Bir Başkadır’a dair somut eleştiriler
Berkun Oya, “dizi” denen mâmûlün rafta kalıp bozulmasına yolaçabilecek en riskli şeyi yapmış, diziyi olaya aç bırakmış
21.11.2020
Diziyi dizi olarak ele alıp konuşalım. Bunu iki sebeple özellikle yapmak istiyorum. İlki, bunca başarılı bir popüler eser kendi alanı ve koşulları içinde değerlendirilmeyi hak ediyor. İkincisi, diziye dizi olarak bakma alışkanlığının gelişmesine katkı yapabilmeyi istiyorum.
Baştan kısa ve net olarak belirtmek gerek: Pek çok bakımdan memleket standartlarının çok üzerinde, çok başarılı iş bu. Berkun Oya’nın yönetmenliğine, görüntülere, kurguya, sanat yönetimine ancak helal olsun denebilir. Bunlar iyi sinema kalitesinde. Oyunculuklarsa, iki kelimeyle, soluk kesici. Ancak hikâye ve senaryoda, abartılı beklenti ve yaklaşımları da besleyen ciddî sorunlar olduğunu düşünüyorum.
Oyunculuklara topluca değinip geçmeye içim elvermese de böyle yapacağım. Oyuncuları tek tek, uzun uzun övdüğüm kabul edilsin. Muazzam performanslar var dizinin birçok yerinde. İzleme keyfi bir yana, böyle bir oyunculuk kapasitesinin etraftaki varlığını hissetmek bile güzel.
Özel önem taşıdığı için oyuncu ismi vererek işaret edeceğim tek konu var: Karşısındaki Defne Kayalar’ın performansının, Öykü Karayel’in Meryem’deki müthiş başarısını nasıl parlattığı çoğu eleştiride atlanıyor; bu haksızlık. Orada bireysel becerilerden ibaret olmayan dinamik, üstelik bunu mükemmelen ortaya çıkarabilen kurgu var. Yemeği yerken hissettiğimiz, ama asla bilip de adını koyamayacağımız aşçı hüneri dersem mutfağa yabancı olanlar için de açıklayıcı olur umarım.
Yine mutfaktan konuşacak olursak, şunu demeden geçemeyiz: Ne kadar “zaten iyi” olurlarsa olsunlar, bir dizide/filmde bütün oyuncular böylesine etkileyiciyse hepsinin başarı hissesinden yönetmene ekstra pay ayırmak gerekir. Tıpkı mükemmel yazılmış diyaloglar ve titizliği ve yerindeliğiyle sanat yönetimi konusunda olduğu gibi. Estetik ve teknik bakımdan -hele dizi âlemi için!- çıtayı başkalarının zor erişeceği yüksekliğe çıkarmış bir ürün, Bir Başkadır. Berkun Oya’yı ve bunda katkısı olan herkesi kutlayarak eleştiri faslına geçiyorum. (Lafı uzatmamak için kimi yerde ilk yazıma atıfta bulunabilirim; yazı şurada.) Eleştiri konusu yapacağım meselelerin, bu kadar titizlikle kotarılmış iş için hayli beklenmedik zaaflar oluşturmasına hayretimi baştan belirteyim.
Dönem meselesi
Futbol ve siyasetin ardından üçüncü popüler uzmanlık alanı haline gelmiş konuda bazı aklıevvel izleyicilerin dışavurdukları zihniyet, gerçi hepimizi, diziyi falan bırakıp kendisini kurcalamaya davet ediyor, ama tahrike kapılmayalım. Başörtülüsü-başörtüsüzüyle Netflix’li büyükşehir ahalisi ve hikmeti kendinden menkûl allâmenin, “Meryem ‘asla’ bekar erkek evine temizliğe gitmez!”, “Kürt aile ‘asla’ Türkçe-Kürtçe karışık konuşmaz!” gibi, sırf benim hayatımdan örneklerle bile derhal yalanlanabilecek iddialarla uzmanlık taslamalarını unutalım.
Ancak üzerinden atlayamayacağımız bir özensizlik var, ilk bölümde uzunca sözünü ettiğim üzre, dizinin dizi değil de makalemsi memleket hali anlatısı muamelesi görmesini kışkırtan. Dizideki temel karşıtlığın ele alınışı, bize, olayların henüz Pelikan çetesi yandaki yalıya, Peri’nin ailesine komşu gitmemişken geçtiği izlenimini veriyor. Oysa bizzat Meryem’in ağzından, 2019’da olduğumuzu işitiyoruz. (Dizi üzerine tartışmalardan birinde, belediye tarafından espri konusu yapılan, varolmayan otobüs hattı numarası 24 de örnek gösterilerek, senaryonun bizi “fantastikle gerçek arasında ortada bıraktığı” ileri sürüldü. Ancak izlediklerimiz arasında, dönemin neden bilerek bulandırıldığını izah edecek dayanak bulamıyorum.)
Birçok eleştiride dile getirilen, maalesef doğru: “Peri’nin ailesi”nin hayattaki karşılıklarının bugünle önemli derdi yok. Çoğu zaten artık burada değiller. (Veya Peri’nin ailesi yanlış çizilmiş.) O derdi devralmış olanların, sesi canhıraş çıkan kısmı, yalıda değil, maaşlarının dörtte üçünü bayıldıkları dairelerde, akıllı TV’lerinden Netflix seyrediyorlar. Sanal âlem platformlarından onlara, başörtüsü altına beyaz bone takmanın geçmişte kaldığını bildiren tebliğciler de, benzer dairelerde yaşayan Netflix’li büyükşehir ahalisi.
Eleştirilerde iddia edildiği üzre, Meryem, Yasin ve Hoca artık iktidar değiller elbette. Zira Peri’nin başörtülü versiyonu artık jipiyle geziyor, “ötekileri” en az Peri kadar küçümsüyor, Pelikan yalıda, lâkin Meryem hâlâ temizliğe gidiyor.
Dönem-içerik uyuşmazlığı, hikâyenin zeminini sallantılı hale getiriyor, fuzulî yere ortalığı karıştırıyor.
Temsil meselesi ve Gülbin
İlk yazıda da değinmiştim: Bazı karakterler tam teşkilatlı karakter gibi değil, işlevsel araçlar olarak, kimi sert eleştirilerde dile getirildiği üzre “simge” olarak, “temsilî” figürler, “tipleme”ler olarak karşımıza çıkarılıyor. Bu hüküm bütün diziye ve bütün karakterlere yayılınca abartılı, ama doğru olduğu çok yer var.
En problemlisi Gülbin. “Kürt aile” sahnesinin haklı-haksız kurcalanmasına yolaçan şey, temelde seyircinin Gülbin’i bir yere oturtamayışı. Gülbin ile ailesi arasındaki “tarz” ve dil farklılığını seyircinin kabullenip unutuvermesi pekâlâ araya sıkıştırılacak bir-iki ayrıntıyla sağlanabilirdi. Gerek görülmemiş. Şahsen o evdeki sahnelerde senaryonun açık ihmali olduğunu düşünüyorum, Gülbin karakterine dair genel ihmalin yanısıra.
Aslında Peri’ye dair de ihmal var. “Temsil ettiği” yaklaşım ve tavır dışında onun hakkında bildiklerimiz pek sınırlı. Meryem’i tanıdığımızın yarısı kadar tanıyamıyoruz onu. Belirli bir büyükşehir kadını tiplemesi yazılırken ilk elde sıralanabilecek bazı özelliklerini biliyoruz, o kadar.
Gülbin’le ablası neden mütemadiyen saçsaça başbaşa giriyorlar? O yaştaki iki kızkardeşin birbirlerine hınçlarını anlatmanın yolu olarak mütemadiyen saçsaça başbaşa girmeleri hangi sebeple seçilmiş olabilir? Bu kadar incelikli işte senaryo bize en ufak işaret çakmadığı için, başlıyoruz Gülbin’i kurcalamaya.
Elbette Gülbin bir gerçek kişi değil dizi karakteri olduğundan -dizi eleştirisi “ortamı” için mecburî uyarı bu :)- kendisinin tutarlılığını bize sunulan özellikleri arasında aramalıyız. Senaryo bizi boşlukta bıraktıkça, ister istemez onun yerine hayattaki benzerlerini, daha fenası, bu benzerlere dair kendi izlenimlerimizi, birinden edindiğimiz, başka insana uyarlanması yanlışa yolaçacak izlenimlerimizi geçiririz. Bu, hikâyeyle ilişkimizi dingildek hale getirir.
Saçsaçalığı açıklamaya yetmese de, ablasıyla bu hallere düşmesine esas sebebin, Gülbin’in siyasî tavrı olduğunu düşünmekten başka çaremiz yok, çünkü elimizde yalnız o var. Gülbin, gazabını çektiği ablası tarafından, “Dağdaki dinsiz imansız arkadaşlarına sor!” diye tahkir edilebildiğine göre, siyasî tavrı kişiliğinde, yaşamında merkezî yer tutuyor. Mecburen kafamızdan tamamladığımız özellikleri icabı, böyle bir kadının Sinan’la ne işinin olacağını merak ediyoruz. Bunu kendimiz için kendi imkânlarımızla 🙂 olabilir kıldığımızdaysa, böyle bir ilişkiye sabah kalktığında kendini kötü hissedecek kadar anlam yükleyişini sindirmeye çabalıyoruz. (Oysa Melisa bu işi ne güzel halletmiş görünüyor!) Gülbin’i herhalde genel olarak “fuck-buddy” ilişkilerinin yarattığı manevî boşluk üzerine konuşuyor sayamayız.
Tabiî insanı en çok hayrete düşüren, Gülbin’in, danışmanlık yaptığı Peri’ye kadının en zayıf anında indirdiği darbe. Gülbin’i vicdansız, merhametsiz biri olarak tanımamızdan, onun nefret dolu bir riyakâr değilse ruhu meslekî protokollerce iğdiş edilmiş hissiz biri olduğunu düşünmemizden hikâye için nasıl bir yarar umuluyor olabilir? Üstelik o yaşta saçsaça kavga edip, üstüne “ablam” diye ağlayabilen Gülbin’in gayet duygusal biri olduğu bize gösterilmişken? Buna cevap bulamadım.
Tekrar ifade etmekte yarar görüyorum, tebrik eşliğinde işaret etmemiz gerekir ki, Berkun Oya, “dizi” denen mâmûlün rafta kalıp bozulmasına yolaçabilecek en riskli şeyi yapmış, diziyi olaya aç bırakmış; buna rağmen bunca insana pür dikkat izletmeyi başarmış. Tempo-hareket meraklısı dizi müdavimleri, “pek bir şey olmuyor” diye yakınıyor. Çünkü burada olay izleyerek değil, karakterlerin derinliklerini örten perdelerin aralanmasını umarak kat ediyoruz yolu. Dizilere özgü usûlle seyirciyi bir-iki bölüm bağlayacak naylon sırlar yaratıp, bütün karakterleri bunların etrafında fır döndürüp merakımızı sömürmeye dayalı değil senaryo. Karakterlerdeki zafiyet bu dizide bu yüzden, başka yerlerde olabileceğinden daha ağır sorun.
Sinan’a baktığımızda da boşluk görüyor, sıkıntıya düşüyoruz. Çoğu kişinin problemin üzerinden atlamak için sığındığı, “canım, ıssız adam işte”, kurtarıcı formül değil, çünkü o Issız Adam da başlıbaşına mânâsız boşluktu. (Bu arada, bazı yorumcu seyircilerin “residence” insanı Sinan’ı zorla “Cihangir” imgesine yamamaya yönelik şehvetli çabası ayrı inceleme konusu.) Sinan’ın annesinin -tasarım ve sanat yönetimi açısından şaheser- evine neden gittik? Başlıbaşına Sinan ne ayak, hattızâtında? Sadece “fuck-buddy” olarak işlevini yerine getirip ötesine bulaşmayacaksa neden Meryem’in başörtüsü veya annesinin kıymasıyla, tuvalette ağlayarak hayatımıza giriyor? Neden kendini boş beleş hissedip bunalıma girsin, bize tanıtıldığı haliyle bu adam? Neden o olmazsa öbürünü çağıracağı kadının iki lafıyla kendini kötü hissetsin? Sinan karakterini bizim inşa etmemiz beklenemez ki! Bunu bekleyecek olanın bize azıcık malzeme vermesi lazımdı, vermiyor. Anne evi bizi bambaşka yerlere götürüyor, tekrar şu Sinan’a getiremiyor. Sinan, başka karakterlere tanınan alanın kendisine tanınmayışına mı ağlıyor?
Ruhiye’nin acil dönüşümü
Cezasını göremeyecek
hesaplaşmazsanız geçmez’i anlatmak için abartılmış
af dileyince düzelmesi
Beni en çok şaşırtan, ayrıntı özeni bakımından Şampiyonlar Ligi’nde oynayan dizide Ruhiye’nin ağır bunalıma (“majör depresyon”) girmesi-çıkması hikâyesinin böylesine yalapşap işlenişi oldu. Üstelik bu, dizide hikâye sayılabilecek ender örgülerden biri. Ruhiye beş-on dakika içinde nasıl öyle bambaşka biri olup çıkıverdi? Görmeyen gözü araba çarpınca birden açılan kahraman misalî? Her şeyiyle değişti kadın. Bir anda! Özgüvenli ses tonuyla, enerjik jestleriyle, öncesinden eser kalmadı gülen yüzünde. Ruhiye’nin tecavüzcü adama sıkmadığı kurşun inandırıcılığa sıkıldı.
Ruhiye’nin hikâyesindeki sorun buradan da başlamıyor. Çocukken başına gelen feci olayın yıllar sonrasına uzanan tesirini Ruhiye bir şekilde kendisine ve yakınındakilere zarar vermeyecek yerlere itmiş olmalı ki, Yasin’le tanıştıkları, birbirlerini beğendikleri, evlendikleri süreçte bu halde değilmiş. Hattâ, böyle bir haber karşısında ne halt edeceği belli olmayan Yasin gibi ayaklı saatli bombaya tecavüzden, bakire olmadığından bahsedecek cesareti, kararlılığı göstermiş. Buna karşılık, ne kadar hot zot bir tip olsa da sevdiği kocası ve iki çocuğuyla mâkûl bir hayat sürerken, tecavüzcünün ölüm haberi onu o ağır depresif hale sokmuş. Sordum soruşturdum, “adam cezasını çekmeden öldü diye bunalıma girmiş olabilir” ihtimaline ulaşabildim. Aşağı yukarı iki yıl süren, Ruhiye’yi intihar girişimlerine sürükleyen o ağırlıktaki depresyon için bu haber ve bu koşullar uygun mu, yeterli mi, bilemedim.
Tıpkı o bunalımdan çıkışın Yeşilçam’vârî şipşaklığı gibi. Araya da kafamızı daha çok karıştıran bir ayrıntı sokuluyor: Beraber tecavüze uğradığı -ki, bu konuda seyirci arasında basbayağı görüş ayrılığı var- arkadaşını bizzat tecavüzcüyle evlenmiş bulması da Ruhiye’nin şipşak iyileşme sürecini aksatmıyor. Zaten daha köye gidip Semiha’nın kapısına dikildiğinde, evdekinden farklı biri olmuştu. (Araya sıkıştırmadan geçemeyeceğim, ikisinin içerideki sahnesi çok etkiliydi.) Bunu da görüp geçiyor. Ruhiye’nin tecavüz mahalline gitmesi, korkmadan oturması, adamla karşılaşması, onu perişan-pişman halde bulması ve affetmeyişi yeterli görülmemiş. Bu evlilik eklenmiş. Şüphesiz hikâye böylece daha ilginçleşiyor, trajedi büyüyor. Fakat bu yüzden Ruhiye’nin travması derinleşmiyor, tam tersi oluyor. Burada amaçlananı umarım yalnız ben çözemedim. Kafamızı karıştırma pahasına duygumuz hareketlendiriliyorsa kötü.
Tecavüzcünün kimliğinin yarattığı, hikâye açısından son derece lüzumsuz sorunlara ise, buna ne gerek vardı, sahiden hiç anlayamadığım için değinmiyorum.
“Son” problemi
Daha önce Berkun Oya’nın kaleminden çıkma Masum’u izlemiştim. Orada da “son aşama”ya gelene kadar yine memleket ölçütleriyle değerlendirilemeyecek kalitede bir işle karşı karşıyaydık. Fakat sona doğru, her şey bağlanırken ciddî hayal kırıklığı yaşamıştık.
Bir Başkadır’ın son bölümündeki “düşüş”ü izlerken aklıma ister istemez bu mesele geldi. Üstelik ilginç bir şekilde, izlediği diziye “teknik gözle” bakmadığı belli birkaç seyircinin aynı meseleye değinen mesajlarına rastladım çeşitli yerlerde. Hepsi Berkun Oya’nın işlerini seven kişilerdi. Bu benimki gibi eleştirilerin Berkun Oya’ya bir faydası olacaksa öncelikle bu konuda olsa keşke.
Bugün Bir Başkadır dizisine yöneltilen, ciddîye alınabilir eleştirinin büyük bölümü, öyle sanıyorum ki, eğer dizi -mecâzî ifadeyle- yedinci bölümde bitmiş olsa yapılmazdı. Diziye makale muamelesi edilmesi bu kadar meşruiyet bulamazdı.
Sebebi ve koşulları belirsiz bir iyilikler, güzellikler havası içerisinde, yedi bölüm boyunca izlediğimiz şahane oyunculukların abartılanarak, dengelerini kaybederek bozulduğu, halledilmemiş meseleleri halledilmiş saymamızı dayatan, fantastik gibi de algılanmayan o son, “çarpıcı olaylar”, ihanetler, intikamlar, entrikalar, kanlar, şiddetler olmaksızın bağlılıkla izletilmesi başarılmış diziye yakışmadı. Hele Meryem’in, “her şeyin sembolü” olarak elinde buluverdiği yüzükle bayılması! Böyle bir tercih, onca parlaklığına rağmen Meryem’in mahkûm olacağı mecburî hayat macerasını bize hatırlatmaktan çok, yedi bölüm boyunca geliştirilen karaktere ihanet gibi oldu. “Bu kadarmış işte!” dememiz mi istendi sonunda? Sanki yedinci bölüm yazılmış çekilmişken gelmişler, Oya’yı tehdit etmişler, kalan her şeyi tek bölümde toparlayıp bitirmeye zorlamışlar gibi bir hisse kapılıyor insan.
* * *
Şunu ekleyerek bitireyim: Okuyabildiğim eleştiri yazılarında yeterince işlenmiş bazı hususları ele almadım. Bir vesileyle daha kendini onaylatma peşinde koşmayıp samimi eleştiri gayesi güdenlerimizin yazdıkları birbirini tamamlıyor. Can alıcı mevzuya bodoslama dalmanın yanısıra, bu devirde 19 dakikalık monolog sahnesiyle açılışa cesaret edebilen dizi yaratıcılarına faydamız dokunsa isterim gerçekten.