Bu medya mühendisliği ile başkanlık bankodur
Hemen tüm TV kanalları ve yazılı basının % 90’ının AKP’ce fethedildiği ortamda bir ‘’sosyal sözleşme’’ hakkaniyetle şekillendirilebilir mi?
05.01.2016
Son gelen haberlere göre, muhtemelen önümüzdeki altı ay içinde Türkiye'de seçmenin mutlak güç temerküzü ile donatılmış bir başkanlık sistemine geçiş için referanduma götürülme hazırlıkları hız kazanmış durumda.
‘’Havuz medyası’’ organlarından Akşam'ın haberine göre AKP kapsamlı bir başkanlık sistemi propagandası için gaza basmak üzere.
Bu çerçevede AKP'nin tüm milletvekilleri ülke sathına yayılarak halka, “bu sistem ne diktatörlük yaratır ne de ülkenin bölünmesine yol açar” sloganı eşliğinde telkin ve çağrıda bulunacak.
Halka şu propaganda başlıklarıyla seslenilecek:
– ABD örneğinde yaşandığı üzere, kanun teklif etme ve en önemlisi bütçe oluşturma gibi yetkilere sahip olmayan bir Başkanın, salt yürütmenin başındaki tek aktör olması dolayısıyla diktatörlüğü getireceğini iddia etmek rasyonel bir yaklaşım değildir.
– Latin Amerika hakkındaki tartışmalar gerçek bilgi ve araştırmalara değil, çoğunlukla önyargılara dayalıdır. Bu ülkelerde başkanlık yerine parlamenter sistem olsaydı da, aynı otoriterleşme ve krizlerin yaşanması kaçınılmazdı…
– Üniter devletlerde çift Meclis sistemi zorunlu değildir. Türkiye'nin başkanlık sistemine geçmesi aynı zamanda çift meclisli bir yapıya bürünmesini gerektirmeyecektir. .
– Parlamenter sistemlerde yürütme yetkisi devlet başkanı ile başbakan arasında paylaştırıldığından, yürütmenin gücü azalmaktadır. Oysa başkanlık sisteminde yürütme yetkisi Başkan'ın elinde toplandığı için bu tür güçsüz iktidarlar söz konusu olmaz.
Bu haber, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Suudi Arabistan dünüşünde, ‘’anayasa değişkiliği ve başkanlık sistemi ne geçiş konusunda arama konferansları yapılması’’ konulu, bir anlamda çevreye talimat şeklinde gelişen mesajlarını izlemekte.
Erdoğan'ın bir ‘’tek adam’’ sistemine geçiş için varını yoğunu ortaya koyduğu, bu konudaki ısrarından asla vazgeçmeyeceği, ve en önemlisi bu yolda her türlü pazarlık ve uzlaşmayı – ne kadar kirli, ahlakdışı ve tehlikeli de olsalar – mübah gördüğü, artık herkesin bildiği bir açık sır.
Tam da bu yüzden, Türkiye, tarihinin en sert, en riskli, ucu her türlü belaya açık bir viraja girmek üzere.
Hukukun ayaklar altına alındığı, kuvvetler ayrılığının fiilen eridiği, sosyal kutuplaşmanın zirve yaptığı, adalet duygusunun sıfıra doğru hızla inmekte olduğu bir ortamda, üstelik Türkiye'nin yaklaşık altıda birinin, Kürt kimliği üzerinden kendisini muazzam bir baskı – en azından belirsizlik – içinde hissettiği bu ortamda süren bu ısrar, çok ciddi bazı sorularla yumak halinde.
Bunların en önemlisini, T24'e verdiği mülakatta, CHP eski milletvekili ve AİHM eski yargıcı Rıza Türmen şöyle ifade ediyordu:
“Türkiye’nin demokratikleşme sorunu var. Demokratik ve uzlaşmacı bir Anayasa istiyorsanız Kürt sorununun çözümünü Anayasa içinde yapmak zorundasınız. Başka türlü olmaz. Toplumun bütününü kapsayan bir Anayasa istiyorsanız herkesle, HDP ile konuşmalısınız. HDP’yi dışarıda bırakırsanız uzlaşmacı bir Anayasa yapmaktan vazgeçmiş oluyorsunuz demektir. HDP’nin temsil ettiği bir kitle var. Onları dışarıda bırakıyorsunuz demektir. CHP’nin de nasıl bir Anayasa amaçladığını ortaya koyması lazım. Kürt sorunun çözümü Anayasa’dan geçiyor. Her türlü talep Anayasa ve Türkiye’nin demokratikleşme sorunu. Kürt sorunu aciliyeti olan bir mesele. Barışçı, demokratik bir Anayasa için, Kürt sorununun çözümü için uzlaşmaya ihtiyaç var.”
Bu sözlerle sadede gelmiş oluyoruz.
Türkiye, enkaza dönmüş bir hukuk zemini üzerinde öyle bir hale geldi ki, Türmen'in – ve onun gibi bu sürecin işleyiş ve yönetiliş tarzına itiraz edenlerin – açıklamaları sadece ve sadece T24 gibi sayısı üçü beşi geçmeyen bağımsız medya kanallarında kendisine yer bulabiliyor.
O zaman en önemli soruyu sorabiliriz:
Başta hemen hemen tüm TV kanallarının, yazılı basının yaklaşık yüzde 85-90'ının, akla hayale gelmeyecek binbir türlü cezai, idari ve mali yöntemle AKP tarafından fethedilmiş olduğu 2016 Türkiye'sinde, ancak ve ancak bütün toplum kesimlerinin bir şekilde kamusal tartışmaya katılımıyla, birbirine anlatıp birbirini dinlemesiyle varılabilecek bir ‘’makul mutabakat’’ ve yeni bir ‘’sosyal sözleşme’’, yani anayasa, nasıl hakkaniyetli bir mimariyle şekillenecek ve kabul görecek?
Tekrarlayalım: Türkiye'de 2015 yılı yargının çoğunlukçuluğu demokrasi sayan bir iktidar tarafından kendisine bağlandığı, medyanın 'merkez' diye sayılan kesiminin de su geçirmez bir boyunduruk altına alındığı yıl olmuştur.
Yargı bireyden değil devletten yana ve özgürlük aleyhtarı kararlarına her gün yenilerini eklerken…
Medyada eleştirel ve çok sesli içerik sadece dört TV kanalına (IMC TV, Halk TV, Bengü TV ve Can Erzincan TV) indirgenmişken, yazılı basında otosansür – özellikle Kürt sorunu üzerinden – iyice yaygınlaşmışken, sağlıklı bir anayasa ve başkanlık seçimi haberciliği ve tartışması nasıl yapılacak?
Ana muhalefet partisi CHP, bu soruları sormak ve sadece bu gerekçeyle bile Başbakan Davutoğlu'nun asıl amacı anayasayı salt bir başkanlık rejimi meşrulaştırmasına indirgemek olan lider turlarına katılmayı reddetmek yerine, sanki Türkiye'de medya özgür, bağımsız ve çok sesliymiş gibi, iktidarın ‘’oyunu’’na figüranlık ediyor.
Ederken, en büyük kötülüğü de, giderek kangrene dönüşen problemlerini, varoluş kavgasını yok sayarak medyaya yapıyor.
Bu tür tarihsel süreçlerde en yapıcı rolü oynaması gereken TRT, artık boydan boya bir iktidar borazanı halinde yayın yapmaktadır. Bu hali, son seçimlerdeki muazzam hakkaniyetsiz yayınlarına RTÜK'ten gelen cezalarla da tescilllenmiştir.
TRT bir kamu yayıncısı değil, bir parti devleti yayıncısına dönüşmüştür. AKP'yi desteklemeyen, bağımsız akademisyenler veya farklı muhalefet partilerinin görüşlerine yakın kanaat önderlerine TRT stüdyolarının kapıları çoktandır kapalıdır.
Gezi'den başlayarak özellikle büyük gruplara bağlı TV kanallarından, son iki yıl içinde, Türkiye toplumu nezdine nesnelliği, bağımsız görüşleri, eleştirel bakışları nedeniyle her zaman saygınlığını korumuş olan, dünyaca tanınmış bir çok akademisyen ve kanaat önderi itinayla ayıklanmış ve bunların tartışma ve analiz programlarına alınmamaları için fiili kara listeler oluşturulmuştur.
Bu otosansür patronlar üzerinden yaygın ve sistematik hale geldiği ölçüde, medyanın yüzde yüz iktidar bağımlısı kesimlerinin, malum deyişle ‘’havuz medyası’’nın yalan ve propagandayı halka gerçekmiş gibi sunmasının kapıları ardına kadar açılmıştır.
Genetiği iyice bozulmuş, çürütülmüş bu medya yapısı yüzünden Türkiye'de halk, esas olarak da seçmen, bir hayal ve yalan dünyasında nefes almaya, bilmesi gerekenlerden yoksun kalmaya mahkum edilmiştir.
Şimdi, düşünün:
Türmen'in dediği gibi, yeni bir anayasa veya genel kabul görecek kısmi bir anayasa değişikliği Kürtlerin sorun ve demokratik taleplerini içerecek ise, bu konu TV'lerde, gazetelerde o kesimin sözcü ve temsilcileri, o konuda iktidar veya devlet gibi düşünmeyen bağımsız kanaat önderleri sansürlenerek nasıl sağlıklı tartışılacaktır?
Anayasa (değişikliği) başkanlık sistemine geçişi esas alacağına göre, buna karşı çıktığı bilinen muhalefet partilerinin veya sistemi Türkiye için doğru bulmayan siyaset ve hukuk uzmanlarının katılımı engellenerek halk sandıklara nasıl 'bilgilenmiş' olarak gidecektir?
Anayasa (değişikliği) kuvvetler ayrılığı, denge-denetim, yolsuzluk gibi olaylarda hesap verme, bireysel ve kollektif haklar vs konularda, tam bir fikir pazarı kurulmadan Türkiye'nin önünü açmaya mı, kapatmaya mı hizmet edecektir?
Durum, gerçekten vahimdir.
Türkiye, bir kısmı borazana çevrilmiş, bir kısmı felç edilmiş, ve önemli bir kısmı zulme karşı vicdansızlaştırılmış bir medya eşliğinde, bir oldu-bitti'ye itilmektedir.
Başta CHP, tüm muhalefet partilerinin tek sesle haykırması gerekir:
Medyayı tamamen özgür ve bağımsız hale getirmeden, toplumun tüm kesimlerine, özellikle de sesi kısılmışlara ses hakkı tanımadan biz herhangi bir şekilde anayasa ve başkanlık tartışmalarına katılmıyoruz.
Muhalefet bunu söylemezse, oynanan oyundan bir kez daha yenik çıkacaktır!