Biz, siz, onlar
Seslenemediğiniz gençlerden nasıl destek bekleyebilirsiniz? Onlara hitap edip eşitlikçi bir karşılaşmaya gitmeden neyi değiştirebilirsiniz?
07.02.2021
Cuma gece yarısından sonra yayınlanan genelgeler hayra alâmet değildir. Cuma gece yarısından sonra yayınlanan genelgeleri bekler olmak da öyle. Yaptığımız, yapabildiğimiz hiçbir şey yaşamak denilen eylemin doğal bir parçası değil. Ama işte insan maruz bırakıldığı şartlara da direnen bir varlık olarak bilinir.
Bu Cuma gece yarısından sonra bir genelgeyle Boğaziçi Üniversitesi’ne Hukuk ve İletişim fakülteleri ekleniverdi. Üniversiteden kimseye danışmadan, hiçbir iç mekanizma yürütmeden. Öyle tepeden inme. Kayyum rektörde olduğu gibi. Kaç yıldır her şeyde olduğu gibi. Ne acılar ne isyanlar yaşandı, kimler kimler yitirildi. Yine de işte, yüz elli yılı aşkın tarihi olan bir kurumun hınçla alaşağı edilmeye çalışılmasında tek tek bireylerin ödemek durumunda kaldığı bedelden öte bir yan var. Sanki o saldırılan tarih; her kuşaktan insanın geçmiş hafızasına, bugün algısına ve gelecek tahayyülüne dönük bir hamle. Emekle var edilmiş zaman sürekliliğinin imhası.
Okuduğum okulları, çalıştığım işleri, emek verdiğim alanları özgeçmişimde havalı duran etiketler gibi taşımadım hiç. Hiçbir yerin ismine beni tek başına tanımlama hakkı vermedim. Asıl konuşmayı zamana bıraktım. Şaşmaz bir kesinlikle zaman bana nerenin, neyin, kimin üzerimde hakkı olduğunu gösterdi. Kendi hayat hikâyeni onsuz anlatamamandı kriter. Onsuz eksik kalmandı sözünde ve özünde.
İlk kez Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü’ne doğru yürürken, aklımda ne kurumun prestiji ne oraya girmek için verdiğim mücadele vardı. Çünkü Rumelihisarı’nın manzarası bir anda beni büyülemiş, nefesimi kesmişti. Bahçe niyetine tek ağaçlı küçücük bir avludan çıkmış, denizin, ormanın, gökyüzünün ortasına bırakılmıştım. Onca yılın ardından Boğaz’a bakan o genç kadını şimdi bile kocaman bir gülümsemeyle her şeyiyle hatırlarım.
Bunu itiraf etmesi biraz komik ama toprağa ve çimlere uzanıp ağaç dallarından oluşmuş bir tülün ardından gökyüzüne bakınca, ilk birkaç gün boyunca derse girmeyi unutmuştum. Çimlerde müzik dinlemenin, şiir okumanın tadı bir başkaydı. Sanki bütün duyuların yoğunluğunu artıyordu.
Sonra kantinlerle tanıştım. Benim zamanımda bir orta kantin bir de “sosyete kantini” vardı. Orta kantin upuzun sıraları, tost makinesine bastırılan kaşarlı simit ve açmaları, mukavva tepside taşıdığımız sonu gelmeyen çayları ve o çaylar kadar uzun süren sohbetleriyle kendi içinde bir dünyaydı. Üniversiteye gelene kadar belli bir gelir düzeyi ve değerler silsilesi içinde kendi kozamızı dünya sananlar için doğrusu bu bire bir karşılaşmalardan daha çarpıcı ve öğretici hiçbir şey yoktu. Hep “sorun” ve “mesele” kelimelerine ve çoğul topluluk genellemelerine hapsedilmiş herkes biricik varlığı içinde Kürtlük, Alevilik, Ermenilik, LGBT varoluşu, başörtüsü ve göçmenlik deneyimlerini paylaşıyordu. Her şeyi genelleyici soğuk kavramlar olmaktan çıkararak. İnsan hikâyesinden daha etkili hiçbir şey yoktur, büyük ve boş söylemlerin ötesinde sahici dertleşmeler ve tartışmalarla hiç fark etmeden birbirimizi dönüştürüyorduk. O zaman bizim doğalımızdı bu. Yaşadığımız ve yarattığımız şeyin ne kadar özel bir deneyim olduğunu hayatın ortasına düşünce anlayacaktım.
Provokasyonu beklerken
Üniversitelerinin bu özerk yapısını korumak, 2015 seçimlerinde İstanbul’da AKP’den adaylığa soyunmuş Haliç Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Melih Bulu’nun Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne gökten düşercesine atanmasına karşı üniversite bileşenlerinin katılımıyla kendi rektörlerini demokratik bir seçimle belirlemek üzere öğrenciler protesto eylemlerine başladı. Kayyum rektöre dönük ilk itirazlar yükseldiğinde hep o kantindeki uzun masalarımızı hatırladım. 80 darbesinden sonra üniversiteye kurum dışından yapılan ilk rektör ataması olduğunu belirten öğrenciler forumlar, sergiler, etkinlikler ve birbirinden özgün tepki mekanizmalarıyla yükseltti sesini. Günümüzün bütün teknik olanaklarını ustaca kullanan gençler, hantal söylemlere, sakil dezenformasyon çabalarına müthiş bir yaratıcılıkla anında, çat çat ve hep birlikte cevap veriyordu. Böylesi zamanlarda ülke siyasetini birazcık bilen herkes bir provokasyon bekler. Tek soru bunun hangi kişi ya da grup üzerine kurulacağıdır.
Bütün süreci uzun uzun anlatmaya gerek de imkân da yok. Ne de olsa her an yeni bir oyun hamlesiyle karşılaşıyoruz. O yüzden şimdiye kadar gördüğümüz kadarıyla temel hatları göstermekle yetineceğim. Birincisi üniversitede açık çağrıyla gelen eserlerin yer aldığı sergide, içerisine Şahmeran figürü yerleştirilmiş, çevresine LGTBİ+ bayrakları çizilmiş Kâbe konulu kolaj çalışmasının Boğaziçi İslam Araştırmaları Kulübü (BİSAK) tarafından sosyal medyada hedef gösterilmesiyle nefret söylemi ve hedef göstermelere maruz kalan LGBTİ+’lardı.
Hatırlanacağı üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan 2002 seçimlerinden önce katıldığı Genç Bakış programında, “Gay ve eşcinsel vatandaşlarımıza bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi haklar tanımayı düşünüyor musunuz?” sorusuna “Bir defa eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde bir defa yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman bazı TV ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyorum” diye yanıt vermişti. Ama asıl mesele duruş değil işlevsellik olduğunda her söz eğilip bükülebilir. Bunun ilk işareti geçtiğimiz yıl Onur Haftası'nda Erdoğan’ın LGBTİ+ları hedef alarak yaptığı tanımlamada saklıydı: “Birileri yine sinsice milli ve manevi değerlerimize saldırıyor. İnsanlık tarihi boyunca hep lanetlenmiş sapkınlıkları normalleştirerek, genç dimağları zehirlemenin peşindeler. İnancımıza ve kültürümüze aykırı bu tür marjinal akımları destekleyenler bizim gözümüzde aynı sapkınlığın ortaklarıdır. Halkın lanetlediği hiçbir yanlışın bu ülkede kök salma ihtimali yoktur.”
İşte bu “lanetli sapkınlar” üzerinden kuruldu ilk oyun. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “4 LGBT sapkını gözaltına alındı!” diyerek alenen nefret söylemi eşliğinde hedef gösterirken, İstanbul Valiliği de BÜ LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nde duran gökkuşağı bayraklarını “LGBTİ bayrakları ile eylemlerde kullanılan çeşitli afiş ve pankartlar ele geçirilmiştir” ifadeleriyle şeytanlaştırma girişimine koyuldu. LGBTİ+ bayrakları, yani dünyanın milliyetçilikten uzak, kapsayıcı, özgürleştirici yegâne simgesi olan gökkuşağı bayrağı sanki bir suç deliliymiş gibi alındı. Ama niye şaşırıyorum ki, çocukların çizdiği gökkuşaklı resimler de toplatılmış, gökkuşağı temalı ürünlerin satılması da yasaklanmıştı. Şükür bir meteoroloji olayı olarak gökyüzünde beliren gökkuşağına kimse müdahalede bulunamıyordu.
Bahsi geçen sergiyle doğrudan bir ilgileri olmamasına karşın tam da direniş içerisinde seslerini yükselttikleri, görünür oldukları için LGBTİ+lar ilk ve ısrarlı hedef olarak seçildiler. Arkadaşlar birbirine sahip çıkıp mücadele hattını herkesi kapsayacak şekilde kurunca da “buralı olmayan sapkınlar” olarak yaftalandılar. Mücadele toplumsallaştıkça varlığın tehdit olarak algılanır, malum. Kutuplaştırmak, bölmek esastır. Oysa Boğaziçi Dayanışması, “kayyum siyasetine, LGBTİ+fobiye, öğrenci tutuklamalarına, anti-demokratik tüm uygulamalara karşı” diyerek yaptı basın açıklamasını ve tam da bu yüzden polis saldırdı.
Bütün bu oyun hatları içerisinde en çok katlanamadığım şeyse zalimden bir de mağdur yaratan, adeta kurdukları oyunun her rolüne aynı açgözlülükle talip olanlar. Hakikatin elinden alınması çoktan beridir bir algı yönetimi aracı olarak kullanılıyor. Yaşadığın günde ne olduğunu bilirken, ekranlarda ve sosyal medya hesaplarında bir yalan örgüsüyle karşılaşıyorsun. Aklınla oyun oynanıyor. Bir yandan öğrencilere ve dayanışanlara dönük faşist saldırılar durmak bilmezken İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “kayyum rektör demenin faşist bir yaklaşım” olduğundan bahsedebiliyor mesela. Sen doğrudan hedef olarak gösterilirken “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” gerekçesiyle tutuklanabiliyorsun. Emniyet açıklamalarında “göstericilerin süpürüldüğü” duyurulurken, AK Parti temsilcileri “polis abi ve ablalardan” dem vuruyor.
Bu arada kayyum rektör Bulu’nun ilk icraatı da LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün adaylık statüsü kaldırarak kapatmak oluyor. İşin tuhafı bu kararı da Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun duyuruyor.
Adalet Bakanı Abdülhamit Gül de sosyal medya hesabından, “Cenab-ı Hakk'ın emridir; 'evimi her türlü kirden temiz tut.' Gönülleri nefretle paslanmış hadsizlerin kutsalımız Kâbe'ye saygısızlığına hukuk göz yumamaz. Bu alçaklığa karşı İstanbul Başsavcılığınca soruşturma başlatılmış olup failler hakkında gözaltı talimatı verilmiştir” diyerek bağımsız yargının sınırlarını mükemmel şekilde tarif ediyor.
Azgın azınlık olarak sapkınlar ve kutsallar
Hangi kutsal yaşama hakkının önünde? Sevmediğiniz, sizi rahatsız eden bir eserin önünden geçer gider, dilerseniz eleştirilerinizi sözlü ve yazılı platformlarda dilediğinizce ifade edersiniz. Neden sürekli bir çoğunluğun toplumsal hassasiyetleri ya da dinî kutsalları üzerinden ilerliyor yasa? Kuşaklar boyu fişlenen, evlerinin duvarları çarpı işaretleriyle kaplanan, seçilmiş temsilcileri ve siyasetçileri hapsedilip yerlerine sürekli kayyumlar atanan, kilise çanları alaşağı edilen, her yurt dışı krizde rehin misali hedefe konan, bir dönemin yaşam alanlarında halen define aranılan, sokak ortasında vurulan, aile evinden kaçmak zorunda kalan, her gün varoluşu için savaşmak zorundan kalan vatandaşların hiç mi hassasiyeti yok?
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un, “azgın azınlık” olarak nitelemekten çekinmediği LGBTİ+lar için yaptığı veciz açıklamalardaki dil dersen, adeta sultanlık zamanlarından çıkıp gelmiş: “Azgın azınlığın özgürlük, eşitlik ve insan hakları sosuyla normalleştirmeye çalıştığı sapkın düşünce ve yaşam tarzının asıl hedefi nesillerimizi ifsat etmektir. Sizin ifsatlarınızı önlemezsek veyl olsun bize!”
Bu alenî linç ortamından destek alan Mil-Diyanet Sen, “LGBT Derneklerinin Kapatılması İçin İçişleri Bakanlığı’na Dilekçe Veriyoruz” diyerek LGBTİ+ların ifade ve örgütlenme özgürlüğünün engellenmesine dönük açık çağrıda bulundu. Toplumsallaşmayacak, var olma hakkın için politik mücadele vermeyeceksin. Ne de olsa Süleyman Soylu açıkça belirtmiş: “Bunu bizim kendi örf ve adetlerimize, dinimize, inancımıza göre kabul etmemiz mümkün değil. O İstiklal caddesine çıkanların sloganları bilmem ne yakışıyor mu bize? Biz bunu istediğimiz gibi yaparız, toplumda istediğimiz gibi yaparım gibi bir şeyi ben kendi değerlerim açısından doğru bulmuyorum. Şunu söyleyeyim, bunun yaygınlaşmasından ve meşrulaşmasından ben şahıs olarak endişe ediyorum.” Senin can güvenliği endişen, özgürce, eşit haklarla yaşama arzun varmış, ne gam…
Öğrenci-terörist ikilemi
Derken bu hatta maalesef beklenen öğrenci-terörist ayrımı da eklendi: Erdoğan, partisinin il kongresinde tarifi ve farkı ortaya koyarken LGBTİ+ları da yeniden hatırlatma ihtiyacı hissetti. Nefret tuğla tuğla inşa edilir ne de olsa: “Terör örgütlerinin üyesi olan bu gençleri ülkemizin gerçek manada, milli ve manevi değerlere sahip gençleri olarak kabul etmiyoruz. Zira siz öğrenci misiniz? Yoksa siz rektörün odasını basmaya, orayı işgale kalkışan terörist misiniz? Bu ülke teröristlerin hâkim olduğu bir ülke olmayacak, buna da asla fırsat vermeyeceğiz. Gereği neyse yapıyoruz, yapmaya devam edeceğiz. Artık bu ülke Taksim'deki bir Gezi olayını yaşamayacak ve yaşatmayacaktır. LGBT, yok böyle bir şey, bu ülke millidir, manevidir ve bu değerlerle geleceğe yürümektedir. Bizim gençlerimiz polisine saldıran değil kendisine gelenlerin kendisinde hayat bulduğu gençliktir. Yok LGBT’ci yok şucu yok bucu değil, polisine saldıran değil tam aksine tüm polisiyle el ele dimdik yola devam eden gençlik."
Terörist kapsamı dışında tutulabilecek bir tek öğrenci varsa, onu da iktidar ve muhalefetiyle bir “evlat” güzellemesi bekliyordu. Twitter hesabından ‘Türkiye’nin evlatlarını derhal serbest bırakın!’ başlıklı video yayınlayan CHP lideri, bunca öznelik içerisinde karşımıza çıkan gençlere değil, ebeveynlerine seslenerek zaten konuya bakışını özetledi: “Boğaziçi Üniversitesi’ne bir kayyum rektör atandı. Hiç kimse istemiyor. Öğrenciler istemiyor. Öğretim üyeleri istemiyor. Eski mezunları istemiyor. Zaten çalışacak kişi de bulamadı. Ama gerginlik artıyor. Çocuklarımıza şiddet uygulanıyor. Ben bu akşam sevgili öğrencilerimize değil, onların anne ve babalarına seslenmek istiyorum. Karşımızda kontrolünü kaybetmiş bir siyasi iktidar var. Gerginlikten besleniyor. Bizler, aklıselim sahibi olmak zorundayız. Sağ duyulu hareket etmek zorundayız. İktidarın değirmenine su taşımamak zorundayız. Türkiye’nin evlatlarını derhal serbest bırakın ve yarattığınız gerginliğe son verin.”
Anne- babalar sağduyulu hareket ederek ne yapacak acaba? Onların yapıp yapmadıkları direnişin ta kendisi olan gençleri nasıl ve neden temsil edecek? Evlatlarımız ve teröristler skalasında gençlerin gerçeğine uygun bir nokta hiç mi yok? Seslenemediğiniz gençlerden nasıl bir politik destek bekleyebilirsiniz? Gençlere hitap edip onlarla dil tutturmadan, eşitlikçi bir karşılaşmaya gitmeden neyi değiştirebilirsiniz?
Karakol ve adliyede öğrencilerin yanında olan birkaç milletvekilini tenzih ederek Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurumsal görüşü Parti Sözcüsü Faik Öztrak tarafından “İnsanlığın mukaddes değerlerine yönelik hiçbir saldırıyı ve aşağılamayı kabul edemeyiz. Bu alçak provokasyonu şiddetle kınıyoruz. Görünen ve görünmeyen sorumlularının bir an önce ortaya çıkarılmasını bekliyoruz” sözleriyle duyuruldu. Sonradan çark edilmeye çalışılsa da refleksif pozisyon buydu. Çünkü en sağda konumlanmadan, ilkeler çerçevesinde muhalefet etmek unutulmuş. Popülizm yapılmadan hakikati ortaya koymak da.
Hadi el yükseltmeye
Hâl böyle olunca MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin evlat-öğrenci-terörist ayrımlı tweeti gelmekte gecikmedi: “Sırtlarını ajanlara, zalimlere ve karanlık çevrelere dayamış olanlar evlat değil başı ezilmesi gereken zehirli yılanlardır. Yasa dışı eylemleri diğer üniversitelere teşmil etmek için kuyruğa girenler bunun bedelini acıklı şekilde ödemelidir.” Twitter’ın tweeti kaldırma gerekçesisiyse “öğrencilere yönelik şiddet içeren tehdit.”
MHP genel merkezinden gelen açıklama konumlanılan, “Sayın Bahçeli terörist ve öğrenci ayrımını ortaya koyduğu halde -ki bu emniyet tarafından da teyit edilmiştir- okyanus ötesinden Twitter buna tepki göstermiştir. Boğaziçi Üniversitesi önünde eylem yapan terör örgütleriyle irtibatlı ve iltisaklı olanlara Twitter ve Twitter’ın arkasındaki güçler destek vermiştir.”
Ve ironik biçimde Bahçeli de kısıtlama sonrası partisinin Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklamada yine analara seslenenler grubuna katıldı: “Muhterem analarımız evlatlarınıza siz sahip çıkınız. Ne Kılıçdaroğlu’nun eline, ne de onun bunun keyfine bırakmayınız!”
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Boğaziçi Üniversitesi protestolarında gözaltına alınanlara yönelik “Türkiye’nin evlatlarını derhal serbest bırakın” sözlerine sert yanıt verdi: “Türkiye’nin böyle evlatları yoktur.”
Bahçeli Twitter hesabından paylaştığı açıklamasında “Boğaziçi Üniversitesi’nde Türkiye’nin sinir uçlarıyla oynanıyor. Bununla birlikte sabır ve tahammül kapasitesi test ediliyor” diyerek şu ifadeleri kullandı: “Üç beş şuursuz öğrenciyi paravan yapan terör örgütü mensupları ateşe körükle gidiyor. Eşkıyalar Boğaziçi’ne tutunarak ülkemize meydan okuyor. Aydınım diye geçinen zavallılar, sivil toplum kuruluş hüviyeti taşıyan fırsatçılar, demokrasi ve hukuk sınırları içinde siyaset yaptığını zanneden gafiller tarihi yanlıştadır. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki olaylara destek vermek geldiğimiz bu aşamada teröre destek vermektir. CHP Genel Başkanı, gözaltına alınan yasa dışı örgüt üyelerine, ‘Çocuklarımız, öğrencilerimiz ve Türkiye’nin evlatları’ diyor. Türkiye’nin böyle evlatları yoktur. Çocuk veya öğrenci dedikleri vandaldır, barbardır, gözlerini kan ve nefret bürümüştür. Sırtlarını ajanlara, zalimlere ve karanlık çevrelere dayamış olanlar evlat değil başı ezilmesi gereken zehirli yılanlardır.”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Şu anda Boğaziçi Üniversitesi'ndeki olayları, oradaki öğrencilerimizin bir olayı olarak tanımlamak, o şekilde kabul etmek mümkün değil. Bu işin başını maalesef hem siyasetin bir boyutu çekiyor, dün akşam görüyorsunuz, dağdan beslenenlerin Kadıköy'de yapmış olduğu çağrı ve gösteriler bunun açık net ifadesidir. Aynı şekilde ana muhalefet başının üstlendiği görev ortadadır…Bazı televizyon kanalları çıkıp sürekli Melih Bulu istifa etmelidir diyor, yürekleri yetse Cumhurbaşkanı da istifa etmelidir, diyecekler. Bu ülkede Soros'un adeta temsilcisi olan kişinin karısı da (Ömrünü bu üniversiteye adamış, eserleri kaynak kitap kabul edilen Prof. Dr. Ayşe Buğra’dan bahsediyor) aynı şeklide Boğaziçi içinde provokatörlerin içerisinde yer alan bir kadındır. Oradaki yavruları teröre peşkeş çekmeyecekler. Bunlar şu anda bunu karıştırmanın gayreti içindeler. Bu işi başaramayacaklar bu işi bir daha Gezi olaylarıyla aynı yere getiremeyecekler. Ailelere sesleniyorum, evlatlarınıza sahip çıkın. İnşallah bu sinsi oyunu hep birlikte bozacağız.”
O “evlatlar”, başörtüsüyle de düzene dert olabilecek ve kırpılmış polis videolarıyla hedefe konacak denli ufku geniş genç kadınlar, cinsiyet kimliği, cinsel yönelimi dışında haklar için de mücadele eden LGBTİ+lar, etnik ya da dini kimliğinden öte bir toplu kurtuluş için ses verenler 12. Cumhurbaşkanı’na Açık Mektup yazarak hem üniversiteleri için demokratik seçim taleplerini yineledi hem de ana muhalefetin yapamadığı siyaseti ortaya koydu. Hiçbir yerinden tek başına bir cümleyi alıp alıntı yapamayacağım kadar yekpâre bir irade beyanı olan bu mektubu açıp açıp okumak gerek.
Cuma gece yarısından sonra yayınlanan genelgeler hayra alâmet değildir. Cuma gece yarısından sonra yayınlanan genelgeleri bekler olmak da öyle. Yaptığımız, yapabildiğimiz hiçbir şey yaşamak denilen eylemin doğal bir parçası değil. Ama işte insan maruz bırakıldığı şartlara da direnen bir varlık olarak bilinir. Bu dayanışmada, öğrencilerin yanında yer almak, koca bir “biz” olmak onlara değil en çok bize lazım. Hepimize. Eeeey nidaları eşliğinde “siz” ve “onlar” diye habire parmak sallananlar olmamak için. Cuma gece yarısından sonra genelge yayınlanmasını beklememek, umutlu kahkahalar atabilmek için.
Gülmek de temel bir haktır, ne sandınız. Yoksa nasıl devam edebiliriz…