Bush, Obama Örnekleriyle: Aslında Biz de Yapabilirdik Türkiye!

Muhalefetin sağlıklı bir açıklama yapamadığı bugünlerde; Bush’un ABD halkını etkileme becerisiyle Obama’nın seçim kampanyalarını iyi incelemek gerek.

ASLIHAN GENÇAY

19.06.2023

Türkiye’de bir demokrasi yok. Bu gayet kapsamlı bir konu ama kısaca: Sadece beş yılda bir sandığa gitmekle sınırlı değildir demokrasi. Görünürde “demokratik teamüller uygulanıyor” algısı yaratılsa da sadece sandığa bakarak bir sistemin demokratikliğinden söz edilemez.
 
Düşünün, seçilmiş vekillerden oluşan meclisin tamamen işlevsizleştiği, tüm yetkilerin Cumhurbaşkanı’nda toplandığı, halkın karar alma süreçlerine katılmadığı bir sistemden bahsediyoruz. Putin Rusya’sındaki gibi yozlaşmış bir demokrasi de denebilir belki buna. Arkasında oligarşik yapının bulunduğu bir “demokrasi”.
 
Bu tür totaliter yozlaşmış “demokrasilerde” asla gerçek gündemler, yani halkın esas gündemleri konuşulmaz. İktidardakiler, yaşanan hiçbir krizin sorumluluğunu kabul etmez ve yaşanan tüm felaketler, uydurma bir düşman ya da neden bulunarak ona atfedilir. Medya ve iletişim ağları iktidarla oligarşik yapı tarafından ele geçirildiğinden halk da bu aksiyonlu gündemlere angaje olur.
 
Mesela Rusya’da halk, ekonomik krizler, geçim sıkıntısı, siyasi dejenerasyon gibi gündemler yerine sürekli yeni bir tehdit ve iç ya da dış düşmanlardan gelecek tehlike manşetleriyle meşgul edilir. Gerçek ve sıkıcı gündemlerden çok bunlara kafa yorar insanlar. Aynı Türkiye’deki gibi. Ve zamanla kitleler siyaset mekanizmasından da, bu mekanizmaya katılım isteğinden de uzaklaşır, soğur. Tabii ki bu durum, yönetenlere daha güvenli ve elverişli bir ortam sağlar. Halk siyasetten uzaklaştıkça, sistem bir şekilde suni kriz ve düşmanlar yaratarak kendini yinelemeye, sürekliliğine devam eder.
 
Sadece bu nedenlerle dahi sağlıklı bir seçim sürecinden bahsedemeyiz böyle ülkelerde. Aynı Türkiye’de olduğu gibi. Yine de yenik muhalefet partilerinin, yenilgi nedenleri üzerine düşündüğü lakin ortaya sağlıklı ve kapsamlı bir açıklama koyamadığı, hatta “Biz başarısız değiliz ki” diyenlerin de bulunduğu bugünlerde; şimdiye kadar okuyup araştırdıklarımdan yola çıkarak, aklımda dönen iki örnekten bahsedeceğim: Biri Bush’un -11 Eylül sonrası, Irak işgali öncesi- ABD halkını etkileme becerisi ve başarısı. Diğeri de Obama’nın ön seçim ve seçim zaferini getiren kampanyası. Herkesin bu örnekler üzerinden payına düşeni alacağını düşünmek istiyorum tabii. Hadi başlayalım.
 
Bush’un terörle savaşı
İnsanlar, inanmak istedikleri şeylere inanma eğilimindedir. Bunu başa yazalım. Bilgiyi genellikle, önceden edindikleri yargılara göre süzer ve yerleşik inançlarına meydan okuyan olguları kabul etmek istemezler de.
 
Bush liderliğindeki ABD, 2003’te halkın da desteğini alarak Irak’ı işgal ettikten sonra, 2004’te 9/11 komisyonu bir rapor hazırladı. Bu raporda; Saddam Hüseyin’in El Kaide’yle bağına, 9/11’de parmağı olduğuna ve nükleer yetilerine dair bir kanıt bulunmadığı belirtildi. Bush’un bizzat kendi belirlediği uzmanlara hazırlattığı farklı raporlarda da aynı sonuçlar çıktı.
 
Burası önemli: Bu raporlar kamuoyuna açıklandıktan sonra, Amerikan halkının yüzde 50’si hâlen ABD’nin Irak’ta kitle imha silahı tespit ettiğine, yüzde 65’i de Irak’ın El Kaide’yi desteklediğine inanıyordu. Bush ise gerçekleri bilmesine ve resmî raporlara rağmen yanıltıcı açıklamalar yapmaya devam etti. Çünkü terörizmle Irak işgali arasında bir bağ kurulursa halkın savaşa desteği sürecekti.
 
O dönem Amerikalıları, Irak Savaşı’na seferber etmek için iki ana tema kullanıldı: Teröre karşı savaş ve vatanseverlik. Bilinçli olarak yayılan yanlış enformasyonlar insan beynindeki en derin koruyu, ölüm korkusunu harekete geçirdi. Tam burada belirtelim; pek çok psikolojik deney, meseleleri ve olayları ölümle ilişkilendirmenin insanları muhafazakâr siyasi tavırları benimsemeye ittiğini gösteriyor. Şöyle ki, savunma mekanizmaları devreye giriyor ve sahip oldukları geleneksel değerlerle inançlara daha fazla sarılıyorlar. Yani, ölümün çağrıştırılması, muhafazakâr siyasette güçlü bir stratejik araç. Dolayısıyla terörün siyasette kullanımı, insanların bilinçaltındaki ölüm korkusunu tetikliyor ve onları dünya görüşleriyle kültürel eğilimlerine daha sıkı sarılmaya itiyor. Bush bunu başardı.
 
Vatanseverlik teması ise şevk ve seferberlik sağlamak için kullanılmıştı. Bu iki tema birleştiğinde seçmen, eylem desteklemeye de yöneldi. Mesela bugün de bu propagandalardan etkilenen herhangi bir insan, teröre karşı savaşı mutlaka destekleyecektir.
 
Gelelim medyanın önemi ve haber kaynaklarının yönlendirilmesine. Bir örnek yeterli olacaktır: Mesela ABD’deki Fox TV izleyicileri, Irak Savaşı’nı dini inançlarla ilişkilendirmeye ve Bush’un tanrı tarafından teröre karşı savaşın başına geçmek için seçildiğini düşünmeye, daha yatkınmış o dönem.
 
Göz ardı edilmemesi gereken bir olgu da; insanların medyadan etkilenmesinin yanı sıra ağırlıklı olarak kendi dünya görüşlerini doğrulayan medya organlarını takip etmesi ve diğerlerine kulaklarını tıkaması.
 
Genellikle muhafazakârlar, inançlarına karşı koyan enformasyonu reddetme eğilimi gösterirken, kaygılı ve olumsuz duygular taşıyan insanlar, alternatif medyaya göz atmayı tercih ediyor. Alternatiflere güvenir güvenmez de yeni tercihler oluşturabiliyorlar. Öyleyse kaygılı ve araştırmacı insanların sayısındaki artış, değişim için önemli bir faktör.
 
Enteresan bir bilgi de ekonomiye dair: Henry Sears’a göre; geçen otuz yıl içinde büyük bir ekonomik kriz ve gündelik hayatı derinden sekteye uğratacak bir olay olmadığı sürece ekonomik kaygılar, oy verme biçimini ve siyasi tercihleri nadiren etkiliyor. Dolayısıyla ABD’de ekonomik sıkıntı yaşayan kitleler, Bush’u desteklerken ekonomiyi düşünmediler. Tam burada, modern zamanlarda açlıktan çok kötü beslenme ve yaşam standardındaki düşüşlerin, ekonomik sıkıntıda etken olduğunu hatırlatabiliriz.
 
Hepsi birleşince, Bush’un Irak savaşı esnasında ABD halkı üzerindeki (tabii 9/11’in de etkisiyle) büyüleyici rolü ortaya çıkıyor. Bunu iyi incelemek, dersler çıkarmak gerek, aynı Erdoğan’ın Türkiye’deki kitleler üzerindeki inanılmaz etkisini incelemek gerektiği gibi.
 
Obama: Yes we can!
Hem ön seçim hem de başkanlık seçimi kampanyasıyla (2008) fark yaratan ikinci başarı örneğimiz tabii ki Obama. Onun parlamasının asıl nedeni, aslında ön seçim kampanyası olmuştu. Hillary Clinton’ı yenerek Demokratlar’ın adayı olan Obama’nın kampanyası, etkisiyle pek çok incelemeye, araştırmaya ve ders kitaplarına da konu oldu.
 
“Yes we can!” demişti Obama. Korku ve güvensizliğe karşı umut ve şevk aşılamaktı gündemi. Nasıl başardı, genel olarak maddeleyelim:
 
*Obama kampanyasında kısaca isyan siyasetini benimsedi. Sadece adayı seçtirmek için değil, hedeflere ve vadedilenlere ulaşmak için düzenlenen bir kampanyaydı.
 
*ABD’de siyasete güvensizleşmiş, bıkkın ve siyasetten uzak duran kesimleri, marjinalleşenleri, gençleri ve yoksulları siyasi sürece kattı, birleştirdi. O dönem, seçmen kayıtlarında büyük bir kitleselleşme yaşandı.
 
*Hükmedici rakiplerine karşı Obama, her zaman ilham verici oldu.
 
*Cazibeliydi ve gençti. Kısa zamanda adeta bir medya yıldızı oluverdi. Zira bir kampanya söz konusu olduğunda, sadece mesaj değil “ulak”ın (aday) mesajın inandırıcılığını sağlaması ve halka güven vermesi de önemli.
 
*Obama, interneti aktif olarak kullandı. Gerek sosyal ağlar gerekse de (50 yaş altı) halkla iletişim sağlamak amacıyla kurulacak siteler için çok deneyimli ve profesyonel kadrolarla çalıştı.
 
*Kampanya boyunca pop kültürünü ve video siyasetini gayet başarılı kullandı.
 
*Taban örgütlenmesine önem verdi. Örgütü; Amerikan kırsalındaki gençleri, neredeyse bir cemaat örgütlenmesi gibi birebir sohbetler ve aydınlatıcı toplantılar yoluyla etkiledi, örgütledi. (“Kırsalda zayıfız” diyenlere gelsin.)
 
*Başkanlık kampanyasında, ABD’de yaşanan ekonomik krizin nedeninin iktidar olduğunu kesin ve net olarak işaret etti. Kitlelere bağlamsız bilgiler vermedi ve onların gözünde gerekli bağlantıları kurdu. Zira kampanya, sadece bilgi vermek için değil, sorunların nedenini iktidara bağlamak içindi aynı zamanda.
 
*Savaşa karşı (Irak) tutumundan hiç vazgeçmedi, ağız değiştirmedi.
 
*Hedeflerini net koysa da farklı çevreleri uzaklaştıracak keskin argümanları dillendirmedi. Aksine pek çok söylemi bilinçli olarak ikircikli ve muğlaktı. Böylelikle “değişim ve umut” başlığıyla sunduğu vaatlerle hedeflere giden yolda bazı boşlukları doldurmayı, kitlelerin hayal gücüne bıraktı. Bu şekilde hitap ettiği hiçbir kesimi kendinden uzaklaştırmadı.
 
*Sol bir kimliği olmamasına rağmen, hem sol kesimin hem de sermayedarların desteğini kazandı.
 
*İki kampanya sırasında da tabii ki Obama’ya da iftiralar atıldı. Oldukça dindar, püriten bir ülke olan ABD’de, Obama’nın Müslüman olduğu öne sürüldü. Mensup olduğu kilisenin rahibinin aşırılıkçı söylemleri ise, rakipleri tarafından videolar hazırlanıp yayılarak, ona mal edildi ve kitlelere Obama’nın aşırılıkçı yanını gizlediği söylendi.
 
*Bu saldırılardan yara alsa da Obama ve ekibi iftiraları görmezden gelmedi. Tersine ellerindeki tüm araçlarla bunlara cevap verdiler hatta sırf bunun için özel bir internet sitesi açarak yaygınlaşırdılar. Hem medya yorumlarıyla hem internet üzerinden hem de taban örgütlenmelerinin çalışmalarıyla saldırıların hepsine karşılık verildi. Bu yapılırken sadece inkâr değil, gerçeği anlatma siyaseti yürütüldü. Obama bu şekilde, iftiralarla yıkılmadı.
 
*Obama’nın en büyük handikabı, retorik ve hitabet yeteneğiyle medya yıldızı hâline geldiğinden, ışıklı dünyanın etkisiyle taban hareketinden kopma riskiydi. Hem kampanyaları hem de iktidarı döneminde bu risk hep yanı başında oldu.
 
*Nihayetinde hem ön seçim kampanyasında (Hillary Clinton’a karşı) hem de başkanlık seçimlerinde zafer kazandı. Geniş kitlelere güven vermeyi başardı, insanları seçime ve siyasete çekti, “isyancı umut” politikasıyla kazandı.
 
Şimdi, Obama’nın kampanyalarını araştıran herkesin görebileceği tüm bu kısa bilgiler ışığında; bizim en büyük muhalefet partisinin kampanyasını ve liderini, aynı zamanda muhalif partilerin taban örgütlenmeleri ve teknik çalışmalarını, internet kullanımlarını ve iftiralara karşı savaşta Obama’nın izlediği tescilli başarı yolunu izleyip izlemediklerini, siz düşünün ve inceleyin. Totaldeki başarı ve başarısızlıklarına da siz karar verin.
 
Tabii muhalefet partileri, özelde en büyüğü CHP ve Kılıçdaroğlu da düşünmeli. Ve sırada, en kritik ve tek başına yeterli olmasa da bütünün içinde önemli rolü bulunan soru var: Türkiye’nin “Obama’sı” sizce kim olabilir? Kemal Kılıçdaroğlu mu, Mansur Yavaş mı, yoksa Ekrem İmamoğlu mu? İsteyen Selahattin Demirtaş için de aynı kapsamda düşünebilir tabii. Bu isimlerden bir tanesi, sanki yukarıdaki kriterlere daha fazla uyuyor. Ne dersiniz?