Buradasın, duydun mu?
Say ki deprem olmuş. Zaten ülkede her şey her an her anlamda sallanıyor. Yıkıntıların altında debeleniyoruz.
19.01.2021
İki gündür Osmanbey’de bir zamanlar Agos gazetesinin, şimdi de 23.5 Hrant Dink Hafıza Mekânı’nın yer aldığı Sebat Apartmanı üzerine yansıyan Hrant Dink’in ve güvercinlerin görüntüsü gibi hayat biraz. Gerçekten daha sahici ve gerçeğin üstüne binen bir kurgu gibi. Yalanlardan müteşekkil bir gerçeğin üzerindeki özlem kurgusu. Gülüşü iç ısıtan bir insanın ve gökyüzüne saldığı umudun öyküsü.
Gerçeğe çok yakın rüyalar görenler bilir o hissi. Rüyadan uyandığın o ilk ânı hayatın parçası sanırsın. Telefonda kavga ettiğin arkadaşınla o konuşma gerçekten oldu mu dün gece? Yazıştığın insan çok kötü bir şeyler yazmıştı. Telefona bakarsın, Hani nerede? Haa, rüyaymış dediğinde rahatlık değil içini boşaltan bir endişe duyarsın. Nihayetinde bu sözleri sen kendine söyledin bilinçaltında. Nihayetinde sen kendine en büyük korkularını yaşattın. Rüya diye yalan mı oldu şimdi hepsi? O rüyalar bir anlamda belki de en büyük hakikatindi.
Bu versiyondan bağımsız, bir de ölmüş sevdiklerini görürsün bazen rüyalarında. Her şey iyidir hoştur da rüyanın bir yerinde ilgili kişiyi epeydir görmediğini hissedersin. Neredeydi bunca zaman? Tabloda bir şeyler gariptir. O gariplikle gözünü açar ve kelimenin tam anlamıyla uyanırsın.
Rakamlar ne der, kalpler ne…
On dört yıl nedir ki? Bir yanıyla yüz yıldan daha uzun bir tarih, bir yanıyla göz kırpımlık bir an. Her iki şekilde de zerre değişmeyen, dayatılan bir kader. O kaderin dümenini barışa kırmaya talip, varlığında atalarının acıları kadar gelecek kuşakların umudunu birleştiren bir insan elbette varlığının tam zıddı olan şeyle “Türk düşmanı” olmakla yaftalanacaktı. Cezasızlığa ve dahi hukuksuzluğa teslim bir düzende devletin her kesiminin doğrudan mutabakatıyla işlenmiş bir cinayetin adil yargılanmasını, esas faillerin yani cinayet emri verenlerin ortaya çıkmasını, “Bu vahşet, nefret cinayetinin sözlük tanımıdır” diye adının konmasını beklemekse koca bir oksimorondan ibaret.
Bir insanı öldürmek kaç saniye sürer? Ölüm kaç yıl? Nice mücadeleden sonra çoğunluğu kamu görevlisi, jandarma ve emniyet istihbarat elemanlarından oluşan 7’si tutuklu, 13 firari, 76 sanıklı Hrant Dink cinayeti davasının 122. duruşması 15 Ocak Cuma günü yapıldı. Rakamlarla ifade edilen ölüm bu. 122 kez sonradan, cinayette doğrudan, öncesindeki linç, tehdit, iftira kampanyaları ve üst üste davalarla kim bilir kaç kez öldürülen Hrant Dink’in uzun ölümünün kısa tarihi bu. Sonra “Türkiye vuruldu” diye bir başlık okumuştum ertesi günü, yani 20 Ocak 2007 tarihinde. Vurulan Türkiye’nin bir yerinde herkes katile atfen beyaz bereler takmış, stadyumdan faile gururla tezahürat ediyordu. Türkiye’nin bir yeri kanamıyordu. Kaldırımdan çıkmayan Hrant Dink’in kanıydı.
Rakamlarla devam edelim: Hrant Dink’in katledilişinin 14. yıldönümünden hemen sonra, 20 ve 22 Ocak’ta sanıkların savcılık mütalaasına karşı beyan ve son savunmaları tamamlanmış olacak. Dink ailesi avukatlarının mütalaaya karşı son beyanları alınacak. Sonra dava karara bağlanacak. Bu arada Trabzon Jandarma istihbarattan üç kişi daha tutuklandı. Astarını verdik, yüzünü istemeyin gibi bir tavır hâkim. “Bilmiyordum” ya da “Hatırlamıyorum” adlı güllelerle yakartop oynanıyor yıllardır. Sorumluluk tutanın elinde kalıyor Trabzon-İstanbul hattında. Sonra hop, sorumsuzluk elden ele. Takvimi durdurmak ne mümkün. Aradan yine yıllar geçmiş oluyor.
Kaç on dokuz
Zaman ve mekânın oyunları saymakla bitmiyor. Hem hepimizin kendi küçük hayatında hem de topluca. Yüzbinlerle yürüdüğümüz o 23 Ocak’ı hatırlayalım bir an. Hrant Dink’in barış çabasını kendine dert edinmiş nice siyasetçi, yazar, gazeteci, akademisyen, avukat, öğrenci, dupduru halk, dupduru vatandaş cezaevlerine rehin, uzaklarda sürgün, haksızca işsiz. Tersinden sağlamayla “Demek doğru yürümüşüz o gün” demek de mümkün elbette. Ama asıl sonuç giderek daha çok ırkçı-aşırı milliyetçi çizgiye kayan bir iktidar ve bu hamasi politikalara eşlik eden ana muhalefetin basiretsizliği. Köklü bir devlet politikasının partiler üstü hâliyle benimsenişi, aygıtın içerisindeki her kesimden temsilcisiyle ittifaklara girişilmesi. Bize kalansa elimizde daha yılın başında dolmuş bir utanç ajandası. Her Allahın gününe üst üste binmiş katliam, kaybetme, suikast yıl dönümleri. Ha bir de dava tarihleri.
Müteessir
Kaybında eski bir sen üzerinden saymaya başlarsın biraz da yılları. Artı bir, artı iki, artı üç. Hayat artık o uğuldayan boşluk ve ona eklenen yıllardır. Boşluk artı arada olan her şey. Geçen sene ayın kaçı olduğunu ilk kez unutacak bir yerdeydim. Babamın başında hastanede. Derken ekranda anma görüntüleri belirdi. Boş boş baktım bir an. Babam çok hafiften kolunu uzattı bana, elimi tuttu. On üç yıl önce de beni usulca kucağına oturtmuştu. Oysa yaşlıydı kemikleri, bense ağır ve kazık kadar bir kadın. En son beş-altı yaşında oturmuşum babamın kucağına ama o an oradan daha doğru hiçbir yer yoktu.
Bu sene yazının başına otururken babamın yıllar yıllar önce Hrant Dink’e hediye ettiği eşek biblosu geldi aklıma. Muhtemelen eşekleri çok sevdiğini ve eşeği Bozo’yla maceralarını anlatmış olmalıyım. Hiç sormadım babama “Niye hediye aldın, tanımadığın insanın nesini sevdin?” diye. Belki ben de ona benzediğimden, belki hep az sözle konuşup sessizce anlaştığımızdan kendi aramızda. Ama için için babamın o dosdoğru hâlden, halk dilinden etkilendiğini, kendisi hep çekinmiş olsa da hakikati anlatan o sesle gönendiğini bildim.
Agos’un önüne gelip “Bir gece ansızın gelebiliriz”, “Hrant Dink sen bizim hedefimizsin”, “Ya sev ya terk et” diye bağıran güruh hıncını, nefretini salıp gittikten sonra aşağı indiğinde “Esnafa da ayıp oldu” demişti Hrant Dink. O eşek biblosu, gözleri yaşarıp babama telefonda “Beni çok müteessir ettiniz” demesi, gençlik ukalalığıyla benim müteessir sözüne gülmem ve bu “Esnafa da ayıp oldu” lafı acayip bir şekilde birleşiyor bu yıl içimde. Her yılın başka bir hikâyesi var, ne sandınız? Yas, yaratıcı bir müessese. Neyi neden hatırladığın, hangi bağlamda kavradığın dünyanı şaşırtıyor.
Bu seneki çağrı da öznelerin verdiği bir söz ya da dile getirdiği bir talep değil. Doğrudan Hrant Dink’e hitap eden, bunu yaparken onun varlığını da aşan kısacık bir ifade: “Buradasın Ahparig.”
Say ki deprem olmuş. Zaten ülkede her şey her an her anlamda sallanıyor. Yıkıntıların altında debeleniyoruz. “Biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin, bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gidip dibine girmek için” demişti ya hani Hrant Dink, o, toprağın üstünde bu kez. “Sesimi duyan var mı?” diye bağırıyor aşağı doğru. Biz de enkaz yığınından “Buradasın Ahparig” diyoruz bir ağızdan. “Buradayız” değil, “Buradasın.” Sen buradasın. Yanımızda, aramızdasın. Bizi hiç bırakmadın.
Yardım çadırlarının zemini ıslak. Tenteler incecik. Bedeninden çok ruhu üşüyen herkes birbirine sokulmuş. Tıpkı anma olmayan, birbirini kollamaya ant içen insanların buluştuğu o her 19 Ocak’ta olduğu gibi. Bu yıl yan yana durmak, eli tutmak, birine yaslanmak, hiçbir şey demeden sarılmak yok. O yüzden “Buradasın Ahparig” diyor herkes. Yokluğunda sana sığınıyor.
Lokasyonu iyi
Türkiyeli gençler hep birlikte senin deyişinle amele taburu kurup birlikte inşa edecektik Akhtamar’ı. Festivaller düzenleyecektik sınırın iki tarafında. Bu yıl yine karşılıklı binlerce gencin ölümüne, on binlerce insanın göçüne yol açan, Türkiye’nin tutumuyla milliyetçiliği alevlendirip, Ermeni düşmanlığını kızıştıran bir Karabağ savaşı sonrasında Bursa'daki satılık kilise ilanına bakarken işte o hayalimizdeki amele taburu geliyor aklıma bir de. Kilisenin satışı için 6 milyon 300 lira talep ediliyormuş. İşin en matrak kısmı da açıklamada gizli: “Bursa bölgesinde yer alan ve özel mülkiyet statüsüne geçmiş tarihi kilise satışa sunulmuştur. Bölgede yasayan Ermeni nüfusu için inşa edilen kilise, mübadele sonrası nüfusun ayrılması nedeniyle özel mülkiyete geçmiştir ve 1923 yılından itibaren bir süre tütün deposu, ardından da dokuma fabrikası olarak kullanılmıştır. UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne giren bir bölge içerisinde, bilinen bir konumda yer aIan kilise, lokasyonu itibariyle turistik amaçla değerlendirilebilir.”
Bu Ermeniler âlem bir halk zaten. Böyle her şeylerini arkada bırakıp tuhaf isimli ortak faaliyetler altında uzaklara gitmek, yollarda ölmek, gerideki bütün izlerini silmek hevesindeler. Ama bu kilisenin lokasyonu iyi. O birbirine sığınanlar var ya anmada, yılın geri kalan tarihli günlerinde de seni anmaktan öte özlemekten kendini alıkoyamayanlar topluluğu, genç yaşlı her dilden her dinden ya da dinsizinden bir tuhaf kavim, işte o kalan kadarımız birlikte oraya çıkarız ufka bakmaya. Tam da Birhan Keskin’in dediği manâda.
Balkonununuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak öyle görünüyor.
Sonra sen el çırparsın tozu toprağı, çamuru, kanı, gözyaşını dağıtmaya. Güneş de işte tam böyle doğar ya. Her gecenin üstüne bir kez daha. Sorgusuz sualsiz. Tam zamanında. Hiç şaşırtmadan insanı. Sanki dünyanın en doğal şeyiymişçesine. Güneş doğduğu için hayat başlar. Ne kadar kırık dökük olsa da “Günaydın” der insan birbirine. Ocaklarda çay, kahve, sabah çorbası kaynar. Kepenkler kalkar. Yaşlı dünyanın bu yaslı ülkesinde yaşamak başlı başına bir çabadır.
Enkazları kaldırmaya girişir herkes bir koldan. Yine, yeniden, sil baştan.