu, “iyi halli değil” dediği için. Üç ay sonra “iyi halli” olup olmadığına bakacaklar tekrar…
Bu kurulların Yozgat’ta olanı, Sinan Sütpak isimli bir siyasi mahpusu, 30 yıllık cezasını tamamlamış olmasına rağmen tam 1.5 yıldır serbest bırakmıyor! 6 kez toplanmış, Sinan’ın durumunu sözüm ona görüşmüşler ve neticede hep aynı kararı vermişler: “İyi halli olmadığı için…” En son geçtiğimiz 6 Ağustos günü demişler bunu ve Sinan Sütpak’ın serbest bırakılmasını 6 ay daha uzatmışlar. 6 ay sonra bunu bir 6 ay daha uzatmayacaklarının garantisi yok bu arada…
Sinan mahpus arkadaşımdır. Adıyaman’da, Bursa’da beraber mahpus yatmışlığımız var. “İyi halli değil” denilen Sinan, aksine iyi bir insandır. Ama serde Zazalık var ve muhtemelen ona “pişman mısın?” türü sorular soruyorlardır, o da bunu soranlara, “Quzilqurt!” diye başlayan cevaplar veriyordur… Oğlu Özgür’le konuştum, o da İlhan gibi elbet bir gün o zindan kapılarından başı dik çıkacak…
Şuraya yazıyorum, maksat kayda girsin: İnsanları “suçlamak” ve özgürlüğünden mahrum eden “cezalar” vermek mahkemelerin işidir, cezaevi görevlilerinin oluşturduğu bu kurulların değil! Apaçık yargısız infaz suçu işliyorlar!