“Dün, bugün, yarın… Hiç özgür olduk mu?”
P24’ün 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde düzenlediği Mehmet Ali Birand Konuşmaları’nın on birincisini meslekteki 50. yılını kutlayan duayen gazeteci Tuğrul Eryılmaz yaptı.
04.05.2024
Punto24 Bağımsız Gazetecilik Derneği’nin (P24) her sene gazeteci Mehmet Ali Birand anısına düzenlediği konuşmaların on birincisi 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde düzenlendi.
Bu yılın Mehmet Ali Birand konuşmasını, 2013 yılında yayın hayatına son verene kadar Radikal gazetesinin saygın ve etkili eki Radikal İki’nin editörlü, medyanın duayen isimlerinden Tuğrul Eryılmaz yaptı. Eryılmaz’ın mesleki yolculuğu1974 yılında TRT’de dış haberler muhabiri olarak çalıştığı günlere kadar uzanıyor. 2024, Eryılmaz’ın gazetecilik kariyerindeki ellinci yılı.
Meslek hayatı boyunca çeşitli üniversitelerde gazetecilik dersleri de veren Eryılmaz, belirlediği ve savunduğu standartlar nedeniyle çalıştığı haber merkezlerinde saygı toplayan bir gazeteci. Her fırsatta gazeteciliğin bir zanaat olduğunu vurgulayan Eryılmaz, “Dün, bugün, yarın… Hiç özgür olduk mu?” başlıklı konuşmasında sosyal medyanın rolü, farklı dönemlerdeki siyasi baskıların sonuçları ve gazetecilik etiğinin önemi gibi konulara değinerek Türkiye medyasının kırılma noktalarını ve geleceğini tartıştı.
“Asla özgürlük yok. Sadece yaralı demokrasilerde gazetecilerin geliştirebileceği bir refleksle, yanabileceğiniz ateşin kıyısına ne kadar yaklaşabileceğinizi içgüdülerinizle keşfediyorsunuz,” diyor Eryılmaz. Konuşmasında Türkiye medyasının geçtiğimiz 50 yılda karşılaştığı zorlukları irdeleyerek ekliyor: “Sonuç mu? Asla kendinizi özgür hissetmeden yıllarınız geçiyor, her başarınız bir sonraki sınırı geçmekte kullandığınız bir araç oluyor sadece.”
Eryılmaz konuşmasında ayrıca yoğun bir şekilde ihtiyaç duyduğumuz özeleştirilerde de bulunuyor. “Sokak dergisini ayrı bir yerde tutarak meslek hayatım boyunca çıkardığım ya da yöneticiliğini yaptığım tüm yayınlarda haber seçerken hep dengeleri gözetmek zorunda kaldım. Üç hafta üst üste Kürtlerle, Ermenilerle ilgili haber mi yaptık, ardından iki hafta pas geçtim. Aksi taktirde o yayının ya da ben ve ekibimin akıbeti gayet açıktı.” Konuşmasını ise gazeteciliğin temellerine, yani editoryal standartlar ve mesleki etiğe geri dönme çağrısıyla bitiriyor: “Biliyorum, bir ülkenin medyası o ülkenin siyasi ikliminden çok farklı olamaz ama biz, kendine gazeteci deme hakkı görenler bunu rağmen meslekleri için direnmekten vazgeçmemek zorundayız. Aksi takdirde yorumun haberin yerine geçtiği, sloganların havada uçuştuğu, kendini politika yapıcıların yerine koyan muhalefetin anaakımı haline gelen yayıncıların habercilik döngüsü içinde, kendimizi habercilik yapıyor sanarak dönüp dururuz.”
Eryılmaz’ın konuşmasından önce ise Fatoş Erdoğan sokaklardan haber yapma deneyimlerini paylaştı. Yıllardır neredeyse her protesto, gösteri ya da mitingi haberleştiren Erdoğan, mesleğini icra ederken kendini sık sık polisle arbedelerin ortasında buluyor. Erdoğan’ın tanıklığı, kolluk kuvvetlerinin uyguladığı gerek fiziksel gerekse psikolojik şiddete ve kadın gazetecilerin sahada karşılaştıkları çeşitli sorunlara ışık tuttu.
Babası Mehmet Ali Birand’ın mirasını gelecek nesil gazeteciler için canlı tutmak amacıyla yorulmaksızın çalışan Umur Birand ise kısa bir konuşmayla konukları karşıladı. Ailesinin Mehmet Ali Birand’ın anısını korumaya olan bağlılığı, onun mesleğine katkılarının, değerlerinin ve ilkelerinin kalıcı etkisinin de bir yansıması.
Deneyimli gazeteci ve P24’ün eş-kurucusu Andrew Finkel ise ev sahibi olarak yaptığı kısa konuşmada medyanın hesap verebilirlik ve standartlarını yükseltme sorumluluklarını vurguladı. Finkel, “Medyanın bizzat kendisi kendi mesleğini ve hakkını savunmakta bu kadar özensiz davranmışken, bırakın hükümetten, toplumdan dahi gazetecilik mesleğini savunmaya koşmasını bekleyemeyiz” ifadelerini kullandı.
Konuşmaya Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi ev sahipliği yaptı.
Tuğrul Eryılmaz’ın on birinci Mehmet Ali Birand Konuşması’nda yaptığı konuşmanın tam metnini aşağıda sunuyoruz:
Dün, bugün, yarın…n Hiç özgür olduk mu?
H.Tuğrul Eryılmaz
Gazeteyle ilk tanıştığım yer Diyarbakır. O sırada memuriyet gereği babam orada görevliydi. Evin büyük çocuğu olarak görevim, her gün gidip babama Cumhuriyet gazetesi almaktı. O zamanlar İstanbul’da basılan gazeteler, taşraya -öyle denirdi o zamanlar- bir gün sonra gelirdi. Aslında o yıllarda TRT radyosundan ajanslar sıkı takip edilir ve olan bitenden haberdar olunurdu ama yine de o bayat gazete mutlaka alınırdı. Sonraki yıllarda İzmir’e taşındığımızda hayatıma Doğan Kardeş dergisi girdi. Doğan Kardeş babama değil, bana özeldi. Nerime Doğrul hocam bize Doğan Kardeş’i tanıtmıştı. “Buzdan Kılıçlar”, “Beyaz Patenler” gibi çocuk masalları çıkarırdı Doğan Kardeş, başka bir şey de yoktu zaten.
İzmir’de babamın gazete tercihleri de biraz çeşitlendi. Ne de olsa İzmir gelişmiş bir şehirdi ve yerel basın vardı. Cumhuriyet’in yanına bir de Demokrat İzmir eklenmişti. Solcu bir gazeteydi ve ne yalan söyleyeyim haberciliği de pek iyi değildi. Sonunda babam da dayanamayıp bu iki gazetenin yanına bir de daha renkli olan Yeni Asır’ı ekledi. Her gün bu üç gazeteyi alır eve götürürdüm. Hani bazıları derler ya, kafamda büyüyünce sadece gazeteci olmak vardı diye, benim hiç aklımın ucundan bile geçmiyordu gazetecilik ya da gazeteci olmak, eve her gün gazete girmesine rağmen. Ayrıca çevremde de gazeteci olmak isteyen kimse yoktu.
Burada bir parantez açayım, gazeteciliğin geçmişiyle ilgili bir şeyler anlatmak bazen çok tuhaf geliyor bana. Çünkü anlattıklarım gazeteciliğin geçmişi değil, benim geçmişim aslında. Yaş almak ya da yaşlanmak böyle bir şey galiba, tarih anlatmak biraz da tarih olmak gibi.
Ankara Mülkiye’deki yıllarıma döndüğümde, 68’in o keskin rüzgarında, okulun kantininde solcu gençler olarak hepimizin koltuğunun altındaki Cumhuriyet gazetesiyle attığımız voltaları hatırlıyorum. Gazeteyi dikkatle okumamıza rağmen hiçbirimiz de aklımızdan “hadi gazeteci olalım,” diye geçirmiyorduk. 1968’in o özgürlük rüzgârı içinde daha büyük hedeflerimiz vardı o yıllarda.
Konuyu 1968 rüzgârına doğru çevirmeden yine gazeteciliğe döneyim. Ben galiba biraz zorunluluktan gazeteci olmaya karar verdim. Doktora için gittiğim Londra’dan, cebimde 30 poundla annemin İzmir’deki evine kendimi zar zor atmıştım. Şimdi ne yapacağım diye kara kara düşünürken gazetede, TRT haber merkezi sınav ilanı yayınlandı. Koşarak gittim sınava. O sırada TRT Genel Müdürü İsmail Cem idi. Dış haberler servisine mütercim muhabir olarak girdim. Jüride Esin Talu Çelikkan, Cevat Taylan, Aycan Giritlioğlu gibi isimler vardı. Çalışmaya başladığım oda ağzına kadar Mülkiyeli doluydu: Andaç Develi, Reha Atasagun, Füsün Suvari Baytok, Hale Ebiri… İlk üç dört ay para almadan staj yaptım, 30 pound çoktan bittiği için eski solcu arkadaşlarımın evlerinde kaldım, dayanışmayla bu süreyi geçirdim. Şimdi yeniden moda olmasına ve yavaş yavaş da yeniden benimsenmesine çok seviniyorum bu dayanışmanın.
Tamamen BBC’nin örnek alındığı bir habercilik öğretilmeye çalışılıyordu TRT’de o sırada. Tarafsız haber yazmak, haberi kısa yazmak, çok düzgün bir Türkçe kullanmak, yabancı kelimelerden kaçınmak… TRT o sırada tam bir okuldu. Aycan Giritlioğlu, Necla Zarakol, Cafer Demiral, Ercan San gibi isimler vardı haber merkezinde. Böyle hoş insanlarla çalıştık ve tabii hemen örgütlendik, TÜM-DER diye bir dernek kurduk. Galiba o ilk aylardan sonra ve işin içine girdikçe kendime gazeteci demeye, daha doğrusu, “Evet, ben bu işi yapabilirim,” demeye başladım. İşin ilginç tarafı her ne kadar hep solcu arkadaşlarımın adını saysam da epey bir sağcı da vardı TRT’de, anlaşamazdık ama ortak noktamız, haberi doğru aktarmaktı. Tabii bu İsmail Cem dönemiydi. Hükümetin değişmesiyle genel müdürler de değiştiği ve buna bağlı olarak habercilik anlayışının da değiştiği bir ortamda zaman içinde işler dayanılmaz bir noktaya geldi. Şöyle birkaç örnek vereyim: Vietnam Halk Kurtuluş Cephesi ya da Ordusu denmesinden nefret ederlerdi, “Vietkong” diyeceksiniz diye bize baskı yapıyorlardı. Hayır, bir kere bile Vietkong yazmadık, Vietnam Halk Kurtuluş Ordusu, Vietnam Halk Kurtuluş Cephesi.
İsmail Cem’in yerine önce Nevzat Yalçıntaş’ı TRT genel müdür olarak getirdiler, sonra da Şaban Karataş’ı. Yöneticilerinin çoğu sağcı olmasına rağmen, “TRT hep solcuların elinde” rivayeti hüküm sürüyordu o sırada. Daha bundan birkaç sene önce, “BBC’de solcuların hâkimiyeti bin yıldır sürüyor,” diye bir yorum okudum. Dünyanın her yerinde sağ hep bundan şikâyet eder. Oysa sen hakikaten dürüst habercilik yapmak istiyorsun, olay neyse onu yazmak istiyorsun. Şimdi olduğu gibi, o zaman da sağdaki insanlar, “Hayır efendim, olduğu gibi yazmayacaksın, devleti düşüneceksin, sistemi düşüneceksin” diyorlardı. İyi de benim öyle bir görevim yok ki! Burada hiç anlaşamadık zaten. Hâlâ da bundan kopuyor kıyamet. Birileri kendini devleti korumakla yükümlü zannediyor. Hayır, ben doğruyu aktarmakla yükümlüyüm. Şu mesleklerin kutsallığı hikayesine hiçbir zaman inanmadım ama eğer mesleğimizde bir kutsal varsa, o da önce doğruyu anlatmaktır. Doğruyu anlattıktan sonra istersen kendi meşrebince yorumunu yap ama önce doğruyu anlat.
1977’ye geldiğimizde 12 Mart askeri muhtırasının etkileri geçmişti ama iktidarda Milliyetçi Cephe hükümetleri vardı. Önce Nevzat Yalçıntaş, sonra Şaban Karataş nedeniyle ben hep “Başımıza taş yağdı” derim TRT’deki o dönem için. Başımıza getirdikleri şeflerin, editörlerin de en iyisi, “Çocuklar ne yapalım, idare edin,” derdi. Neyi idare edecektik? Bazı haberleri görmezden gelecektik, bazı yalan haberlere de yol açacaktık. O sırada Lübnan’da kıyamet kopuyordu. Hıristiyanlar sağcı, Müslümanlar solcuydu ama bunu söylememiz bile yasaklanmıştı. “Niye böyle yazıyorsunuz, kaldırın bunu, Hristiyanlarla Müslümanlar deyin,” diyorlardı.
Türkiye’de sağın her zaman gerçekle bir derdi oldu. Bizim de kabahatimiz varsa şudur; onlara karşı bir bariyer kuramadık, sadece bireysel olarak doğru durmaya çalıştık. Ama tek başımıza doğru durmaya çalışırken de toplu olarak epey bir mevzi kaybettik. Zaten TRT’de müthiş bir militan kadrolaşma başlamıştı, artık yapılabilecek de bir şey kalmamıştı.
Tam artık ben gazeteciyim, seçtiğim iş bu derken, TRT’deki depremle İsmail Cem döneminde adı solcuya çıkmış ekip olarak yerle bir edildik. Bir kısmımız sürgüne gönderilirken bir kısmımız da kapının önüne konuldu. Benim için ikinci durak, Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu oldu. TRT’den sonra maaşım dörtte bir oranında azalmış da olsa yaptığım işten büyük keyif aldım. TRT okulunda öğrendiklerimi ben de öğrencilerime öğretmeye çalıştım. Öğrencilerin hemen hepsi çok parlaktı. Sonraki yıllarda aynı yayında çalıştığım çok sayıda öğrencim oldu ve hepsiyle de -genellikle- gurur duydum. Can Dündar, Faruk Bildirici, Şule Çizmeci o yıllardaki öğrencilerimden sadece birkaçı.
Bu arada Basın Yayın yıllarımda bir kere bile kimseyi ziyarete bile gitmedim TRT’ye, o denli bezdiriciydi yeni genel müdürlerin dönemi. Yine bir parantez açayım, yıllar yıllar sonra Bilgi Üniversitesi’nde on yıl daha gazetecilik dersi verdim ve öğrenci kalitesinin nasıl her yıl biraz daha düştüğüne tanık oldum. Artık mesele gazetecilik değil, diploma almak olmuştu ve sonunda benim gibi inatçı biri bile pes demişti. Tabii bu on yıl içinde de parlak çocuklar çıktı. Basın Yayın Yüksekokulu konusuna dönersek tabii ki mutluluk orada da çok kısa sürdü ve bir kez daha darbeyle, 12 Eylül 1980 darbesiyle bıçakla kesilir gibi kesildi. Sanırım askeri darbeden altı ay sonra pek çok meslektaşımla birlikte kapının önüne konulduk.
Şimdi ne yapacağız derken, Aycan Giritlioğlu aracılığıyla İstanbul’dan, Gelişim Yayınları’nın sahibi Ercan Arıklı’dan bir teklif aldık. Bizden, (ben, Yazgülü Aldoğan, Nilgün Abisel, Nilay Karaelmas ve Uygur Kocabaşoğlu) yeni çıkarttıkları ve tutmayan Nokta ve İnsanlar dergisini toparlamamızı istiyorlardı. Biz Ankaralı gazetecilere, “Özgür çalışacaksınız,” dedi Arıklı, “Türkiye’nin bu ortamında yapılabilecek en iyi muhalefeti yapacağınızı düşünerek sizi çağırdım.” Hem ekonomik hem de politik olarak bizi nereden yakalayacağını gayet iyi biliyordu. Sanırım Ankara ve İstanbul arasındaki farkı çok iyi kavramıştı. Gerçi yaklaşık 45 yıl sonra Ankara’daki gazetecilik yıllarıma baktığımda isim olarak olmasa da ağır abla ve abilerin siyasi gazeteciliği geliyor aklıma. Arıklı bizden tek şey istedi, Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142’nci maddelerine takılıp dergisini kapattırmamamız. Malum, 1991’e kadar, “herhangi bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmayı veya bir sosyal sınıfı ortadan kaldırmayı amaçlayan bir örgüt kurmayı ve bu yönde propaganda yapmayı cezalandıran” maddeleriydi 141 ve 142. Gerçekten de Türkiye’de o güne kadar tabu olarak kabul edilen, cinsellikten politikaya kadar pek çok konuyu işlememize rağmen dergiyi 141 ve 142 nedeniyle hiç kapattırmadık.
Şimdi sorumuz şu: Bu bir başarı mı? Evet bir yanıyla ciddi bir başarı ama bir yanıyla da mesleki olarak kapanmayacak bir yara. Asla özgürlük yok. Sadece yaralı demokrasilerde gazetecilerin geliştirebileceği bir refleksle, yanabileceğiniz ateşin kıyısına ne kadar yaklaşabileceğinizi içgüdülerinizle keşfediyorsunuz. Sonuç mu? Asla kendinizi özgür hissetmeden yıllarınız geçiyor, her başarınız bir sonraki sınırı geçmekte kullandığınız bir araç oluyor sadece.
Kabul etmek gerekir ki, Ankara’dan sonra İstanbul’da yaşamak ve çalışmak hayatımı tamamen değiştirdi. Ankara Sanat Tiyatrosu ile Devlet Opera ve Balesi arasında geçen kültür hayatımız değişti öncelikle. Uluslararası konserler, sergiler, gösteriler ve tabii ki Yeşilçam vardı İstanbul’da. Ara ara kendinizi özgür bile hissediyordunuz bu kentte. Tabii Ankara’dakinden farklı telefonlar da geliyordu bu arada. Mesela hiç unutmam, Yeni Gündem dergisini çıkarırken, o sırada parlak bankalardan –ki sonradan battı– birinin genel müdürü, yaptığımız haberi geri çekmezsek bizi batırmakla tehdit etmişti beni. Haberi yaptık ve batmadık. Ya da dönemin başbakanı Turgut Özal tarafından hiç sevilmesek de, yine de Özal’ın toplantılarından hiçbirine davet edilmememiz söz konusu olmadı. Bunda Mesut Yılmaz’ın Mülkiye’den sınıf arkadaşım olmasının etkisi oldu mu bilmiyorum ama o günlerde gazetecilerin giremediği toplantılar düşünülemezdi bile. Tabii bugün için bu tür örnekler inanılmaz gibi görünüyor.
Buna benzer onlarca örnek sıralayabilirim ama bu, “biz böyle kahramandık” gibi bir anlam taşımıyor. Sadece işimizi yaptık ve yapmaya devam ettik.
Sokak dergisini ayrı bir yerde tutarak meslek hayatım boyunca çıkardığım ya da yöneticiliğini yaptığım tüm yayınlarda haber seçerken hep dengeleri gözetmek zorunda kaldım. Üç hafta üst üste Kürtlerle, Ermenilerle ilgili haber mi yaptık, ardından iki hafta pas geçtim. Aksi taktirde o yayının ya da ben ve ekibimin akıbeti gayet açıktı. Mesela 1996’da Radikal 2’yi çıkarırken birkaç hafta üst üste bu tip haberler yapınca Milliyet, Hürriyet ve pek çok televizyonun da sahibi olan Aydın Doğan, grup yöneticisi Mehmet Yılmaz’a, “Radikal 2 bomba gibi olmaya başladı,” demiş. Kimse bana bu tip haberleri yapma denmedi ama, Yılmaz, “Tuğrul, sen dozunu bilirsin,” uyarısını yapmıştı. Bugün hâlâ pek çok kişiden, “Radikal 2 çok iyiydi,” övgülerini duyduğumda benim aklıma başka şeyler geliyor doğal olarak.
Türkiye’de yasaklatılmadan, toplatılmadan, işten atılmadan habercilik yapmak istiyorsanız her zaman konjonktürü çok iyi izlemeniz ve ona göre strateji belirlemeniz gerekir. Gerçi bugün ana akımın yerini alan havuz medyasında artık haberler tek elden çıktığı için kimsenin bu tür bir ustalık göstermesi gerekmiyor. Türkiye’de mesleğimizi yapabilmek için, mesleğin genel kurallarını hep siyasi iklime adapte etmek zorunda kaldık.
Burada yine küçük bir parantez açmak zorundayım. Belki de meslek hayatım boyunca yayınlarken kendimi gerçekten özgür hissettiğim tek yayın 1989 yılında çıkardığımız Sokak dergisi olmuştur. Arkadaşım Enver Nalbant sermayesini vermiş ve “İstediğinizi yapın!” demişti. Gerçi tepemizde yine TCK 141 ve 142. Madde kılıcını sallıyor, 12 Eylül’ün hayaleti kendini ara ara hissettiriyordu ama biz yine de mesela Abdullah Öcalan’la yaptığımız röportajı çok az sansürle yayınlayabilmiştik. Sadece günlük politika da değil, mesela o günler için tabu olan LGBT haberlerini de magazin kapsamının dışına çıkarıp yayınlayabilmiştik.
Burada kişisel olarak medyada nasıl algılandığım üzerine de birkaç laf etmek isterim. Anaakım medyada olduğu gibi sol tandanstaki medyada da kötü bir gazeteci olmadığımın herkes farkında. Bunu en nazik haliyle, “Adam deli dolu ama iyi gazeteci,” şeklinde ifade ediyorlar genellikle. Zaman içinde sol medya için, artık çaresiz kalınınca başvurulan adamlardan biri oldum hep. “Lanet olsun, bari bu gelsin, belli ki, becerirse yine bu becerecek,” dediler. İlk olarak Yeni Gündem’de fark ettim bu algıyı. İstanbul Yeni Asır’dan kaçıp Yeni Gündem’e geldiğimde kadro flaş isimlerle doluydu. Neredeyse hepsi ya Dev-Yol’dan içeri girmiş, ya THKP-C’den girmiş, herkesin başına gelmeyen kalmamış. Ben utançtan ölmek üzereyim. Hayatımda iki kere karakol gördüm, bir kere mahkeme gördüm, en çok 24 saat nezarette kaldım, hiç hapishane görmedim. Seni işi yapan adam gibi kullanacakları, “İçeriği biz sağlarız, bu da bize, ‘burası fazla kaldı, burası eksik kaldı’ deyip dergi yaptırır,” diye düşündükleri belliydi. Murat Belge genel yayın yönetmeni, ben genel yayın yönetmen yardımcısıyım ama bir süre sonra Murat Belge genel yönetmen oldu, ben yayın yönetmeni oldum. Murat Belge’yle hiç anlaşamadım, hiç tutmadı frekanslarımız. Halbuki Ankara’da, üniversitede asistanken, Murat Belge’nin konferanslarına, seminerlerine gitmek için kendimi parçalardım. Çok saygı duyduğum bir insandı, hâlâ da öyledir.
Bugünden dönüp düne baktığımda medya içinde ilk kırılma Sabah gazetesi ile oldu diye düşünüyorum. Dinç Bilgin’in Sabah’ı medyada promosyon savaşlarının, gazetecilerin özlük haklarının tırpanlanmasında hep tetikleyici oldu. Bu arada yine bir parantez açmak zorundayım. Sabah ekolünden bahsederken kendimi bunun dışında tutmuyorum. Dinç Bilgin, Sabah’tan sonra İstanbul Yeni Asır’ı çıkarmak istediğinde beni de davet etmişlerdi. Güngör Mengi ile Zafer Mutlu çağırdı, tamamen kültür – sanat ve magazin yapma koşuluyla gittim ve ancak üç ay dayanabildim. O günlerden birkaç görüntü var hafızamda. Mesela ilk defa Yeni Asır’da bilgisayar gördüm. Mecidiyeköy’deydi yerleri. Bana renksiz kokusuz bir gazete gibi gelmişti Yeni Asır. Toplum, kültür, sanat… bütün o sayfaları ben yapacaktım. Cafer Yarkent var, Amerika’da eğitim görmüş, sayfa düzenini o yapıyor. İyi de para veriyorlar ama becerilemiyor. Güya prova hazırlıyoruz, sabaha karşı saat 3, sen sayfa yapmak için bekliyorsun orada. Bir yandan da bunların, “Biz İzmirliler İstanbul’a geldik ve İstanbul’u dağıtacağız” stresi var. Hiç benzemiyor Nokta’ya, hiç benzemiyor TRT’ye. Neredeyse insan görmüyorsun çevrende. Güya prova yapıyoruz, girip bilgisayardan senin stok olarak hazırladığın haberleri hiç izin almadan alıp kullanıyorlar. Bir bakıyorum, bizim haberler İzmir Yeni Asır’da çıkıyor kendi haberleriymiş gibi. Böyle gazetecilik yapılabilir mi?
Hatırladığım bir başka görüntü ise Dinç Bilgin’in genç bir kadın gazetecinin daktilosunu yere atarak üzerinde, “Burada artık daktilo, kâğıt kalem yok. Artık teknoloji var, bunu kullanacaksınız,” diye tepinmesi. “Eyvah,” dedim, “ben burada yapamam!” O sırada zaten Yeni Gündem’den de çağırıyorlardı. Sadece Güngör Mengi’ye gittim ve “Ben gidiyorum,” dedim. Sanırım son maaşımı bile almadan ve arkama bakmadan İstanbul Yeni Asır’dan kaçtım.
Neyse, konumuza dönelim, ilginçtir, o günlerde henüz medya sahipliğinde tekelleşme başlamadığı ve pek çok patron birbirleriyle kanlı bıçaklı olduğu halde Bilgin’in getirdiği bu değişiklikler diğer patronlar tarafından da güle oynaya kabul edildi. Bunda da yazı işleri müdürleri dahil üst yöneticilerin bu değişiklikler sırasında ses çıkarmamaları ya da ses çıkarmaya korkmaları çok etkili oldu. Sınırın dışına bir adım attığınız zaman gazetecilikte, o çok önemli bir adımdır, masanın öbür tarafına geçersiniz. Patronun evine davet ediliyorsun, patronla yemek yiyorsun, patron seni çocuğu zannediyor. Allah muhafaza, ben kendi babamdan zor kurtulmuşum, yeni bir baba niye isteyeyim ki? Ama ne yazık ki bunlar oldu. Çıkardıkları yayınları yönetmeleri gereken arkadaşlarımız kendilerini patronların yerine koydular, aralarından TÜSİAD’a üye olanlar bile çıktı. İşte bu tercihi yaptığınız zaman yolunuzu habercilikten, gazetecilikten ayırmış olursunuz. Sonrası, gazeteciymiş gibi yaparak yola devam edersiniz ancak.
İkinci kırılmayı, iş insanı Asil Nadir’in büyük bir sermaye ile medyaya girişiyle yaşadık. Öncelikle iç işleyişte büyük bir dengesizlik ortaya çıktı Nadir’le birlikte. O güne kadar muhabir 1500 alırken, yayın yönetmeninin 25 bin dolar aldığını hiç duymamıştık. Nadir battıktan sonra bile bu dengeler muhabir lehine asla düzelmedi. Düzeldiğinde bile bu kabulün yarattığı kırgınlık hiç gitmedi. Yine kendi üzerimden bir örnek vereyim: Radikal’deyken medya kulisi yazan bir yerde, yüksek maaş aldığıma dair bir şeyler okudum. Benimle çalışan arkadaşların da bu yazıyı okudukları hallerinden belliydi. Tabii, kan beynime çıktı ve hiç düşünmeden bordromu duvara astım. Sanırım bir hafta da orada tuttum. Sonunda Mehmet Yılmaz geldi ve “Ya şunu kaldır Allah’ını seversen, tamam anladı herkes,” dedi de öyle indirdim.
Nadir vakasının yarattığı bir başka sonuç ise iş insanlarının medya sahibi olarak işlerini daha kolay halledebileceklerini fark etmeleri oldu. Günümüzde bunun en iyi örneği, hepimizin de bildiği gibi Demirören grubudur. Sermayenin el değiştirmesiyle birlikte, kurum kültürüne sahip olduğunu düşündüğümüz koskoca kurumlar birkaç gün içinde bulundukları noktanın 180 derece karşı noktasında, sanki hep öyleymiş gibi yayınlarını sürdürebildiler. Bu değişimi sadece kerameti kendinden menkul Ahmet Hakan gibi bir ismin Hürriyet’in başına getirilmesiyle açıklayabilir miyiz? Bu da bizim hatamız sanırım. Ara ara yapılan basın yasasındaki iyileştirmelerin ağzımıza bir parmak bal çalmak olduğunu anlayamadık. Örneğin İngiltere’de sendikaya üye olmadan gazetecilik yapılmazken Türkiye’de sendikaya üye olmayı bir cesaret gösterisi olarak kabul ettik. Zaten sendikamızın da en büyük sorunu sanki Cagaloğlu’ndaki binasını kaybetmemek!
Bugün, “yürümekle yollar aşınmaz” dediği için Süleyman Demirel’in demokrat olarak anıldığı günlerdeyiz. Oysa o kadar net hatırlıyorum ki, o demokrat Demirel’in Milliyetçi Cephe hükümetleri sırasında medyada yaşadığımız baskıyı… Sadece Demirel de değil, tek parti dönemi, sonra Demokrat Parti dönemi, sonra Demirel yılları, darbeler dönemleri, Özal dönemi ve şimdi de AK Parti. Araya sıkıştırılmış birkaç kısa sosyal demokrat hükümet dönemi dışında tehdit edilmeden çalıştığımız dönem hatırlamıyorum. Çıta bu kadar alçak olunca 31 Mart yerel yönetim seçimlerinde sosyal demokratların kazandığı zafer ülkede bir anda bahar havası estirdi. Bu havanın devamı sağlandığında, iktidarın tekelinde toplanan medyanın çözülmeye başlayacağını, genç meslektaşlarımıza yeni mecraların açılacağını düşünüyor ve umut ediyorum. Tabii bu noktada yine başa dönüyoruz. Yeni kurulacak bir medya sistemi nasıl olacak?
Sayısını kimsenin tam olarak bilmediği ifade özgürlüğü davalarının dışında Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın verilerine göre Türkiye’de halen on üç gazeteci cezaevinde. Dicle Fırat Gazeteciler Derneği’nin bu yılın başında açıkladığı 2023 raporuna göre ise Türkiye’de hapisteki gazeteci sayısı 57. Ayrıca 2023’te 75 gazeteci hakkında soruşturma, 66 gazeteci hakkında yeni dava açıldı. 280 gazeteci yargılandı. Yargılanan gazeteciler en az 821 kez hâkim karşısına çıktı. 44 gazeteci ceza aldı. Gazetecilere toplamda 48 yıl 9 ay 14 gün hapis, 147 bin 486 TL para cezası verildi. Görüleceği gibi, meslektaşlarımızın arasında bile Türkiye’nin doğusuyla batısı arasında ciddi bir fark var. Kimin gazeteci olduğuna hangi kriterlerle karar vereceğiz? Bu da üstesinden gelmemiz gereken temel çatışma alanlarından biri.
Peki, sosyal medya üzerinden saniyesinde milyonlara ulaşan bilginin cazibesinin karşısında kim durabilir? Bilginin doğruluğunun nasıl kontrol edileceği, karşı görüşlerin nasıl verileceği, okur ve izleyicinin doğru habere talebinin tekrar nasıl canlandırılacağı gibi cevaplanması gereken çok fazla soru var şimdi karşımızda. Ve tabii bunların yapılabilmesi için ifade özgürlüğünün ve gazetecilerin özlük haklarının bu kez kesin ve ihlal edilemez biçimde garanti altına alınabilmesi nasıl sağlanacak?
Biliyorum, bir ülkenin medyası o ülkenin siyasi ikliminden çok farklı olamaz ama biz, kendine gazeteci deme hakkı görenler bunu rağmen meslekleri için direnmekten vazgeçmemek zorundayız. Aksi takdirde yorumun haberin yerine geçtiği, sloganların havada uçuştuğu, kendini politika yapıcıların yerine koyan Halk TV, Sözcü, KRT, Tele1 gibi, muhalefetin anaakımı haline gelen yayıncıların habercilik döngüsü içinde, kendimizi habercilik yapıyor sanarak dönüp dururuz.