Bir çocukluk hayali

Hiçbir insanın çocukluk hayallerinden birini gerçekleştirme inadının bedeli, başka çocukların hayallerini karartmak olmamalı…

CAFER SOLGUN

05.02.2021

 

Yaptığı açıklamalardan anlayabildiğim, Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanan Melih Bulu’nun “çocukluk hayalleri” hayli çeşitli. 

Uzun süre, kendi ifadesiyle 2009 yılına kadar, gayet “aktif” siyaset yapıyormuş. Gerçi verdiği tarih 2009 olmakla beraber 2015 seçimlerinde AKP’den vekil olmak için başvuru yaptığı biliniyor. Bu yöndeki soruları “Eee… Şey…” şeklinde cevaplarla (!) geçiştirmesi, muhtemelen üniversiteleri “yandaşlaştırma” çabasına alenen kanıt oluşturmayı izah etmenin müşkülatından kaynaklanıyor. Öyle ya, üniversiteler için “bilim yuvası” deniyor…

Vekil olma hayali gerçekleşse ballı maaşını öderdik “millet” olarak ve o da adını sanını duymadığımız el kaldırıp indiren sayılardan biri olurdu parlamentoda. 

Vekil olamadı ama bir başka “hayali” gerçekleşti, Boğaziçi’ne rektör atandı. 

Ne var ki Boğaziçi gibi memleketin en seçkin ve başarılı üniversitelerinden birine rektör olmanın gerektirdiği akademik yeterlilikten yoksun olduğu ortaya çıktı. Doktora tezi en az yüzde 50 oranında intihal imiş. “İntihal” dediğimiz, basbayağı hırsızlıktan başka bir şey değil; emek hırsızlığı. Bu, normalde yüz kızartıcı fiillerden birini oluşturan hareket için Sayın Bulu’nun izahatı, “tırnak işaretlerini unutmuşum, o kadar yani” şeklinde. 

Ve şimdi sınıflarında bir saat bile ders vermediği, öğretim üyeleri ve öğrencilerin kendisini istifaya davet ettiği Boğaziçi Üniversitesi Rektörü görevinden “asla” istifa etmeyeceğini söylüyor. Bu uğurda geldiği günden beri üniversiteyi polis kışlasına çevirdi, üniversitenin kapısına kelepçe taktırdı, onlarca öğrencinin üniversite bahçesinde veya bir gece vakti evleri basılarak gözaltına alınmasına, tutuklanmasına sebep oldu. 

Hiçbir insanın çocukluk hayallerinden birini gerçekleştirme inadının bedeli, onurunu, şerefini beş paralık etmek, başka çocukların hayallerini karartmak olmamalı… 

Ama Sayın Bulu, kendisini atayanların gazına gelmekten vazgeçip “Çok ağır bir bedel bu, değmez yahu” diyerek karşılarına çıkamaz olduğu öğrencilerin ve meslektaşlarının gönlünü alabilir hala; polisi üniversiteden çıkartıp istifa ederek. Kamuoyunun da gönlünü alır hem ve nicedir unuttuğumuz istifa müessesinin bazen erdemli bir eylem olduğunu hatırlatmış olur herkese. 

Mevzu Boğaziçi olmaktan neden çıktı?

İktidar sözcülerinin klişe cevabı malum; “terör!” 

Oysa Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri demokratik ve anayasal haklarını kullanarak Bulu’yu istifaya davet eden protesto gösterileri yapıyorlardı. Üniversiteye polis yığmanın, kapılara kelepçe vurmanın alemi yoktu. Olayın büyüme temayülü göstermesi tamamen Bulu’nun polis gücüne yaslanan inadı ve iktidar kanadından gelen “terör” yaftalamaları, sonrasında protestoların polis şiddetine maruz kalması ve gözaltılar, tutuklamalar nedeniyle oldu. 

Bu, oldukça bildik, tanıdık bir şey ve Melih Bulu’yu da aşan bir anlamı var.

İktidar partisinin “Çok olan bizim taraf olduktan sonra kutuplaşmanın bir mahsuru yok, aksine siyasi faydaları saymakla bitmez” şeklinde özetlenebilecek bir günlük politika yapma tarzı var. Bunu Gezi’den bu yana görüyoruz, yaşıyoruz. 

Ne var ki kanımca bu manipülasyon eskisi kadar “iş” görmüyor artık.

Boğaziçi protestolarında da bir anda gündem “Kabe’ye hâkaret ettiler” hâline getirilmek istendi. 

Üniversitedeki Güzel Sanatlar Kulübü’nün düzenlediği açık hava sergisi için hazırlanan bir Kâbe illüstrasyonunun “yerlerde” görülmesi adeta “aranan malzeme bulundu” yaklaşımına konu oldu ve işin içine durduk yere LGBTİ de katılarak kamuoyunda “dinimize, Kâbe’ye hakaret ediliyor” gerilimi yaratılmak istendi. 

Ama bu girişimi cevaplarıyla boşa çıkartan, üniversitedeki Müslüman öğrenciler ve özellikle arkadaşlarıyla taleplerini dile getirmekten geri durmayan başörtülü öğrenciler oldu. 

Sorunun dini temelde bir gerilim boyutuna taşınması boşa çıktı ama protestocular “terörist”, “terörle iltisaklı” gibi yargılayan açıklamalara konu olmaya devam ettiler. MHP lideri Devlet Bahçeli bir seferde “terörist, yılan, sapkın, başları ezile” gibi aklına gelen ne kadar hakaret varsa sıralarken İçişleri Bakan Yardımcısı İsmail Çataklı, “düşman” bir devlete ültimatom verir gibi “devletin sabrını sınamasınlar” diyerek çıtayı hayli yükseltti. 

Bu neredeyse her muhalif görüş sahibini, özellikle de sokağa yansıyan her muhalif hareketi “terörist” olarak damgalamak, çoktan kabak tadı verdi!

Kimin “terörist” olup olmadığına iktidar sözcüleri karar veriyorsa, bugünlerde “değiştireceğiz” diye konuşulmaya başlayan anayasa ve yasalar neden var? Savcılar, mahkemeler, avukatlar neden var? 

Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri atadığınız AKP üyesi ve akademik donanımı şaibeli birinin rektörlüğünü alkışlarla mı karşılamak zorunda? 

Saldırı, şiddet içermeyen protesto gösterileri anayasal bir hak olarak tanımlanmıştır. Önceden kimseden izin almak mecburiyeti de olmadan. Bunu her seferinde papağan gibi tekrarlamak durumunda bırakanlara ne diyelim, bilmiyorum. Ülkemizde yasalara karşı gelmek sadece sıradan vatandaşlar için mi “suç”?

Devletin, iktidarın herhangi bir politikasını, uygulamasını beğenmemek, eleştirmek, şiddete tevessül etmeden protesto etmek hakkımız yoksa biz “vatandaş” mıyız ki?

Normal bir ülkede eleştiri de olur, protesto da olur ve iktidar sahipleri eleştiri ve protestoları sadece olgunlukla karşılar, dahası dikkate alır. Bizde dikkate almak şöyle dursun “terör” ve “devletin gücü” ile tehdit edilmek rutin bir hal aldı… 

Gördüğüm, AKP tabanı da dahil insanlar artık her muhalif görüş ve protestonun “terör” olarak damgalanmasından, her olayın bir şekilde köpürtülerek toplumun tamamını kutuplaştıran zorlamalardan rahatsız oluyorlar. Ortada “zor tutuyorum, ona göre!” denilecek bir “yüzde 50” var mı? Kaldı mı? 

Hiçbir yapay müdahalenin insanların gündeminden çıkartamadığı asıl “dert” enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk…  Ve bu gündem, belki “yukarıdan” bakınca göremiyorlar ama bütün “tarafların” gündemi.