“Bizi bir arada tutan bir dizi inkâr”

“Biz”in milli hali, içine doğulan bir sıvı gibidir. Anneler çocuklarını bu sıvının içine doğururlar. O çocuklar başka çocukları incitirler.

İLHAMİ ALGÖR

05.04.2022

 
Başlıktaki ifadeyi Kayıp Hafızanın İzinde adlı kitaptan (1) aldım. Kitabın yazarı Pınar Yıldız, çalışmasını şöyle açıklıyor:
“Bu araştırmayı teşvik eden, geçmişi hatırlamakta kullandığımız ve bize her zaman bir masumiyet, mağduriyet ya da kahramanlık hikâyesinin içinden seslenmiş olan Türklüğe dair imgeleri eleştirel bir perspektifle inceleme arzusudur.”

*

Başlık bana bir şeyler fısıldıyor. “Fısıltı”nın çağrıştırdıklarını açmaya çalışacağım. Önce “Biz” kavramına bakalım. Kavram, “hepimiz aynı gemideyiz” cümlesi ile yakın geçmişte kendini yeniden üretmek ihtiyacı duydu, karşımıza çıktı. Veya içinden geçtik. Ya da hem dışımızda hem de içimizde olan bir kavram “biz”.

“Hepimiz aynı gemideyiz” cümlesindeki “biz”, insanı huylandırıyor. Bu gibi durumlarda “biz” kavramına mesafeli bakarım. Kim kullanıyor, hangi bağlamda/çerçevede kullanıyor, ne anlam yüklüyor, niye kullanıyor, amacı ne? Mesafeli bakarım çünkü kavramın dolduruş’a getirme yeteneği var. Bir bakarsın seni ön cepheye yazmışlar.

Sürü mezbahaya giderken koç’u takip eder mesela. Sürü, koçun arkasında iken tereddütsüz “biz”dir. Belki son anda bazıları kan kokusunu alır ve “biz” fikrinden vazgeçer. ”Lâkin vakit geçmiş olacak” (Rast, Şekip Ayhan Özışık)…

*

“Biz” kavramının kullanımı kişiden kişiye, gruptan gruba farklılık gösteriyor. Mesela, “Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık.” Veya “Biz Çamlıca’nın üç gülüyüz.”

Her iki şarkı da Yesari Asım Ersoy’a ait ve her ikisi de Sultaniyegah makamında. Çamlıcanın üç gülü, Hıfzı Topuz’un bir kitabı olarak üç genç kadından söz ediyor. 20. yüzyıl başında, İstanbul’un işgali ve milli mücadele yıllarında İngilizler, Fransızlar arasında casusluk yapan, dil bilir üç genç kadın.

Kitabı tanıtan web siteleri hemen hemen aynı metni kopyala/yapıştır yöntemi ile kullanmışlar. “Dil bilir” ifadesi ortak metinde yoktu. Ben ekledim. Çamlıcalı kadınların, İngiliz ve Fransızlar arasında istihbari faaliyetlerde bulunabilmeleri için dil bilir olmaları gerektiğini düşündüm. 20. yüzyıl başında İstanbul’da dil bilir genç üç kadın. Belli ki iyi eğitim imkanı bulabilmişler. Batılı erkekler ile aynı ortamlarda bulunabiliyorlar. Sırlarına vakıf olabilecek derecede yakınlıklar kurabiliyorlar. Düşünce akışım doğru ise buradan bir sosyal profil’e gidilebilir. Şimdilik gitmeyelim.

*

“Biz”in iki kişilik olanı var, aile boyu olanı var. Stadyum ölçeğinde veya tüm cephe boyunca siperde olanı var. Mesela iki kişilik için bkz.:
Düşman (2) filminde, İsmail (Aytaç Arman) işsiz güçsüz garibanın tekidir. Küçük uyanık Nuri (Güven Şengil), köşeyi dönmek, “yırtmak” isteyen Nuri, İsmail’i getir-götürcü olarak yanına alır. Çanakkale Şehitlik Abidesi’nde bir Alman’ı ağırlarlar. Sahnenin bir yerinde Nuri şöyle der:
“Bir adam diğerine diyorsa ki ‘sen bizdensin’, tamam o adam boku yedi. Bizden olunca yandın, her şeyin kötüsü ona.”
İsmail lafa girer: “Bizim gibi di mi Nuri abi?”
“Ayıp ettin be İsmail sen bizdensin, olur mu?”
 
Filmi izleyeli 40 sene oldu, yukarıdaki konuşma hafızamda çakılı kaldı. Can acıtan bir mizah bence. Nuri’nin, İsmail’i üç kuruşa işe koşmak için kurucu bir hikâyeye ihtiyacı var. Kuruyor netekim. “Ayıp…” Bu kavram mahşerin üç atlısından biri: Ayıp, Yasak, Günah. (Aydın Uğur’un kulakları çınlasın…)

Yazar Raymond Carver’ın üslubu için “dirty realism” (kirli gerçekçilik) derler. Carver’dan önce de mevcut idi “kirli gerçekçilik.” Pasolini’de de vardı
bence. Bkz. Dekameron’un Aşk Hikâyeleri, Canterbury Hikâyeleri mesela.

*

“Biz”in ihtiyaca göre üretilebilen özelliğine dair, bir alıntım daha var:
“[Osmanlı İmp.’nun] Dağılma sürecinde yaşanan toprak kaybı, kalan topraklar içinde gayrimüslimlerin sınıfsal-ekonomik üstünlüğü, yıllarca süren işgalin yol açtığı yok olma endişesi ve modern/Batı dünyasından dışlanmış olmanın yarattığı değer kaybı bir yaralanma, eziklik ve aşağılanma süreci olarak ulusal kimliğimizin kurucu travmalarına dönüşmüş;…” (3)

Anladığım kadarıyla ulusal kimlik olarak “biz”, dünyalılar birbirlerinin gırtlağını sıkarken, savunma amaçlı refleksif olarak oluşmuş. Başka bir deyiş ile “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır / Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” (4) durumu. “Biz”in en yoğun, “ölümüne” hali. İhtiyaç hasıl olmuş demek ki.

Fakat bayrak, marş, ordu ve şemsiye olarak “Biz”, herkes için ihtiyaç olunca gezegen ölçeğinde nahoş şeyler yaşanmış. Herkes sadece kapısının önünü süpürmüş ve sokak köşebaşları çöplük olmuş. Birileri sormaya başlamışlar:

“İnsanlığı ve coğrafyayı ulusal sınırlara bölerek, herbiri kendinin ‘en eski ve en köklü olduğunu’ iddia eden ve sürekli ‘dış düşmanlara’ karşı bir ‘biz’ kimliğiyle kendilerini meşrulaştıran ulus-devletlerden kurtulmak mümkün mü?” (5)

*

Bazı “biz”ler kendilerinden olmayana tahammülsüzdürler. Onlarla ters düşmek tehlikelidir. Elias Canetti 1914 yazında dokuz yaşında bir çocuk olarak Baden’de lince uğramış mesela. (Almanya, Rusya’ya henüz savaş ilan etmiştir. Kaplıca orkestrası müziği durdurur, Avusturya İmparatorluk Marşı’nı çalmaya başlar):
“Herkes, banklarda oturanlar bile ayağa kalktı ve marşa katıldı. ‘Tanrı onları korusun, Tanrı onları esirgesin, İmparatorumuzu, toprağımızı korusun.’ (…) Millî marşı okulda öğretmişlerdi, biraz çekinerek ben de onlara katıldım. Bu biter bitmez Alman milli marşı başladı: ‘Yaşayın Siz ey Utkunun Taçları.’ Bu, İngiltere'de ‘Tanrı Kralı Korusun’ sözleriyle söylediğim müziğin aynısıydı. İngiliz aleyhtarı bir havanın estiğini hissetmiştim. Alışkanlığımdan dolayı mı, yoksa belki de bir savunma tavrı olarak mı bilmiyorum, avazım çıktığınca bağırarak marşı İngilizce söyledim. Kardeşlerimse, bir şeyden habersiz, ince sesleriyle masum masum beni izlediler. Kalabalığın ortasında olduğumuzdan, bizi duymayan yoktu. Ansızın çevremdeki yüzlerin öfkeyle çarpıldığını, ellerin ve kolların bana vurmakta olduğunu gördüm. Kardeşlerim de, hatta en küçüğümüz George bile, ben dokuz yaşındakine hedeflenen yumruklardan nasibini aldı.” (6)
 
Türkiye’de İstiklal Marşı esnasında yürümek, konuşmak, oturuyor olmak sakıncalıdır. Ayakta hareketsiz, hazırolda durmak gerekir. Aksi halde “biz” alınır. Alıngan “biz”ler saldırgan olur. Saldırgan’ın aleyhinde herhangi bir mahkeme, muhakeme durumu olur ise saldırgan kişi “milli hisler”ini öne sürer. Akan sular durur. Ceza almaz.

“Biz”in milli hali, içine doğulan bir sıvı gibidir. Anneler çocuklarını bu sıvının içine doğururlar. O çocuklar başka çocukları incitirler:
“Diyarbakır’da, Gâvur Mahallesi’nde, Hançepek’te, Ermeni çocuklarının genelde okuduğu Süleyman Nazif ya da Cumhuriyet İlkokulu’nda her yeni gelen öğretmen adlarımızı sorduğunda utanıp sıkılarak, kızarıp bozararak, yutkunarak, adeta fısıldarcasına isimlerimizi söylerken; Ahmet, Hasan, Ayşe, Fatma yerine, ilk kez duyduğu için, Arisgades, Jirayr, ya da Mıgırdiç, Arşaluys veya Ardemis’i algılayamayan, bu nedenle de ‘Neee, anlamadım, bir daha söyle!’ diyen öğretmenlerimize adlarımızı yüzümüz al al, avuçlarımızın içi terleyerek, sanki suçluymuşuz gibi tekrarlarken, sıra arkadaşlarımızın kıkırdayıp gülmeleri, alaylı bakışları yüzünden ezilip…” (Mıgırdiç Margosyan, “Tespih Taneleri”, Aras Yayınları) Böylece kıymetli bir insanı da anmış oldum…

*

“Biz”in güzel halleri de vardır. Mesela Şostakoviç’in 2 numaralı wals’ini dinledim bir süre. Bir süre Enver İbrahim (Anour Brahem) ud’u dinledim. Abdülmecid’in Mecidiye Marşı’nı, Âşık Daimi’nin “Madem ki ben bir insanım” deyişini ve Sarah Vaugan’ın “What ever Lola wants” şarkısını da… Ki eşzamanlı olarak, gezegenin orasından burasından birileri de dinliyordu saydığım musikileri. O esnada, dinlerken, farkında olmadan “biz” idik.

O kadar. Ne sakıncası var ki böyle hissetmenin. Gezegen senin / bizim canım kardeşim, benim canım.
 
Selam sevgi ile
 
*
 
(1) Pınar Yıldız, Kayıp Hafızanın İzinde – Sinemada Geçmişle Yüzleşme, Yas ve İnkâr, Metis Yayn.
(2) Düşman: Senaryo: Y. Güney, Yönetmen: Z. Ökten, 1980.
(3) Pınar Yıldız, a.g.e.
(4) Mithat Cemal Kuntay, “15 yılı karşılarken” adlı şiirinden.
(5) Benedict Anderson, Hayali Cemaatler – Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayn.
(6) Elias Canetti, Kurtarılmış Dil, Bir Gençliğin Öyküsü, Çev: Şemsa Yeğin, Payel Yayn. Alıntıyı daha önce "1914 Yaz'ı" başlıklı yazımda kullanmıştım.