Bir dostluk hikâyesi
Metin Kılıçlı olağanüstü bir kişilikti. Tanıdığım en parlak beyin, en fedakar dost kuşkusuz oydu. Nur içinde yat Metinciğim.
26.08.2023
Metin Kılıçlı ile 1955-56 ders yılında, henüz 11-12 yaşlarındayken İstanbul Nişantaşı'ndaki (1979'da kapanacak olan) İngiliz Erkek Lisesi'nde (EHSB) hazırlık okumaya başladığımızda tanıştık. Zamanla Metin özellikle fen derslerinde, ben edebiyat derslerinde temayüz ediyor olsak da; o aşırı serinkanlı, ben biraz fazla sıcak kanlı; zamanın göstereceği üzere o çok gerçekçi ben ise hayli hayalci olsam da sanırım fikir alışverişine o günlerden verdiğimiz değer nedeniyle giderek yakınlaşmıştık.
Orta III'te, Nisan 1960'ta öğle tatillerinde Maçka Taşlık'ta turlarken DP iktidarına karşı giderek kabaran öğrenci gösterilerine anlam vermeye çalışmamız en canlı anılarımdan biridir. Onunla ilgili unutmadığım bir anı da, yok yere kendisine küfreden emekli asker jimnastik öğretmenine verdiği cevaptı: “Babandır…” Buz gibi donmuştuk; muhatap da cevabı sineye çekmekten başka çare bulamamıştı. Metin'in cesaret ve serinkanlılığının tanık olacağım ilk işareti buydu.
EHSB'de iki yıl hazırlık, üç yıl da orta okuduktan sonra 1960-61 ders yılında, 30 kişilik sınıfımızın yarısıyla birlikte giriş sınavını kazanarak o sıra Bebek'te bulunan Robert Lisesi'ne transfer olduk. O gündüzcü, ben yatılı olduğum halde; üstelik Lise II'de bir bursla ABD'ye gitmeme rağmen Metin'le dostluğumuz hep sıcak kaldı. Metin bütün sınıfları yüksek şeref listesinde bitirdi. O gelene kadar fen derslerinin rakipsiz yıldızı olan sınıf arkadaşımız sevgili Avedis'in Metin'in rekabetinden hayli huzursuz olduğunu hatırlıyorum.
Robert Lisesi'nden mezun olduğumuz 1963'te, okul yıllığı Reflections'a Metin için şu (pek bilgiç) satırları yazmıştım (Türkçesiyle aktarıyorum):
"Metin kampüsteki sessiz adamdır. Yalnızca onu uzun zamandır tanıyanlar onu iyi tanır. Akıllarının yönettiği pek az insan vardır ve onlar arasında pek azı 'aklının' gerçek aracı olabilir. Metin aklının aracıdır ve aklı onu birçok şeyi farketmeye götürmüş, onu zaman zaman 'göreli gerçeklikle' yüzleşmek durumunda bırakmıştır. Bu yüzleşmeler onu, çizilen yola bakmaksızın her yönde daha çok bilmeye yöneltmiştir. Onu bir gün çizilen yolda bulmayı umuyoruz, çünkü o da biliyor ki 'özgürlüğe giden yol' gerçek olandan değil, kişinin kendinden, toplumdan, boşuna olandan geçer.
Robert Lisesi'nin en parlak öğrencilerinden birine iyi şanslar…"
Lise sonda okurken beklentimiz Metin'in en yüklü burslardan birini kazanarak ABD'de, mesela MIT ya da Harvard'da teorik fizik okuması ve gelecekte belki dünyaya nam salacak bir bilgin olmasıydı. Ne yazık ki üçüncü sınıfa başladığımız günlerde babası vefat etti; annesiyle iki kız kardeşinin geçimini sağlama görevi de Metin'e düştü. Bu nedenle en kısa yoldan para kazanacağı bir meslek ne olabilir diye düşündü ve giriş sınavını birincilikle kazanarak Mimar Sinan Üniversitesi mimarlık bölümüne yazıldı. Ben de, rahmetli eşim Fatma'yla bir an önce evlenmek için, sosyoloji okumak üzere ABD'nin önde gelen üniversitelerinden birinden aldığım bursu kullanmaktan vazgeçtim. Diplomat olma tasavvuru ile Ankara Üniversitesi SBF'ye girdiğim için Metin'le birbirimizi giderek daha seyrek görebiliyorduk, ama her buluştuğumuzda bıraktığımız yerden devam ediyorduk.
Metin bir yandan mimarlık okurken bir yandan da para kazanmak için akla hayale gelmeyecek işler yaptı: Yarış atlarının performanslarını yakından izlemek suretiyle Veliefendi'den, futbol takımlarının performanslarını yakından izlemek suretiyle de Spor Toto'dan çok paralar kazandığına inanmayabilirsiniz, ama gerçek. Üstelik teorik fizik bilgini olacak birinden hiç beklenmeyecek şeyi de yaptı; Yeşilçam ürünü birkaç filmin senaristi ve rejisör asistanı oldu. (Başrollerini Vahi Öz, Neriman Köksal ve Mürüvvet Sim'in oynadığı "Bir koltukta iki karpuz" bunlardan biriydi. Bunun için "Bir günde yazdığım senaryolardan biri, yüzkarası…" diye yazmıştı. Çok ketum biri olmasına rağmen, birlikte çalıştığı rejisörlerden birinin eşiyle yaşadığı gizli aşk macerasını benimle paylaşmıştı.)
Liseden sonra yollarımız, şehirlerimiz ayrılmıştı; çok ender görüşebiliyorduk. Ben bu arada diplomat olmaktan vazgeçmiş, gençlik bu ya tam-zaman devrimci olmaya karar vermiştim. Kader bu ya, Filistin direnme hareketinde 9 ay dahil çeşitli maceralardan sonra 1972'de devrimcilikten tümüyle vazgeçmek, Batı'ya sığınmak kararı vermiş, güvenlik kuvvetlerince hayli arandığım bu sırada beni kurtarması için rahmetli ağabeyim (TÜSİAD eski başkanı Ümit Boyner'in babası) Acar Alpay'a sığınmıştım. Nasıl olup da ondan böylesine tehlikeli bir yardım isteyebildiğimi bugün dahi anlamakta güçlük çekiyor, bunu ancak psikolojimle açıklayabiliyorum. (Kısa ömrü boyunca talihsiz ağabeyim 1977'de, henüz 39 yaşında, son derece talihsiz bir trafik kazasında vefat ederek biz yakınlarını acılara boğacaktı.)
Yurtdışına kaçmak için yardımlarını istediğim arkadaşlarımdan başta geleni olan Metin, o sıra annesi ve kızkardeşleriyle birlikte oturuyordu. Adresini bulup kapısını çaldığımda, "Barındırmak hariç senin için her şeyi yaparım" demişti. Yakın arkadaşlarımızdan, o sıra THY'de yüksek bir mevki işgal etmekte olan Şefik (çok haklı olarak) pasaportunu vermeyi reddettiğinde, "Sen ne biçim arkadaşsın…" diyerek ona sıkı bir zılgıt çekmişti.
Bu arada ağabeyim, uzun uğraşlardan sonra benim yaşlarda bir tanıdığından (yalvar yakar beni affetmesini istediğim eşim Fatma'nın sağladığı) yüksek bir miktar para karşılığında, kullanılıp iade edilmesi şartıyla pasaportunu satın aldı. Bundan sonra çözülmesi gereken ilk sorun pasaporta benim fotoğrafımın monte edilmesiydi. Hiç tereddüt etmedim; bunun ancak Metin yapabilirdi.
Metin işi tereddütsüz üstlendi. Birkaç gün sonra bir arkadaşının ofisinde buluştuğumuzda fotoğrafın yerleştirilmesi ve üzerindeki soğuk damganın taklidi tamamlanmış, sadece sıcak damganın tatbiki kalmıştı. Heyecandan ölüyordum… Elleriyle son derece usta olan Metin bir silginin üzerine sıcak damganın ters imajını çizdi veee… tek şansını kullanarak silgiyi gereken yere yerleştirdi. Gözlerime inanamıyordum; pasaport hazırdı!
Kaçış planlarımdan haberdar olan Fatma'nın rahmetli dayısı, İzmir eski fuar müdürü İsmet Kaptan, bununla yurtdışına gidip gidemeyeceğimi öğrenmek için pasaportu o sıra İstanbul Pasaport Şube müdürü olan, GS Lisesi'nden kankasına göstermek konusunda ısrarcı oldu. Kanka, "Mükemmel bir iş… Görmemiş olayım; ne haliniz varsa görün…" demekle yetinince geriye Bosfor Turizm'den bir bilet almak kalmıştı. 20 Ağustos 1972 ömrümün belki en şanslı günüdür. Kazasız belasız Münih'e varmayı başardım. (Yolculuk ve sonrası anılarımda…) Başaramasaydım, ağabeyim ve Metin başta olmak üzere kaçmama yardım eden yakınlarımın başına işler açılsaydı, kendimi affedebilir miydim; hala kara kara düşünürüm…
Sınırları bir bir aşıp üç ay sonra, başlangıçta hiç hesapta olmadığı halde İsveç'e kapağı attım. Siyasi iltica alıp, üstelik devlet bursu kazanıp Stockholm Üniversitesi'nde siyaset bilimi doktorası yaptığım yıllarda Metin'le çok seyrek temas edebildik. 1981'de yurda kesin dönüş yapmamdan sonra dostluğumuz her zamanki gibi bıraktığımız yerden devam etti. Üniversitelerde iş bulamayınca, yakın arkadaşım Hasan Cemal'in (giderek pişman olacağı) delaletiyle Cumhuriyet gazetesinde editör olarak çalışmaya başlamıştım. Metin ise Yüksek Mimar olarak mezun olduktan sonra fakülteden arkadaşı Nuray'la evlenmiş, bir de kızı (Özge) olmuştu. 1980'lerin ortalarında, müteahhitlik yapmakta olan fakülteden yakın arkadaşı Murat Saner'in Libya'daki inşaatlarının yönetimini üstlenmişti.
15 Nisan 1986 sabahı gazetede çalışırken ABD'nin Trablus ve Bingazi'yi bombaladığını öğrenince hayli endişelendim. Hemen Nuray'ı arayıp Metin'den haber alıp almadığını sordum. Nuray mutluluğunu gizleyemeyen bir sesle, "Dur sana birini vereceğim…" demez mi. Yurt ve dünya olaylarını her zaman büyük bir dikkatle izleyen Metin, ABD ile Libya arasında (Almanya'da öldürülen Amerikalı askerler nedeniyle) tırmanmakta olan gerginliğin kötü sonuçları olacağını öngörmüş ve hiç tereddüt etmeden Trablus'tan kalkan son THY uçağına binerek memlekete dönmüştü. Bir daha da Libya'ya gitmedi; İstanbul'daki merkez ofisinde şirketin gayrimenkul borsasındaki yatırımlarının yönetimini üstlendi.
Tanıdığım en talihsiz insanlardan biriydi. İnşasına nezaret ettiği binalardan birinde asansör boşluğuna düşerek kalçasını kırdı; iyileşmesi birkaç ay sürdü. Belki yanlış hatırlıyorum ama hayata dair karamsarlık asıl ilk kez, henüz elli yaşlarında olduğumuz o sıra üzerine çöktü. Aramızdaki ilk ve tek kriz 2002 yılında, haftada birkaç gün Zaman gazetesinde köşe yazmaya başlamam üzerine patlak verdi. Katışıksız bir Kemalist ve ateist olan Metin, öfkesini "Bir gün bunu yapacağını bilseydim asla sana yardım etmezdim…" demeye vardırarak beni hayli şaşırttı ve üzdü. Ne var ki, bu aramızda geçici bir kriz olarak kaldı.
Metin fevkalade serinkanlı, mantıklı, iyi kalpli olduğu kadar, bir bakıma soğuk bir kişiliğe sahipti; hayatta fazla yakın arkadaşı olmadı. EHSB ve Robert Kolej yıllarından kalan sanırım yegane yakın arkadaşı ben oldum. Zaman'da çıkan AKP iktidarına karşı muhalif yazılarım nedeniyle 2016 yazında Silivri'ye gönderilmeme kadar, sık olmasa da görüşmeye, muhabbetle devam ettik. İki yıl kadar sonra tahliye olduğumda Metin gönderdiği ilk mesajda, "Tüm içtenliğimle yeni yılda düze çıkmanı, her istediğinin istediğince gerçekleşmesini dilerim…" diyordu. Fatma'nın vefatı üzerine de, "Nedenini, nasılını sormaktansa internetten aradım, buldum, öğrendim. Cengiz Çandar'ın yazdıklarıyla duygulandım… Acın acımdır… Yeni yılda huzura kavuşmanı, sağlığınla 20'li seneleri devirmeni dilerim," diye yazıyordu. "Neredesin, çok özledim seni" şeklindeki mesajıma yanıtı da "Kanada'da torun kakası temizliyorum…" olmuştu. Kanada'da yaşayan kızı Özge'nin iki kızı Metin'in tartışmasız en büyük mutluluk kaynağı idi.
Kanada'dan dönmesinden sonra çok sık olmasa da görüşmeye, yazışmaya, buluşmaya devam ettik. Fatma'nın 6 Ekim 2021'deki üçüncü ölüm yıldönümünde, "Acı dolu anma gününde kalbim seninle Şahinciğim," diye yazıyor; 31 Aralık'ta gönderdiği muzip mesajda ise "Sağlık, mutluluk ve dişi dolu bir yıl dilerim…" demekten de geri kalmıyordu.
Seneler ilerledikçe belki babasının vefatından, ABD'ye fizik okumaya gidemeyişinden bu yana üzerine adım adım çöken karamsarlık giderek koyulaşıyordu. Nuray'ın sağlığının bozulması yetmiyormuş gibi kendisinin de kalp yetmezliğiyle düşkün bir hale gelmesi karamsarlığının tuzu biberi olmuştu.
Son görüşmelerimizde artık yaşamak istemediğini söylüyordu. Onunla son buluşmamız 24 Mart 2023 günü oldu. EHSB yıllarından beri yakın olduğumuz Selim Razon ile birlikte onu görmeye, Ataköy'deki bir alışveriş merkezine gittik. Hastalığı ilerlemişti; yürümekte zorlanıyordu. Bunun belki de son görüşmelerimizden biri olacağını hissetmiştik. Selim'le birlikte bir sınıf buluşması örgütlemeyi tasarladıysak da, ne yazık ki kendi hastalıklarım bir daha buluşmamıza izin vermedi. Telefonla aramalarıma da cevap alamadım.
Özge, 12 Ağustos'ta Metin'in telefonundan gönderdiği mesajda, "Babam maalesef uzun bir yoğun bakım sürecinden sonra bugün vefat etti. Cenazesi 17 Ağustos perşembe günü," diyordu. Ve şunları ekliyordu: "Haziran sonunda büyük bir atak geçirdi; hafızası ve kafası tamamen gitti. Ondan hemen önce iki arkadaşını sordu: Şahin Alpay ve Murat Saner. 'Beni aramıyorlar, unuttular,' dedi. Çok üzgündü. Ben dedim ki sen hiç görmüyorsun arayanları, yanlış biliyorsun. Telefonunu alıp sana göstereceğim dedim. O yüzden telefonunu almıştım. Ama gösteremeden atak geçirdi."
Londra'da yaşadıkları için yılda ancak bir iki kez görebildiğim oğlum ve torunumla birlikte Ayvalık'ta olduğum için Metin'in toprağa verilmesinde bulunamadım. Robert Kolejli sınıf arkadaşlarımız ölüm ilanını verdiler, üzüntülerini paylaştılar. EHSB'den arkadaşlarımız Selim Razon ve Şefik Yüksel sınıfı temsilen cenazeye katılma çabasını gösterdilerse de girişimleri İstanbul trafiği kargaşasında sonuçsuz kaldı. Dolayısıyla sınıf arkadaşlarının hiç biri toprağa verilişinde bulunamadık; ancak çelenklerimizle onu anabildik.
Özge ile 20 Ağustos'ta, Metin'le son kez buluştuğumuz yerde görüştüm. Ondan öğrendiğime göre, bir ara konulan parkinson yanlış teşhisi dolayısıyla kullandığı ilaçlar onu giderek yıpratmış, demansa yol açmış, son haftalarında bilincini kaybetmişti. Kendine en yakın bulduğu iki arkadaşından ötekisi Murat Saner'in, çok dramatik bir şekilde Metin'in ölümünü öğrendikten bir gün sonra vefat ettiğini de Özge'den öğrendim.
Metin Kılıçlı olağanüstü bir kişilikti. Tanıdığım en parlak beyin, en sağduyulu kişi, en fedakar dost kuşkusuz oydu. Tıpkı rahmetli ağabeyim gibi o da benim özgürlüğüm için kendi özgürlüğünü riske atmayı göze aldı. Türkiye'nin medarı iftiharı bir fizik bilgini olabilirdi. Ne yazık ki babasının erken yaşta vefatı buna izin vermedi. Bazen "Ne olabilirdim, ne oldum…" duygusu içinde oldu. Onu tanıdığım, dostluğunu, sevgisini kazandığım için bahtiyarım. Nur içinde yat Metinciğim.