Bizimki nasıl bir “egemen sınıf”?

Meksika’da uyuşturucu “kartel”lerini hesaba katmayan sınıfsal analiz yapılabilir mi? Peki ya burada?

ÜMİT KIVANÇ

01.08.2022

“Sınıfsal bakış”, hem teorik hem pratik-siyasî bir kavram. Marx, olayları ve tarihi anlamak için ihtiyaç duyduğumuz anahtarı ancak böyle bir bakışla bulabileceğimizi anlattı. Nitekim çoğu zaman, tarihe “sınıfsal bakış”, başka türlü bakıldığında görünmeyen olguları, olayların gerisinde yatan dinamikleri seçebilmemizi sağlar. Resmî-popüler tarih anlatılarınca çarpıtılan, örtülen, gizlenen hakikati genellikle bu bakış sayesinde keşfederiz. Sınıfsal yaklaşım, görüş alanımızdaki gereksiz filtreleri, perdeleri kaldırmaya yarar.

 

Marx’ın derdi yalnız tarihi doğru dürüst anlamak değil, malum, “dünyayı değiştirmek” de olduğundan ve bu zorlu iş için en uygun adayın işçi sınıfı olduğunu düşündüğünden, söz konusu sınıfsal bakışın bir de pratik, siyasî işlevi vardı baştan beri.

 

Bu iki düzlemin zaman zaman karışması, gerçeği kavrama çabasının güncel siyasî ihtiyaçlara kurban gitmesine yol açtı. Kaçınılmaz olarak. Hem teoriler hem insanlar eksikli, yanlışlı olduklarından, denetleyemedikleri koşullara bağlı olarak değişimler geçirdiklerinden.

 

Oryantal süsleme misali kıvrak hatlarla bezeli, ahenkli ve zengin anlamlandırmalara açık Marksizm’i bazen birilerini dövmek için de kullanılan, üzerindeki ölçü birimleri iktidar ihtiyaçlarına göre değiştirilebilen metal cetvel gibi bir şeye dönüştüren Stalin, sınıfsal yaklaşımı sadece milliyetçi, hegemonyacı girişimlerin naylon örtüsü haline getirmekle kalmadı, inandırıcılığı kısa sürede yok olan bir tekerlemeye çevirdi. Ve kim her ne ihtiyacı varsa onun için alıp kullanmaya başladı bu değerli analiz aracını.

 

Bizde, mesela, yalnız sınıfsallıkla izahı zor işleri konuşmaktan kaçınmanın şifresi oldu. “Ama 1915’e de sınıfsal bakmak lazım” yollu ahkâmların arka yüzüne, ezelî hasreti çekilen ittifakların müstakbel muhataplarını gücendirmeme kaygıları işlenmiştir ki, orası aslında ön yüzdür. Cumhuriyet tarihi boyunca izlenen sistematik resmî Kürt politikası, sınıfsallık cetveliyle ölçülemediğinden -ve tabiî potansiyel gücendiricilik tehlikesi bakımından-, birçokları için, ikincil mesele mertebesine bile yükselemez. “Devlet” etkeninin toplum düzenimizdeki -“kamu”ya yer bırakmayan- konumu, onyıllar boyunca bütün temel politikaları belirlemiş “devletin sahipliği” ideolojisinin yaşadıklarımızdaki -“başımıza gelenler” dememiz sanırım daha isabetli olur- rolü, bazen hayalî olmanın sınırlarını bile aşan bir “egemen sınıflar” söylemi tarafından örtülebiliyor.

 

Güç odağı

Gerçi kurucuları “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış kitle” muhabbetine pek meraklıdırlar, ama artık kimsenin aksini iddia edemeyeceği üzere, Türkiye sert, acımasız bir sınıflı toplum. Egemen sınıf diyebileceğimiz birileri yok mu? Elbette var. Ama azıcık kurcalayınca, ekonomide bile bunların tam anlamıyla belirleyici olamadığını, belki “imtiyazlı sınıf” gibi bir adlandırmayı daha çok hak ettiklerini görebiliyoruz. Bugünün egemen sınıf mensupları, önde gelenleri, zamanında devletin kararları ve şiddetle uyguladığı politikaları sayesinde girebildikleri yollardan geçerek buralara vardılar.

 

Türkiye sivil siyaseti, halkı söğüşlemek ve rantı-haracı dar ya da görece geniş destekçi grubuna dağıtmaktan ibaret, çıkar sağlama karşılığında devletin temel kararlarında söz sahibi olmamayı baştan kabul etmiş odaklarca yürütülen bir faaliyetti. AKP’nin baskın iktidar ortaklığı bu ilişkiyi değiştirmesine değiştirdi, ama yine ne oldu? Devlet zorunu kullanabilen -bu defa sivil- siyasetçi, kimin zengin olacağına, hangi sektöre ne yatırım yapılacağına karar verir oldu. Bütün o özelleştirmeleriyle, köşe dönme güzellemeleriyle, yasa-hukuk takmama küstahlıklarıyla meşhur Özal dönemi, çok-partili Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, merkezî yönetimin en güçlü olduğu dönem. Koskoca ekonominin her şeyi, güya liberal olan Turgut Özal’ın iki dudağı arasından çıkacak lafa bağlıydı. “Kupon araziyi niye bana sormadan satıyorsunuz?” tavrı tamamen geleneğe uygundur.

 

Demeye çalıştığım şu: “Egemen sınıflar” dünyanın her yerinde aynı nitelikte, aynı güçte, aynı ilişkiler içinde “egemen” olan, birörnek gruplar değil. Bunların kendileri dışındaki sınıflarla, devlet bürokrasisiyle, silahlı güçlerle ilişkileri birbirinin tıpkısı değil. Bizim ülkemizde zengin-ayrıcalıklı ve ekonomide kısmen inisiyatife, karar alıp uygulama kapasitesine sahip sınıf, diyelim Almanya veya Fransa’daki gibi ve o kadar “egemen sınıf” değil. Hem kutsal haleyle korunmuş hem de gerektiğinde birilerine zorla boyun eğdirmesi kurumsallaşmış devlet gücüne hükmedebilen her kimse, üretim ilişkileri bakımından egemen sınıfın yanına yaklaşamayacak bile olsa, ona pekâlâ söz geçirebiliyor. Çünkü bilumum çarklar devletin içinden geçerek dönüyor.

 

Örnek vaka: İnan Kıraç-SBK olayı

Koç ailesinin damadı ve bir çeşit genel sekreteri, işgüderi, işbitiricisi, devlet ve iş âlemi nezdindeki daimi büyükelçisi… İnan Kıraç ile son yılların flaş kirli ismi Sezgin Baran Korkmaz (SBK) arasında cereyan eden hadise, memleketimizde işlerin” nasıl döndüğü hakkında bizi aydınlatıyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun adının bir yerinden, şimdi “bazı cinayetler”le ilgisi olduğu iddiası vesilesiyle ürkütücü fotoğrafıyla her gün karşılaştığımız emekli Özel Kuvvetler Albayı Levent Göktaş’ın başka yerinden karıştıkları macera, şu yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım mevzuda da işe yarar veriler sunuyor.

 

Modern zaman ifşacısı Sedat Peker’in, hakkında dedikodular yapmakla suçladığı İnan Kıraç’a yönelik tehdit mesajlarındaki ifadeleri, “Türkiye’de devlet-egemen sınıf ilişkileri” üzerine araştırma yapacak akademisyenlere yol gösterici nitelikte. (Peker’in tweet’lerini Diken toparlayıp haberleştirmişti, aktaracaklarım oradan.)

 

Olayı kabaca ve kısaca hatırlayalım -elbette biz sıradan insanlar için her şeyin öncelikle iddia kategorisinde bulunduğunu unutmadan ve mümkün olduğu kadar sayılar bahsine girmeden (çünkü olayın kahramanlarının ve çeşitli meslektaşlarımızın verdiği sayılar birbirini tutmuyor). İnan Kıraç’ın holdingine ait bir kısım hisse, Sezgin Baran Korkmaz’a geçer. Kıraç bu hisseleri geri almak ister. SBK çok para talep eder. Bunun üzerine Kıraç, eski Özel Kuvvetlerci yeni avukat Levent Göktaş’a gider. Hisseler geri alınır. SBK, Kıraç’ın kendisine borçlu olduğunu söyler, parasını ister.

 

Peker’in iddiasına göre, bu aşamada Süleyman Soylu devreye girer, SBK’yı bakanlığa çağırıp şöyle der: “Senin hakkında tahkikat yapıldı. Yurtdışına çık. Yukarının haberi var. Bu parayı (borcu -ük) da sil, sorun çıkacak.”

 

Soylu da, Kıraç da bu iddiayı reddediyor. Kıraç, hatta, bunca onyıllık iş hayatı boyunca herhalde devasa bir avukat ordusuyla birlikte çalışmamış gibi tutup eski Özel Kuvvetlerci Levent Göktaş’a başvurmasını normal saymamızı bekleyerek, Biz sorunumuzu hukuk yoluyla çözdük,” diyebildi. Peker’in ona Karanlıkların Lordu” diye hitap etmesinin bir mesnedi olsa gerek…

 

Meğer Aydın Doğan sırf “galerici” değilmiş

Sınıf ilişkileri konusunda örnek olayımızın bize nasıl bilgiler sunduğuna gelelim:

 

Peker, Kıraç’a diyor ki (ufak tefek yazım yanlışlarını düzelterek aktarıyorum): “Dünyadan bîhaber olan büyük işadamlarına, Türk Devletinin âkil adamı rollerini oynayabilirsin. Encümeni Daniş’in gizli başkanıyım yalanına onları inandırabilirsin.”

 

Ne öğreniyoruz? Kıraç zaman zaman “büyük işadamlarına” karşı devleti temsilen konuşuyor. Varlığı gizem yüklü yerli İlluminati fantazilerine malzeme yapılan şu heyete mensubiyet motifini koz olarak kullanıyor!? “Beyefendi böyle istiyor”un, herhalde kendisini “beyefendi”den daha aşağı göstermeyecek bir çeşitlemesini bulmuş, buna “kendisine de arz ettim” unsuru eklemiş olmalı. Kaç “beyefendi” eskitmiş olduğunu göz önüne alırsak, hiç de etkisiz rol değil. Kimi zaman da “Paşa’ya çıtlattım, ‘Yaa, öyle mi?’ dedi” moduna geçiyordu herhalde.

 

Peker şöyle söylüyor: “1977 yılından 1980 yılına kadar süren, ülkeyi o dönem büyük ekonomik felakete uğratan, kurduğun otomobil karaborsasından başlayıp Aydın Doğan’ın gizli ortağı olduğun Eminönü’ndeki Doğan Otomotiv üzerinden çevirdiğiniz filmleri konuşacağız.”

 

Burada biraz geriplan bilgisi gerekiyor. Ercüment Karacan’dan Milliyet’i almaya talip işadamı olarak Aydın Doğan’ın adı ilk defa duyulduğunda, o sıradaki basın muhiti Bâbıâlî’de kendisinden “Sirkeci’den bir galerici” diye bahsediliyordu. Gazete patronluğu henüz gazete patronlarına özgü sayıldığından Doğan’ın tanınmamış bir otomobil satıcısı oluşu hem garipseniyor hem küçümseniyordu. “Arkasında Koç Grubu varmış” söylentileri eşliğinde Milliyet’i alan Doğan işleri büyütüp, gazetecilikten çok daha büyük paraların döndüğü, çok daha kârlı sektörlere el attıkça arkasında kimin olduğu konusu önemsizleşti. Aydın Doğan, esas işi başka olan, elindeki gazeteleri, televizyon kanallarını bütün bu işleri için buzkıran veya yağlama aracı olarak kullanan patron tipinin yeryüzüne inişinin müjdecilerinden ve bu tipi bizzat ete kemiğe büründüren adamlardan. Fakat Peker’in sözlerine bakarsak, onun “galerici”liğini fazla erken kenara koymuş, fazla hafife almışız.

 

“Muktedirler”?!

Yeniden Sedat Peker’e kulak verelim: Milliyet gibi, Hürriyet gibi büyük gazetelerin satış işlemlerine devletin manevi olarak icazet vermesinin bir gereklilik olduğunu bütün herkes bilir. Bu gazetelerin Aydın Doğana satılması için devlet içinde yaptığın kulislerin…”

 

Bu ne demek? Birincisi: “Burjuvazi” mensubu olarak, gidip gönlünce gazete satın alamıyor, yatırımını yapıp kârını cebe atamıyorsun; devletin “manevî olarak icazet” vermesi gerekiyor. Üstelik bu “herkesin bildiği” bir gereklilik. Bazı taahhütlerde bulunman, bazı garantiler vermen gerekiyor, gazete sahibi olabilmek için. Bu ilişkide kim belirleyici o halde? İş bununla da kalmıyor ki! Medya Kralı saydığımız Aydın Doğan’ın elinden gazetesi televizyonu nasıl bir çırpıda kapılıverdi, milyarlarca liralık vergi cezasıyla bilmemneyle?

 

Sedat Peker ayrıca Kıraç’ı, eleştirerek kızdırdığı Tayyip Erdoğan’a kendini affettirmek için birileri hakkında muhbirlik yapmakla da suçluyor. Kimler hakkında “ajanlık” yapmış İnan Kıraç? Peker’in ifadesiyle, “…mensubu olduğun beyaz yakalı Türkler” hakkında! Kimdir bunlar? Plaza çalışanları olmasa gerek. Aslında Peker muhtemelen “yakalı” kelimesini araya alışkanlıkla katmış. Onu oradan çıkarınca manzara berraklaşıyor.

 

Sonra şöyle diyor Peker: “Yaptığın bu ajanlıklar sayesinde şimdiki iktidarın da vazgeçilmezi olduğunu görüyoruz. (Eskiden de Askeriyenin vazgeçilmeziydin.)” İşte buna diyecek yok! Sözü geçen kimse, Türkiye’nin en büyük sermaye grubunun ileri gelenlerinden. “Kimlermiş lan şu egemen sınıf, sayın bakalım!” deseler çoğumuzun adını hemen listeye yazacağı biri. Hem sermayedar ailenin damadı hem holdingin tepesinde işleri yöneten biri. Peker onu itham ederken, Muktedirlere nasıl ajanlık yapıp yararlı bilgiler sağladıysan…” gibi bir ifade kullanabiliyor. Peki, İnan Kıraç gibi biri değilse, kim bu “muktedirler”?

 

Buradaki çapraşık vaziyet, devlet-egemen sınıf ilişkileri alanından da taşıyor. Mafyozo ilişkilerin yapısal hale geldiğini, sınıfsal bakışı buna göre de çeşitlendirmemiz gerektiğini anlıyoruz. Meksika’da uyuşturucu “kartel”lerini hesaba katmayan sınıfsal analiz yapılabilir mi? Peki ya burada? Sedat Peker, Levent Göktaş’ın takipten kurtuluşunda Kıraç’ın yardımı olduğunu da imâ ediyor: “Levent Göktaş’ın kaldığı yere baskın yapılınca ordan nasıl çıktığının görüntüleri dava açılınca ortaya çıkacak. En son senin yanına geliyor, ancak senin holdingdeki kameralar o gün çalışmıyor, görüntü yok. Sen bir tek kendini akıllı, milleti aptal mı zannediyorsun?”

 

Devletin keyfîliği üstüne bir de mafyozo işleyiş. Doğru dürüst burjuva hukuku istemenin neredeyse devrimci talep sayılacağı yerde yaşıyoruz. Sınıfsal bakıştan yoksun kalırsak memleketimizde olan bitenleri elbette anlamayız. Ama uzağı ve derini görmeyi sağlayacak bir aracı orta yerinden kırıp atgözlüğü şeklinde kullanmaya kalkmasak ne iyi olur.

 

—–

Kapak Görseli: Michal Renčo (Pixabay)