Bünye kendini imha ederken

Tanımadığım alanda bilmeden konuşacağım için Türkiye’deki köşeyazarlığı müessesesinin hakkını verebileceğimi sanıyorum

ÜMİT KIVANÇ

03.11.2016

Kendini sağlama aldığından beri AKP’nin, etrafındaki müteahhit veya taahhütsüz İslâmcı zümrenin, son birkaç yıldır da mevcut iktidar koalisyonunun yaptığı ettiğine bakarken kendimi birden siyaset ve toplumsal meselelerin alanından çıkmış, sağlık alanına geçmiş buluyorum. Açlık duyduğum, insanın zihnine ruhuna değil beden mekanizmasına ait veriler, tıp bilgileri oluyor. Aslına bakarsanız Türkiye’nin pek çok hayatî meselesini sağlık alanında araştırmalar yaparak inceleyebilir, tahlil araçlarını ve çözüm yollarını yine tıp dünyasından ödünç alınacak bakış açıları, kavramlar ve yöntemlerle arayabilirsiniz.

Çünkü, ilkin, biz bir asırdan uzun süredir hasta olmuş bir toplumuz. Düzeltme: gerçek anlamda bir “toplum” değiliz elbette; yine de kaderin ısrarlı ve kötü niyetli cilveleri sonucu birarada yaşamaya mahkûm edilmiş ve bunu birbirine olabildiğince azap ve zarar vererek yapmaktan vazgeçmeyen bir gruplar, zümreler, güruhlar toplamı, kendine özgü bir kalabalığız. Bu hükmü haksız veya aşırı bulanlar veyahut “Hayır! Anlı şanlı milletiz!” bayrağıyla üzerime yürüyecekler çıkabilir. Eyvallah, toplum olup olmadığımız en azından tartışılır diyelim, lâkin hasta olduğumuz şüphe götürmez.

İkinci olarak, bu ülkede devlet, özellikle eğitim sistemi -adına Türk Millî Eğitimi denen, şimdi kimlik ve hedef değiştirse de balyoz-pres-cendere-kelepçe-değirmen işlevi bâki kalan ruh ve zihin ezme, akıl mantık öğütme, muhakeme kabiliyetinden arındırma mekanizması-, ülkeyi yönetenler, yani yönetme adı altında kendilerine tahakküm, etraflarındakilere zenginlik imkânları yaratanlar, insanların akıllarına fikirlerine yön verenler, dünyanın her yerinde öyle dendiği için bizde de adına “düşünce” denen şeyden üreten şahıs ve merciler, yaptıkları her türlü faaliyetle, hem tek tek bireylerin hem ülkedeki kalabalığı meydana getiren ayrı ayrı toplulukların hem de bir bütün olarak teşkil ettiğimiz kalabalığın, ömürleri boyunca müzmin hastalıklarla boğuşması, ayrıyeten her icap ettiğinde döneme göre muayyen hastalıklara tutulması ve mümkünse bunlardan da hiç kurtulamamaları, mevsimlik hastalıkların müzmin ve akut arızaların üstüne eklenmesi için uğraşırlar.

Üçüncü olarak, hastalık üretimi, yayılması ve devamının sağlanması hem resmî hem yarı-resmî bir faaliyet hem de topluca, belli sınırlar içerisinde belli yasalara tâbi yaşayan ve dünyanın başka yerlerinde öyle dendiği için “toplum” adını alan kalabalığımızın, topluca birarada yaşamanın icabı olarak benimsediği yegâne sorumluluktur. (Not: “Belli yasalara tâbi” kısmı, dünyanın her yerinde öyle dendiği için mecburiyetten araya kattığım bir ifade; yanlış anlaşılmasın.) Dolayısıyla, hastalık üretiminde ve virüslerin yeterince bulaşmadığı birey veyahut kesimlere sirayet ettirilmesinde toplum sivil inisiyatif de üstlenir. Sanırım bu, sorumluluk duygusundan çok kendine özgü bir basiret cinsinden kaynaklanmaktadır: Kalabalığın unsurları olarak, hastalığın istisnasız herkese sirayet etmemesi halinde birtakım sorunlar çıkabileceğini içten içe hissetmekteyiz ve bunun için tedbir almaktayız.

Sağlık alanında bilgim az, neredeyse hiç yok, yol yordam bilmem. Dolayısıyla ülkemizin ve kalabalığımızın sorunlarını anlamada ve çözmede başarısız kalmaya mahkûmum. Sadece kulaktan dolma bazı bilgilerle ve oradan buradan gelişigüzel kulağıma çalınmış birtakım fikir kırıntılarıyla idare etmek durumundayım.

Tanımadığım alanda bilmeden konuşacağım için Türkiye’deki köşeyazarlığı müessesesinin hakkını verebileceğimi sanıyorum. Onun için hemen başlayayım! Not: Yukarıda bahsettiğim “kalabalık”, alışkanlıklara hitap ederek kolay anlaşılmak ve dünyanın gerikalanıyla son kalan bağları da koparmamak adına, aşağıda “toplum” olarak adlandırılacaktır. İşbu sözleşmenin öbür tarafının “devlet” veya “iktidar” olduğu, onun olduğu yerde zaten bu taraftakinin kıymeti harbiyesinin kalmayacağı vesaire, artık yürürlükte olmayan kanunlarda belirtilmiştir.

Şu anda iktidar eliyle topluma yapılanları genel bir başlık altında incelemek gerekirse, bu işi sağlık-tıp alanının özel bir köşesinde yapmak münasip olacaktır. Bildiğim duyduğum kadarıyla, tıp, birtakım hastalıkların aslında bünyenin kendi kendine ettiği kötülüklerden ibaret olduğunu keşfedeli epey oluyor. Organizma saldırı var diye savunmaya geçiyor ve bu esnada ya işi abartıyor ya hedefi şaşırıyor, bağışıklık sistemi bünyeyi mahveden esas düşmana dönüşüyor. (Meselâ tam bu noktada devreye sokulabilecek “iç düşman” veya “hainler” kavramları, siyasî tahlil ve çözüm yollarını tıp alanından devşirme girişimimle ne kadar isabetli bir istikamette ilerlediğimi göstermiyor mu allahaşkınıza?) Bünyenin koruma-savunma sistemleri, işgüzarlıktan, tesbit (radar) hatasından, teşhis isabetsizliğinden ötürü yalan yanlış işlere kalkıştığında olanlar, sıradan bir virüsün bünyeye sızıp yapabileceklerinden daha beter, genel olarak – yine kahvede işittiklerim itibarıyla.

Bir de bünyenin bütünü korumak için bazı uzuvları feda etmesi hadisesi var. Dedim, niyesini nasılını bilmiyorum. Varmış böyle bir şey. Yanınızdan hızla geçerken yüzünüze bakmadan konuşan ve günde iki paket tüketirken sigaranın zararlarına dair nutuklar atan beyaz önlüklü otoriteler bile öyle söylüyor.

Sigaraya dokunmuşken, tam da şu anda bize gereken örneği tütün dünyasından -güzel tekel bayii ismi olurdu- alıp oradan devam edelim. Dumanaltında doğup büyümüş insanı temiz havaya çıkardığınızda herhalde içeri kaçar. Resmî mercileri, karar vericileri, iktidar sahiplerini, kısaca hayatımızı karartanları kısa yoldan anlatmak için takım elbise, kayık ayakkabı giydirilen anlamıyla “Türkiye” de ne yaptı? Aynısını. Üstelik kendi içeri kaçarken dışarıdaki temiz havayı zehirlemek için tertibat aldı, var gücüyle bastı dumanı oraya. Bahçedekiler yandı.

Bu memlekette ilk defa sahici bir çoğulcu demokrasiye doğru adım atma ihtimalinin belirdiği 7 Haziran seçimleri sonrasını, elbette tıbbî terimlerle besleyerek, diyagramlarla süsleyerek, bu şekilde anlatamaz mıyız?

Ve fakat iş bununla bitmedi. Hep beraber içeri kaçıldığında görüldü ki, birileri yine de temiz havaya çıkmak ve, bu yetmiyormuş gibi, herkesi çıkarmak peşinde. Hoş pısıp otursalar da fark etmeyecekti, ama ülkenin (devlet manasında) bugününü ve istikbalini tehlikeye sokan bu teşebbüsün ihtimali bile kendini organizmanın sahibi ilan etmiş koruma-savunma mekanizmalarını harekete geçirmeye yetti.

Tam o esnada kanser şu bu hücreleri atağa geçmesin mi! Organizma koruyucuları nicedir kafayı taktıkları topyekûn imha stratejisiyle karşı atağa kalktılar. Vücuda bir süredir hunharca zerk edilen tahrik edici maddelerin tesiriyle pusula da tamamen şaşınca, topyekûn imha kaldırmayacak hassas bir alanda iş makineleriyle hafriyat başladı.

Ve ne oldu? Bünye şu anda kendisine çok gerekli hayatî uzuvlarını tahrip ediyor. Hoşuna gitmeyen, uyum içinde görmediği her şeyi kesip, ezip, koparıp yok etmeye çalışıyor. Bağırsak mı? İçi pislik dolu, kıvrım kıvrım, cıvık cıvık bir şey! Ne iğrenç! Keselim. Sinirler? Geriliyor, sıkıntı veriyor, acı iletiyor, dallı budaklı, her tarafa uzanıyor, parmak ucundaki minicik yara veya mazallah dişindeki çürük yüzünden hayatını karartıyor, oysa onlar olmasa o yara orada kalacak, o çürük orada duracak öyle kendi halinde. O halde sinirleri… ne yapalım?.. keseliiim! Bacaklar yürüyünce yoruluyor. Koparalım. Beyin? Tamamen yük ve saçmalık. Atalım.

Evet. Biraz abartılı oldu. Bir toplumun -eğer sahiden toplumsa- kültür-sanat hayatı niye onun hayatının vazgeçilmez parçası olsun ki? Bir toplumun yazarları, çizerleri niye hayatî uzuvlar sayılsın ki? Bir topluma solcu niye lazım olsun ki? Niyeymiş, Kürtler neden bu ülkenin aslî uzvuymuş? Alevilersiz bünye daha rahat etmez mi?

E şimdi böyle bakınca da sanki abartılı değil!

Türkçe edebiyatın en müthiş yazarlarından Şule Gürbüz’ün “Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?”sinden, (Öyle miymiş?, İletişim Yayınları, 2016) bir pasaj aktararak bitirmek istiyorum:

“…İçimde kesik kesik soluyan benliğimden vücudum kurtulmak istiyor, bunlardan kurtulmak kim kimin içine daha yerleşikse atmak için birbirlerini delice hırpalayıp duruyorlardı. İçimde akşamüstü ağır bir sıkıntı ile başlayan hararet ruhumun beynime, beynimin benliğime, benliğimin şuuruma, şuurumun ahlâkıma, ahlâkımın irademe, irademin terbiyeme, terbiyemin anama sövmesiyle bir ağız dalaşına dönüşmüş, herkes aldığı yara ile işittiği ve söylediği ile başkalaşmıştı. Bu başkalaşmalarla herkes yerini ve kendini yadırgıyor, buna sebep olana da derin bir öfke duyuyordu. Geceye doğru kendimde hissettiğim ağır aşağılanma ve değersizlik duygusu ve neyi niye yaptığımı bilemez olmakla su içtiğim bardağı sertçe sıkıp parçaladım. Sağ elim ve parmaklarımdan boşalan kan, içeri girdiğini tahmin ettiğim ince cam parçaları ve fazla olduğunu anladığım halde az hissettiğim ağrı ile geçip koltuğa oturdum…”