Çanta taşıma ve ömürboyu çiftleşme
Biz hayatı arzulamayız. Başkasınınkini söndürdükçe anlam bulur hayatımız. Ağaçlık kendi köküne sahip olmayı gerektirir
28.03.2018
Bu defa mevzuya “cephastalığı” kavramını ele alarak başlıyorum. Aslında memleketteki pek çok meseleyi ele almaya da bu kavramı didikleyerek başlayabiliriz, zira kendisine münasip görülmüş öbür isim de “çantahastalığı”. Bilimsel araştırmalarımın mahiyetini ve esbabı mucibesini P24’teki son iki yazımın girişlerinden öğrenebilirsiniz.
Cephastalığı veya çantahastalığı, uzmanlara göre erik ağaçlarında görülen bir hal. Bir “asklımantar” geliyor, “meyveyi cep ya da çanta biçimine değiştirerek değersizleştir[iyor]”. Tanıma bakılırsa, bahsettiğimiz, “bunun doğurduğu hastalık”. İtiraf edeyim ki, “asklımantar”ın ne olduğunu bilmiyorum; araştırmalarımda henüz oraya gelmedik. Bunun yerine size ülkemizde nelerin çanta veya cep biçimine sokularak değersizleştirildiğine dair bilgiler sunabilirim. Fakat sanırım bu da gereksiz. Çünkü nelerin çanta veya cep biçimine sokularak değersizleştirildiğini burada doğup büyüyen herkes zaten bilir. Ve zaten bu bir nevi hayatın anlamı ve amacıdır. Cennet hayalinin sarayda yaşamaya, ibadetin lidere tapınmaya, huzurun zulümden alınan tatmine bu kadar kolayca dönüştürülmesi, şekli bozarak çanta veya cebe dönüştürme işinde edinilmiş bin yıllık uzmanlıktan ileri geliyor. Aynı zamanda bu, Türk sağ siyaset geleneğinin çanta taşıtma ve cep doldurmayı birleştirmedeki derin bilgi birikimine de işaret ediyor. Cep doldurmanın içerdiği kurnazlık, işini bilirlik ile çanta taşıtmanın hemen bütün anlamının yoğunlaştığı tahakküm tutkusu ve zevki şüphesiz sadece sığ ve dar siyaset alanıyla sınırlanamayacak kültürel zenginliğin ifadesidir. (Çanta taşıtma işlemini taşıyan açısından ele almak amacıyla karındanbacaklılar ve çanta taşıyabilecek mesafede bulunmayı hep garantileyebilen taklaböcekleri ve yanyüzergiller üzerine çalışıyorum.)
Bizde hayat, kimin kime çanta taşıtabileceğini ve kimin cebini doldurabileceğini tayin edebilmek için yürütülen bir mücadeledir. Asla erik falan değildir. Eriğin ne ağacıdır ne meyvesidir. Ağaç, hiç değildir. Bize göre hayat, erik veya ağaç değildir. Erik arzulanan bir lezzettir. Biz hayatı arzulamayız. Başkasınınkini söndürdükçe anlam bulur hayatımız. Ağaçlık kendi köküne sahip olmayı gerektirir. Mütemadiyen başka ağaçların gövdelerini yıkıp, köklerini bile sökmeden gidip oraya yerleşen için, meyveyi cep şekline sokmuşsun, çanta haline getirip ölüm döşeğine sürüklemişsin, önemi yoktur. Böylelerine “dalkurutan” denir; dişbudak sürgünlerini, “daha etkili olmak üzere zeytin dallarını” kurutur bunlar. Zeytin ağaçlarını binlerle, on binlerle yok eden için “dalkurutan” pek yetersiz kalıyor, hemen üstüne atlamayın. Bunları “orman ve yemiş ağaçlarının körpe yapraklarını önce ağlarla kıvırıp sonra oburca yiyen” canlının adıyla ansak, “yaprakbüken” desek de olguyu tam karşılamış olamıyoruz. Zeytin dallarını kurutan, orman ve yemiş ağaçlarının yapraklarını oburca yiyen ve yerlerine inşaat yapan… Zor tanım…
Bütün bu izahattan sonra, eriklerin şeklini bozup onları cep veya çantaya çeviren “asklımantar”ın belki de gerçekte varolmadığını düşünebiliriz. Araştırmalarım gereken aşamaya ulaşmadığı için henüz tanışmak kısmet olmayan bu terminatör, belki de kanlı canlı bir varlık değildir. Belki bu yalnız bir ruhtur. Bu ülkenin siyasetçilerinin, işadamlarının, hattâ bir kısım kanaat erbâbının ruhuna yol gösterici ilhamlar üfleyen, zihinlerini düşünce kılığındaki ihtiraslarla dolduran, fiillerine kılavuzluk, mentorluk eden bir manevî mihraktır. Terminatör ruhu. Müteahhit terminatör.
Çatalkurt ve ömürboyu saadet
“Çamur humması” ve “çamur sümüklüleri” kavramlarını inşallah bir başka ortamda, bir başka zaman ele almak üzere şimdilik geçiyorum. Sadece sizi varlıklarından haberdar etmek istedim. Kimbilir, belki her ikisi konusunda benden daha hızlı davranarak bilgiler edinebilirsiniz. Bunun için pek fazla uğraşmak gerekeceğini sanmıyorum.
“Çatalkurt” ise her zaman, her ortamda konu edilebilecek bir yaratık. Kimileri için bir nevi cennet tasavvurunun vücut bulmuş hali, kimileri içinse düşünülmesi teklif dahi edilemez türden esaret simgesi. Haydi “dört santimetre uzunluğunda solucan” olmayı kabullendik diyelim -ki, bir kısmımızın tek farkı bundan epeyce uzun olmak-, “en başta tavuk olmak üzere birçok kanatlı hayvan türünün soluk borusunda asalaklanan” biri olmak kimilerine o kadar çekici görünmeyebilir. Gıdaklamalar sırasında meydana gelecek muazzam gürültü bu toprakların insanını bozmaz; toplumumuzun gürültüden olumsuz etkilenmediği deneysel ve bilimsel olarak bin defa kanıtlandı. Ancak park yeri sorunu gibi hayatî sorunların çözümsüz görünmesi neresinden baksanız caydırıcı. Yine de asıl mevzu bunlar değil. “Dişisiyle erkeği yaşam boyunca çiftleşir durumda bulun[mak]” kulağa nasıl geliyor peki? Haydi bakalım! “Çatalkurt”un işte böyle bir marifeti var.
İşte bu defa da siyasetçiler ve işadamları ve bilumum bişey adamlarının yanısıra makam mevki ve yetki ve hikmet ve fetva sahibi ve bütün bunlardan yer kalmadığı için mecburiyetten ötürü (“taşınma dolayısıyla” gibi) izan ve idrak yoksunu din adamlarının alanına geldik. Hepimiz “yaşam boyunca çiftleşir durumda” bulunsak, çoğu yaşını başını almış göründükleri halde hemen hepsi muhtemeldir ki hâlâ ergen kurtçuk aşamasında bulunan bu adamların da mütemadiyen kim hangi koşullarda kimi becerebilir diye kafa patlatıp fetvalar vermesine gerek kalmayacak. Gereksiz kalmayı istemezlerdi herhalde. Bilemiyorum. Bu satırları okuyan muhteremler belki de çoktan, yaş fetvaları konusunda en müsamahakâr hocanın “şu yaştan itibaren yapabilirsiniz” lafına uygun bir tazeyi kapıp, en yakın tavuk gırtlağına yerleşmek üzere harekete geçmişlerdir.
Tavuk gırtlağında, “dişisiyle yaşam boyunca çiftleşir durumda” bulunan âlimimiz acaba kendini sıkışmış, hapsolmuş hisseder mi? Öbür çatalkurt dişileri ne olacak peki? Onlara dokunmayacak mı? Bıkınca daha gencine, daha da gencine, hep daha gencine el uzatamayacak mı? Yavrular? Kızböcekleri’ne uzaktan bile bakamayacak mı, tıkıldığı daracık yerden?
Elbette meseleyi yalnız cinsellik boyutuna indirgeyip magazinleştirmemek lazım. Ayıp her şeyden evvel. Çatalkurt’un, içerdiği tarihî gönderme boyutuyla, bu ülkede önünün açık olduğu aşikâr. Gerçi çatalkurt’un zaten öbür sebeple de önünün devamlı açık olması gerekiyor, yine de magazinin ayartıcılığına teslim olmayalım. Sadece şuna bakmak lazım: tarihî boyutla, önünün devamlı açık olmasını gerektiren vaziyet arasında bir alâka var mı? Zira fındık kurdu gibi, iki disiplini, magazin ile millî tarihi bünyesinde birleştiren canlılar var! Bilimsellik bağlantıları araştırmayı gerektirir. Çatalkurt’un nereden geldiğine de bakmak lazım. Gelip haçlı örümcekleri o mu temizlemiş? “Atıl kurt!”la akrabalık var mı? Fakat Kızılkurt ne ayak, öte yandan? Hele pembe kurt?! Olacak şey değil! Çatalkurt’ların, “omurgasızları da konakçı seçebilen” “çomakkurt”larla ilişkilerine eğilinmeli. Tavuk gırtlağına yerleş, omurgasızları kendine konak et… hoş değil.
Nihayet düşünüyorum ki, ömürboyu aklı nadiren başka yere kaysa da insanımız “ömürboyu çiftleşme durumunda” olabilmek için tavuk gırtlağına girmeyi kabul etmeyecektir. O kadar da tekeşlilik… ne bileyim yani…
Asalakbilim
Çevre ve ortam bilgimize derin katkısı olmasını umduğum araştırma sonuçlarımla umarım sizi sıkmadım, değerli okurlar. Nihayetinde bunları düzlemduyargalılar için yazıyorum. Boynuzumsu duyu örgenciği gelişmiş olanlar haliyle daha çok yararlanacaktır bulgularımdan. Bir çift duyargası bile bulunmayana zaten kim ne anlatabilir? Kan kelebekleridir, söyleneni söylenmeden anlayacak olan… Maksat, tünek biti gibi yaşamayalım. Yoksa “şapkalımantarlar Cumhuriyet’le birlikte kuruldu” tezlerini tekrarlamanın mânâsı kalmadı.
Şimdi ortaya öylesine, “havuz balığı’nın öbür adı altınbalık” diye bir laf atsam, bundan kim ne sonuç çıkarır? Bir İspanya sineği, bir İtalyan çekirgesi benim memleketimi anlayamaz. Geçmesin Norveç uyuzu benim toprağımdan, uzak kalsın Alman hamamböceği yaprağımdan. Sudan çekirgesi muteber, o gelebilir.
Evet, değerli okurlar, bu konuda benden bu kadar. “Asnıklık”ı merak ediyorsanız da artık “ersilik” maddesine bakın bir zahmet. Bana bu ilhamı veren kaynağıma şüphesiz teşekkür borçluyum. Tanımları da oradan aldım. Mehmet Turan Yarar’ın, 1970 yılında Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanmış Asalakbilim Terimleri Sözlüğü’nden (TDK 315, AÜ Basımevi, 1970). Her türden bilimsel uğraş, kendimizi tanımanın bir yol