Canavarlarımızı nasıl üretiyoruz?
Türkiye’de demode kara propaganda tekniklerine dayalı, Batılı “yerleşik medya” dergilerindekinden çok daha kaba canavarlaştırma süreçleri var
30.04.2018
Norveç’te bir süredir görev yaptığım üniversitede verilen bir yüksek lisans dersine bazen ders anlatarak bazen de dinleyici olarak katılıyorum. UiT’teki Manufacturing Monsters: Othering Through Constructing Evil (tr. Canavarlar yaratmak: Şeytanlar inşa ederek ötekileştirme) adını taşıyan bu ders kültürel, politik, kurgusal ve ekonomik yöntemlerle canavarların nasıl inşa edildiğini inceliyor.
Farklı disiplinlerden ve ülkelerden akademisyenler gelip kendi alanlarında canavar yaratım süreçlerini anlatıyorlar. Ortadoğulu olduğum için genellikle “canavarları ile anılan” bir coğrafyadan olduğumu ben de burada daha derinden hissetme fırsatı buldum açıkçası. Time dergisinin kapaklarında, The Economist’te ve dünyanın hatırı sayılır dergilerinin birçoğunun kapağında “bizim coğrafyamızın” liderlerini görmek bir yandan komik öte yandan da dünyayı algılama biçimlerimiz bakımından trajik. Zira, okuru ve zaman zaman yazarı olduğum sol siyasi geleneğin dergi ve dijital mecralarına baktığımızda da, Batı medyasıyla karşılaştırıldığında aynı canavarları her zaman paylaşmadığımızı görmek iç rahatlatıcı olmakla birlikte, eş zamanlı olarak paylaştığımız kimi canavar imajlarını görmek de içime bir şüphe düşürdü.
Canavarlar kimler mi dersek, aslında tanıdık isimler. Kaddafi’den başlayarak sağdan sola da olsa soldan sağa da olsa Batı medyasının olası canavarlarının kimler olduğunu tahmin etmek kolay. Ama beni asıl ilgilendiren, tıpkı dersin temasında olduğu üzere, canavarların kimler olduğundan üzere canavarlık anlatısının yaratımında hangi türlerdeki ürünlerin kullanıldığı.
Her şeyden önce derste de uzlaşılan askerî-endüstriyel kompleks, medya-endüstriyel kompleksi ve benzeri yapıların birleşmesinden oluşan bir canavarlaştırma sistematiğinden bahsetmek mümkün. Beni en çok ilgilendiren kısmı olan “medya ve canavarların üretimi” başlığı üzerinden konuşmak gerekirse, bana en ilginç gelen kısım canavarlaştırma öykülerinin büyük çoğunluğunda özellikle de The Economist, Time, Newsweek gibi dergilerdeki profil yazıları ve kapak kullanımlarının rolü büyük. Eğer bir lideri canavarlaştırmak isterseniz, bu dergilerin haftalık özetlerinde “canavarınız” mutlaka yer alıyor. Canavarınız yılda bir kez de olsa mutlaka derginin kapağını görüyor, hele ki “tehlikeli bir canavarsa” ve günün sonunda “imha edildiyse” Time’ın üstü kırmızı çizgili canavarları serisine katılması çok kolay olabiliyor.
Profil yazıları, çoğunlukla seçim veya referandum gibi olayları izliyor. Benim ilgimi en çok çeken örneklerden biri de Avrupa’nın yeni “illiberal” rejimlerinin liderlerinin imajlarının yaratımı. Örneğin neoliberal politikaların destekçisi olan yayınlarda bu liderlerin yakaladığı büyüme oranları (Polonya’daki PİS örneğinde olduğu gibi) bir yandan tatlı tatlı övülürken öte yandan da “cici bulunmayan” yanlarına ilişkin geniş eleştiriler getiriliyor. Canavar da olsa canavarın “makûl bir ekonomik planı olan canavar olması”, bu tür Batılı yayınlar için büyük önem taşıyor. Söz konusu, bizim coğrafyanın canavarları olduğunda, neoliberal programa uyum sürecinde cici; farklı ajandalar söz konusu olduğunda ise pek fena bir imaj işlenme eğilimi de buradan kaynaklanıyor olsa gerek.
Elbette Avrupa’da aşırı sağcı, “illiberal” bir siyasal akımın parçası olarak sayılan ve bu tür batılı dergilerde çoğunlukla Trump’ı ve Le Pen’i de kapsayan bir akımın içerisinde görülen bazı liderlerle ilgili eleştiriler ve profil yazıları belirli bir siyasi duruşun ürünü; ancak eleştiriler söz konusu olduğunda akılcılıktan ziyade vuruculuk, küresel anlamda politik doğruculuğun sınırları içerisinde kalma ve hâkim ekonomik politikaların dışında çıkanı hızla marjinalize etme eğilimi öncelikli oluyor. Avrupa’daki canavarlarla ilgili parçalarda en sık rastlanan hususlardan biri elbette hem bu Trump ve Le Pen’le aynı akımda anılma, hem de bu liderlerin oligarklıkları ve Rusya ile olan ilişkileri. Yani eğer bir canavara ihtiyacınız varsa pasaportuna bakın, her türlü giriş çıkış eylemi canavarınızın “üretiminde” sizin için oldukça işlevli olabiliyor.
Yani bir ülkenin gayrisafi milli hasılası, büyüme oranı ve benzeri, aslında başta işçi sınıfı ve prekarya olmak üzere çok geniş kesimleri üzerinde pek de görünür etkisi olmayan ya da çoğunlukla bu tür verilerle uğraşmak istemeyenlerin kullanabileceği verileri kullanan, hâkim söylemi hızla takip eden bir formülle, hoşlaşmadığınız herhangi bir lider ya da politikacıyla ilgili kolaylıkla bir “kara portre” yaratmak mümkün.
Uzun süredir Avrupa’da Brexit sonrası AB’nin geleceği üzerine yapılan tartışmaları da takip ediyorum. Başta seçimlerde iktidara geldikten sonra muktedir olmasına izin verilmeyen ve kendi içerisindeki aktörlerin de bunda büyük katkısı olan Syriza olmak üzere (Varoufakis’in Adults in the Room: My Battle With Europe’s Deep Establishment kitabı bu konuda güzel bir anlatı sunuyor) Podemos ve benzeri sol aktörlerle ilgili anlatılarda da o hızlı ve bence oldukça kindar politik bir çerçeveyle sunumu bunun en güzel örneklerinden biri. Tabii ki bu aslında canavar üretim mekanizmalarının ne kadar keyfî ve subjektif olduğunun da kanıtı.
Türkiye’ye döndüğümüzde ise her ne kadar ortada bir propaganda bakanlığı olmasa da, çok geleneksel ve bir hayli demode kara propaganda tekniklerine dayalı, Batılı “yerleşik medya” dergilerinin sahip olmadığı bir kabalıkta canavarlaştırma süreçleriyle karşılaşıyoruz. Bu hem kutuplaşmış bir topluma medya ürünü satmanın en kolay yollarından biri olması, hem de gazetecilik etiğinin de artık bu “canavar yaratım endüstrisinde” bir iş kolu olmanın ötesinde bir işlev arz edemez hâle gelmesi ile ilgili.
Hem siyaset kurumu hem medya sermayesi, hem de medyayı eleştirenler olarak bizler; canavarların istediğimiz gibi çerçevelenmemesi, düşmanın istediğimiz kadar “dövülmemesi” gibi ahlakî ve etik sorunlar içeren taleplerimizle gazeteciliği ve medyayı bir canavar üretecine dönüştürdük. Aslında seçimler için her geçen gün önümüze çıkan aday ve aday adaylarının da hızla belirli kesimlerin canavarları olarak çerçevelenip sunulması, toplumdaki kutuplaşma tiplerini derinleştirme ve var olanın yeniden üretimi dışında bir anlam taşımıyor. Ama elbette bu da kimliksiz bir merkezciliğin siyasi anlamda doğru manevra olduğu anlamına gelmiyor. Hattâ belki de aksine, canavarlarımızın nasıl canavarlarımız hâline geldiğini kendimize sormak için bize bir fırsat veriyor.