BM Özel Raportörü’nün “silahsız terör”e itirazı var

Ben Emmerson’ın raporu Türkiye’de şu an “terörle mücadele” adı altında ne yapılıyorsa yapılmamasını öneriyor…

EFE KEREM SÖZERİ

27.03.2016

Barış için Akademisyenler tarafından kamuoyuna duyurulan “Bu suça ortak olmayacağız! Em ê nebin hevparên vî sûcî!” başlıklı bildiri artık Türkiye siyaseti için tarihsel bir önem taşıyor. Fakat bildiri vesilesiyle başlayan ve “ya bizdensin, ya terörist” noktasına getirilen tartışma, aslında Türkiye’nin coğrafi ve siyasi sınırlarını aşar nitelikte; güvenlik ve ifade özgürlüğü arasındaki dengenin nasıl bozulabileceğine örnek bir vaka.
 
Bu yazıda önce iktidar partisinin bu konudaki tutumunu Erdoğan’ın popülist söylemi içinden ayıklayarak aktaracağım, daha sonra da Birleşmiş Milletler’in terörle mücadele alanında çalışan özel raportörünün geçen ay yayınladığı rapor ışığında bu tutumun sorunlarını ortaya koymaya çalışacağım.
 
Silahsız, bombasız “terör”; akademisyen, gazeteci “terörist”
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçildiği 10 Ağustos 2014 tarihinden itibaren Anayasa’ya göre tarafsız bir konumda bulunmalı. Fakat ifadeleri, uygulamaları ve talimatlarıyla Türkiye’nin yönetim sistemini kendisi ve iktidar partisi lehine bilfiil değiştirdi. Yargı bağımsızlığının olmadığı, yasamanın yürütmeden ayrı bir organ olarak değerlendirilemeyeceği bu fiili durumda, Erdoğan’ın terör konusundaki ifadelerinin hakim ve savcılar için bir emir, milletvekilleri içinse bir kanun tasarısı niteliğinde olduğunu kabul etmek gerekir.
 
Erdoğan’ın 14 Mart’taki o konuşmasında savunduğu terör tanımı, Barış için Akademisyenler grubundan Esra Mungan, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya’nın 15 Mart’ta tutuklanması ile uygulamaya da geçmiş oldu:
 
"Elinde silahı olan, bombası olan teröristle, konumunu, kalemini, unvanını, amacına ulaşabilmesi için teröriste emir verenin de hiçbir vasfı [sic] yoktur. Akademisyen olması, gazeteci olması, STK yöneticisi olması, aslında o kişinin terörist olduğu gerçeğini değiştirmez. Bombayı patlatan terörist olabilir, ama o eylemin amacına ulaşmasını sağlayan bu yardakçılardır. Terör ve terörist tanımı [sic] en kısa sürede yeniden yaparak Ceza Kanunu'na almalıyız. Bu mesele basın özgürlüğü örgütlenme özgürlüğü meselesi değildir."
 
Bu, Türkiye’nin hali hazırda oldukça geniş tanımlanmış olan ve bu nedenle uluslararası insan hakları kurumları tarafından ciddi şekilde ve defalarca eleştirilen, “terör” tanımını da fersah fersah aşıyor.
 
Terörle Mücadele Kanunu’nun 2006 yılında son halini alan 1. maddesinde terör şu şekilde tanımlanıyor:
 
“Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.” (vurgular bana ait)
 
“Terör suçlusu” ise devletin “terör örgütü” olarak tanımladığı örgütlere üye olanlar ile üye olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler olarak tanımlanmış.
 
Bu tanımın genişliği, Türkiye’nin yıllardan beri uluslararası alanda da savunmayı sürdürdüğü “her türü ve biçimiyle terörizm” (“terrorism in all its forms and manifestations”) argümanına dayanıyor. Bu tanımla, sadece cebir ve şiddet eylemlerini gerçekleştirenlerin değil, “terör örgütü” olarak tanımlanan örgütlerin fikirlerini yayanların da “terör suçu” ile yargılanması gerektiği savunuluyor. Örneğin, Med TV ve Roj TV’nin İngiltere, Fransa, Belçika ve Danimarka’da lisanslarının iptal edilmesi Türkiye’nin bu tanımı temel alan talepleri ile gerçekleşmişti. WikiLeaks belgeleri sayesinde bu iptal kararlarının uluslararası hukuk prensipleriyle değil, siyasi pazarlıklar sonucu (Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri yapılmasına Türkiye’nin evet demesi karşılığında) verildiğini de biliyoruz.
 
Bugün mülteci hakları meselesinde tanık olduğumuza benzer bu tür siyasi pazarlıklar aslında ortak bir durumu ifade ediyor: Türkiye’nin iç hukukundaki terör suçu tanımı uluslararası kabullere uygun değil, ve uygulaması, temel hak ve özgürlükler alanındaki anlaşmaları da ihlal ediyor.
 
2012’de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi tarafından Türkiye hakkında hazırlatılan bir raporda (CCPR/C/TUR/CO/1) Türkiye’nin terörle mücadele yasalarının ve uygulamalarının Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne uyumu değerlendirilmiş ve aynen şu ifadeler kullanılmış:
 
“Komite, 1991 tarihli (3713 Sayılı) Terörle Mücadele Kanunu’nun birden çok maddesinin Sözleşme’ye uyumsuz olmasından endişe duyuyor. Komite özellikle (a) terör eyleminin muğlak bir şekilde tanımlanmış olması; (b) adil yargılanma hakkı konusunda getirilen kısıtlamalar; (c) insan hakları savunucularının, avukatların, gazetecilerin ve hatta çocukların, özellikle Kürt meselesinin şiddetsiz tartışılması bağlamında, fikirlerini ve yorumlarını serbestçe ifade etmelerinden dolayı Terörle Mücadele Kanunu altında suçlanmaları konularında endişe duyuyor.“ (Madde 16, çeviri bana ait)
 
Komite, bu endişeler nedeniyle terör tanımının değiştirilmesini ve uygulamanın sadece “tartışmasız bir şekilde terör eylemi” olan suçlarla sınırlı olmasını önermiş.
 
Bulabildiğim kadarıyla bu rapor Türkiye basınında sadece CNNTürk ve Oda TV tarafından haber yapılmış, binlerce Kürt siyasetçinin yargılandığı KCK davalarındaki “uzun tutukluluk süreleri”ni eleştiren Avrupa Komisyonu 2012 İlerleme Raporu ve tutuklu gazetecilerin “gazetecilik faaliyetlerinden” dolayı hapiste oldukları ifade eden Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) 2012 Türkiye özel raporuyla birlikte raflardaki yerini almış.
 
Aradan geçen üç buçuk yılda ilerlemiyor, aksine geriliyoruz.
 
“Terör örgütüyle aynı fikir ve eylem birlikteliği içinde”
 
Akademisyenler Esra Mungan, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya’nın yakalanması kararını veren Savcı İrfan Fidan aynı zamanda Can Dündar ve Erdem Gül hakkındaki hukuka aykırı iddianamenin de sahibi. Savcı Fidan’ın tutuklama kararında akademisyenlere yönelttiği “terör örgütü propagandası” suçlaması, akademisyenlerin 10 Mart 2016’da yaptıkları açıklama ile KCK eş başkanı Besê Hozat’ın 22 Aralık 2015 tarihli bir açıklaması arasında “fikir ve eylem birlikteliği” olduğunu iddia ediyor.
 
Barış Akademisyenleri’nin 10 Mart’ta yaptığı açıklama kamuya açık. Açıklamanın amacı, Barış Bildirisi’nden bu yana adli ve idari soruşturmaya uğrayan akademisyenlerin durumuna dair hazırlanan raporu kamuoyuyla paylaşmaktı. 3 dakika 50 saniye süren açıklamadaki tek eylem çağrısı halka açık dersler vermek. İnanmayan savcı ve hakim lütfen izlesin:
 

 
KCK eş başkanı Besê Hozat ise 22 Aralık 2015’teki açıklamasında, Türk devleti ile mücadele için tüm Kürtleri PKK saflarına katılmaya davet ediyor, “AKP’ye ait her şeyi yakıp yıkmalılar” diyor:
 
“Türkiye metropollerinde yaşayan milyonlarca Kürt, Türkiye metropollerinde ayaklanmalı ve isyana kalkmalıdır. Türkiye’yi yangın yerine çevirmelidirler. Türk ve farklı etnik kökenli gençlerde [sic] aynı şekilde ayağa kalkmalıdır. Hem Kürdistan’da hem de Türkiye’de. AKP’ye ait binalara ve yerlere saldırı meşrudur. Bu anlamda AKP’ye ait her şeyi yakıp yıkmalılar.” (Sansür nedeniyle ANF’ye ulaşamayanlar karşılaştırma için şuraya bakabilir.)
 
Bu iki açıklama arasında ne eylem, ne de fikir birliği var.
 
Barış Akademisyenleri ile PKK’nin hem fikir olduğunun iddia edilebileceği tek nokta ise hükümetin insan haklarını ihlal ettiği ve katliam yaptığı. Eğer insan haklarını savunmak ve sokağa çıkma yasakları sırasında öldürülen 310 sivil vatandaşın yaşam hakkını hatırlatmak PKK ile “fikir ve eylem birliği” oluyorsa, o zaman bu ihlalleri raporlayan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), İnsan Hakları Derneği (İHD), Af Örgütü (Amnesty) ve İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) de akademisyenlerle birlikte “terör suçu” mu işlemiş oluyor?
 
Gerçek terör ile böyle mücadele edilebilir mi?
 
Terörle mücadele, teröre yol açan nedenleri çözmekle başlıyor
 
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 2006'da oy birliğiyle kabul edilen Küresel Anti-Terrörizm Stratejisi (A/60/288) terörle mücadele edilirken insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunması gerektiğini belirtiyor.
 
Zaten bu strateji, teröre karşı alınacak güvenlik önlemlerinden evvel, teröre "yol açan nedenleri" engellemek ile başlıyor. Bu nedenler "çözülmeyen uzun süreli çatışmalar,… hukuk devletinin eksikliği ve insan hakları ihlalleri, etnik ayrımcılık, siyasi dışlanma…" gibi siyasi ve toplumsal sorunlar olarak sayılmış (I).
 
Uzun süreli, çözülemeyen çatışmaların teröre yol açmaması ve barışla çözülebilmesi içinse "müzakere, arabuluculuk, uzlaşma" süreçleri önerilmiş (I-1).
 
Metinde, terör eylemlerine teşvik etmenin de uluslararası hukuka uygun şekilde yasaklanması öneriliyor, terör aktivitelerine katılmanın cesaretlendirilmesi veya hoşgörülmesinin engellenmesi gerektiği belirtiliyor. (I-4 ve II-1)
 
Ancak devletlerin terörle mücadele ederken aldıkları önlemlerin uluslararası hukukta tanınmış temel hak ve özgürlükleri ihlal etmemesi gerektiği özenle vurgulanmış (IV); sırf bu amaçla "Terörle Mücadele Sırasında İnsan Haklarının Korunması" alanında çalışacak bir özel raportör belirlenmiş.
 
Bu yazının başlığına taşıdığım ‘itiraz’, AİHM’den Kamboçya Soykırımı’na dek pek çok uluslararası hukuk davasında görev almış olan Özel Raportör Ben Emmerson’ın 22 Şubat 2016 tarihli raporunda (A/HRC/31/65) dile getirilmiş. (Birleşmiş Milletler’in sadece 37 tane özel raportörü olduğunu, ve Ben Emmerson’ın terör alanında çalışan tek özel raportör olduğunu vurgulamak isterim.)
 
"Terör propagandası" suçlaması sadece ifadeye değil, amaca ve etkiye de bakmalı
 
Emmerson’ın raporu, uluslararası kamuoyunda Türkiye gibi ülkeler tarafından desteklenen ve son üç yılda giderek kötüleşen bir eğilimi ele alıyor: Ulusal güvenlik bahanesiyle sivil toplum faaliyetlerinin engellenmesi ve terörizmle mücadele adı altında fikirlerin ifade edilmesine suç muamelesi yapılması.  
 
Rapor Türkiye’de şu an “terörle mücadele” adı altında ne yapılıyorsa yapılmamasını öneriyor aslında. Örneğin Başbakanlık tarafından tüm kamu kurumlarına gönderilen “terör genelgesi” karşılığında BM özel raportörü kurumlara terörle mücadele konusunda yasal sorumluluk yüklemenin ve çalışanları hakkında rapor tutulmasını istemenin özellikle eğitim sektörü gibi özgür düşüncenin olduğu yerlerde daha fazla sansüre yol açacağını, ifade özgürlüğünü engelleyeceğini ve ayrımcılığı körükleyeceğini belirtiyor (A/HRC/31/65, 43 ve 45).
 
Raporda, pek çok hükümetin muhalefeti bastırmak için muhalif siyasetçileri ve gazetecileri “terörist” olarak nitelendirdiği örnek gösteriliyor; ancak terörü ve radikalleşme süreçlerini engellemek için sivil topluma ihtiyaç olduğu hatırlatılıyor (A/HRC/31/65, 21 ve 28; ayrıca bkz. A/70/371, 8).
 
Peki, hükümetler basın ve yayın yoluyla ve kamu önünde gerçekleşebilecek olan “terör eylemine teşvik” suçunu uluslararası hukuka uygun şekilde nasıl tanımlayabilirler? Rapor bunun için çok net öneriler ortaya koyuyor:
 
(a) ifadede teşvik edilen fiil gerçek anlamda terör niteliği taşımalı,
(b) ifade özgürlüğünü mümkün olan en az şekilde sınırlamalı,
(c) kanunda net bir şekilde ifade edilmeli, “öven” veya “yücelten” gibi kelimelerden kaçınmalı,
(d) teşvik edilen fiilin işlenmesinin gerçek (objektif) bir risk olduğu şartını içermeli,
(e) ifade eden kişinin o fiilin gerçekleşmesi amacını taşıdığını açıkça gösterebilmeli,
(f) suça teşvik oluşturmayan ifadelerin cezai sorumluluk taşımayacağını belirtmeli.
(A/HRC/31/65, 24)
 
Savcı İrfan Fidan’ın “fikir ve eylem birliği” kurduğu iki açıklamayı bu açıdan karşılaştırırsak, Erdoğan’ın “silahsız terör” tanımının sorunu netleşecektir.
 
KCK eş başkanı Besê Hozat’ın açıklamasında teşvik ettiği eylem sivillere yönelik şiddet eylemi (“AKP’ye ait her şeyi yakıp yıkmalılar”), eylemleri övme değil açıkça teşvik amacı söz konusu, ve AKP binaları yakılmasa dahi, Hozat’ın açıklamasının bu riski artırdığını iddia etmek mümkün.
 
Akademisyenlerin açıklaması hangi eylemi teşvik ediyor? Halka açık ders vermek suç mu? Dört  akademisyen hangi amaçla bu açıklamayı yaptı? Açıklamadan sonra hangi suçun işlenmesi riski doğdu?
 
“Silahsız terör”le mücadele, silahlı terörle mücadeleye en büyük engel
 
En başta ifade ettiğim gibi, Barış için Akademisyenler bildirisi Türkiye siyasi tarihi için çok önemli, ancak buradaki mesele bugünden büyük.
 
Türkiye hükümetinin hem terör tanımı, hem de terörle mücadele uygulaması gerçek anlamdaki şiddet eylemlerini önlemekten uzak; hatta, 1990’larda uygulanan güvenlik temelli çözüm önerilerinin PKK’ye yeni nesiller kazandırdığını söylemek mümkün. Dünyada terör konusunda yapılan araştırmalar da bunu işaret ediyor (A/HRC/31/65, 56, a).
 
Birleşmiş Milletler terörle ilgili özel raportörün görevini belirlerken "Terörle Mücadele Sırasında İnsan Haklarının Korunması" başlığını kullanmış. Bu başlık sadece bir sorunu tanımlamıyor, bir çözüm de öneriyor: Evet, pek çok devlet terörle mücadele ederken insan haklarını ihlal ediyor; ama daha önemlisi, teröre yol açacak nedenleri ortadan kaldırmak için insan haklarına uymak gerekiyor. Türkiye işte bu yüzden terörle mücadele edemiyor.

Gazeteciler, akademisyenler ve insan hakları aktivistleri için hapse atılmak onları en fazla belirli bir süre susturabilen bir karardır, insan hakları mücadelesinde bir olaydır, yeni bir ihlalden ibarettir. Hükümet içinse bu tür kararlar ülkenin uluslararası alandaki saygınlığını düşürür, siyasi pazarlıkta elini zayıflatır, başka da bir işe yaramaz. Ama bugün hapistekilerin raporunu yazdıkları, kendilerine yönelik tehditlere rağmen toplumu uyardıkları insan hakları ihlalleri bir olgudur, son 30 yılın birikimidir, önümüzdeki 30 yılın öngörüsüdür. Bu raporları okumadan, önerdikleri çözümleri anlamadan terörü “bitirmek” mümkün değil.