Çevre faslında kaldığımız yerden devam…

AB İlerleme Raporu’nun 27. fasıl kapsamındaki eleştirileri bu kez “hafif” ama durumumuz iç açıcı değil

PELİN CENGİZ

10.10.2014

Avrupa Komisyonu, 1998’den bu yana AB’ye aday ülkelerin tam üyelik yönünde kaydettiği gelişmelere ilişkin her yıl ilerleme raporları yayınlıyor. AB’nin genişleme politikasının temel araçlarından biri olan bu raporlar, AB’ye tam üye olmaya aday ülkelerdeki ilerlemelerin ortaya konması açısından referans noktalarını içeriyor. 2014 İlerleme Raporu, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’ye ilişkin hazırladığı 17’nci İlerleme Raporu. Bu rapor, aynı zamanda yaklaşık 10 yıldır Avrupa Komisyonu Başkanlığı yapan José Manuel Barroso ve Komisyon heyetinin de son Türkiye İlerleme Raporu olma özelliğine sahip. 2009’dan bu yana Genişleme ve Komşuluk Politikasından sorumlu Komiser Stefan Füle’nin de son Türkiye İlerleme Raporu.
 
Bu rapor, yeni Komisyon Başkanı Jean Claude Juncker ve kasımda göreve başlayacak olan yeni Genişleme ve Komşuluk Politikasından sorumlu Komiser Johannes Hahn için gelecek beş yıl boyunca hem yol gösterici hem de referans olacak.
Juncker’in göreve geldikten sonraki “Gelecek beş yıl genişleme olmayacak” sözü düşünüldüğünde, bu rapor Türkiye’nin adaylık süreciyle ilgili daha kritik bir önem taşıyor. 
 
Avrupa Komisyonu’nun 2014 Türkiye İlerleme Raporu’nda, toplam 33 fasıl üzerinden bir önceki raporlama dönemine göre, Türkiye’nin, dört fasılda hiçbir ilerleme gösteremezken, 20 fasılda sınırlı veya bazı ilerlemeler, sekiz fasılda ise ilerleme ve iyi düzeyde ilerleme kaydettiği tespit edildi. Türkiye’nin yargı, düşünce ve ifade özgürlüğü, hukuk devleti, anayasal haklar, güçler ayrılığı prensibi, bağımsız medya gibi konulardaki karnesi niteliğindeki raporda, pek çok tespit, uyarı ve endişe mevcut. Bu yazıda, özellikle çevre konularını ilgilendiren Çevre ve İklim Değişikliği başlığı altındaki 27’nci müzakere faslında yer verilen değerlendirmelerden bahsedeceğim. 
 
AB çevre politikası, temel olarak, mevcut ve gelecek nesiller için kalkınma ile çevre arasında bir denge sağlanmasını ve çevrenin korunmasını amaçlıyor. Bu politika önleyici eylem, "kirleten öder" ilkesi, çevre zararlarıyla kaynağında mücadele, ortak sorumluluk ve çevrenin korunmasının diğer AB politikaları ile bütünleştirilmesi üzerine kurulu. Müktesebat, yatay mevzuatı, su ve hava kalitesini, atık yönetimini, doğanın korunmasını, endüstriyel kirlenmenin denetimi ve risk yönetimini, kimyasal maddeler ve GDO, gürültü ve ormancılığı da kapsayan 200’den fazla yasal düzenlemeyi içeriyor.
 
Beş yıldır müzakere ediliyor
 
Çevre ve İklim Değişikliği Faslı, Türkiye’nin AB katılım müzakereleri kapsamında 21 Aralık 2009 tarihi itibariyle müzakere etmeye başladığı bir başlık. O dönem Dışişleri Bakanı olan şimdiki Başbakan Ahmet Davutoğlu, “insani boyutu çok yüksek olan çevre faslının açılmasının Türkiye’nin kendi insanının statüsünü yükseltme isteğinin teyidi” olduğunu dile getirmişti. Bu açıklamanın üzerinden beş yıl geçmesine rağmen, mevzuat uyumunda ve AB hedeflerine erişimde hâlâ yerimizde saymaya devam ediyoruz. Milyonlarca ağacı kesmeyi, dereleri kurutmayı, dağları delmeyi, tarım alanlarını imara açmayı, SİT alanlarını yağmalamayı sürdürüyoruz. Davutoğlu’nun o gün bahsettiği “statünün” ne kadar yükseltildiğini, yaşam alanlarının, doğal, tarihi ve kültürel varlıkların nasıl rant, talan ve gasp zihniyetine teslim edildiğine bakarak görmek mümkün. 
 
2012’de faslın adı değiştirildi
 
2000’lerin başından bu yana ve özellikle son yıllarda enerji ve altyapı projelerinin ekolojik sürdürülebilirliğe olumsuz etkileri, raporlara konu oluyor. Öte yandan, iklim değişikliği konusu, ilk yıllarda raporda yer almazken ve daha önceki yıllarda açıklanan ilerleme raporlarında bu fasıl “Çevre” adını taşırken, 2012’de “Çevre ve İklim Değişikliği” olarak değiştirildi. Böylece iklim değişikliği Türkiye’de yeterince gündemde yer bulamasa da, bundan böyle AB’nin müktesebatına dâhil oluyor demekti.
 
Türkiye iklim değişikliği ile ilgili herhangi bir uyum çalışması yapmadı ya da sera gazı emisyonu azaltım hedefi açıklamadı. Bunlar bir yana, sera gazı emisyonlarını 439,9 milyon ton CO2 eşdeğerine yükselten Türkiye’nin 1990’a göre yüzde 133,4 oranında artış gerçekleştirdiğini de hatırlatalım. 
 
ÇED vurgusu yine ilk sırada
 
Son yıllardaki ilerleme raporlarında AB ve Türkiye’nin çevre mevzuatlarının uyumlaştırması konusunda “doğa koruma”, “iklim değişikliği” ve “idari kapasite” konuları öne çıkıyor. Geçen yılki İlerleme Raporu’nun bu başlıkta yer alan değerlendirmelerin ilk sırasındaki kamuoyunda “çılgın projeler” olarak anılan mega projelerin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) süreçlerine ilişkin muafiyet eleştirisi, yine ilk sırada yer aldı. Bu yılki raporda, “Ekim 2013 tarihinde Türkiye, ÇED konusuna ek muafiyetler getirerek, Çevresel Etki Değerlendirme Direktifi’nin (Environmental Impact Assessment Directive) gereklilikleriyle tutarlı olmayan şekilde mevzuat değişikliğine gitti. Bazı büyük altyapı projeleri, HES’ler ve üçüncü köprü ÇED prosedürlerinin dışında kaldı. Anayasa Mahkemesi, müktesebatla uyumlu olmayan, yatırımlara muafiyet tanıyan iki değişikliği iptal etti. ÇED’e ilişkin yapılan mevzuat değişiklikleri endişe yaratmaktadır” dendi.
 
Geçen yılki raporda, müzakere sürecinde AB mevzuatına uygun hale getirilmesi gereken ve ÇED’e daha geniş bir çerçeve getiren Stratejik Çevresel Değerlendirme (Strategic Environmental Assessment Directive) ile ilgili çalışmaların da henüz başlamadığına dikkat çekilmişti. 2004’ten bu yana AB’de SÇD uygulaması zorunlu, Türkiye’de bırakın uygulamasını neredeyse adını bilen yok. Bu yılki raporda, SÇD ile ilgili uyum çalışmalarının sürdüğü ifade edilmekle birlikte, Aarhus Konvansiyonu’na atıfla, “Türkiye çevresel konularda bilgiye erişim, halkın katılımı ve adalete erişim konularında müktesebata uyumlu olmalıdır. Halkın katılımını sağlamak çevre ve iklim değişikliğiyle ilgili önemli etkileri olacak yatırım kararları üzerindeki anlaşmazlıkların çözümü için net bir çerçeve sağlayacaktır” dendi.
 
Dolayısıyla, Türkiye’nin ÇED süreçlerini AB’ye uyumlu hale getirmek yerine tersine işlettiği yine tescillenmiş durumda. Ancak, bu yılki raporda, ÇED süreçlerine ilişkin eleştirilerin geçen yıllardaki raporlara oranla çok daha hafif şekilde ele alındığını da not etmek gerek. Avrupa Komisyonu’nun Ankara’daki ofisinde çevre faslıyla ilgili birimdeki görev değişikliğinin, yeni gelen ekibin yeterince bilgi akışı sağlayamamış olmasının da muhtemelen bu yılın raporundaki hafiflikle bir bağlantısı var.  
 
Sera gazı azaltım hedefi yok
 
Diğer yandan, bu başlıkta en büyük eleştirilerden biri Türkiye’nin sera gazı emisyon azaltım hedefi olmamasına geldi.
Raporun ilgili bölümü şöyle:
 
“Emisyonları çok yüksek seviyede bulunan Türkiye’nin ulusal iklim değişikliği eylem planı, kapsamlı bir sera gazı emisyonu azaltım hedefinden yoksun durumda. Bu kadar yüksek seviyede emisyona sahip olmasına rağmen ileriye dönük emisyon azaltım hedefi yok. Uluslararası düzeyde, Türkiye'nin özel şartları Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC – United Nations Framework Convention on Climate Change) ve Kyoto Protokolü kapsamında kabul edildi. Türkiye, Aralık 2013’te UNFCCC’ye beşinci ulusal bildirimini yaptı ancak, burada herhangi bir seragazı projeksiyonundan bahsedilmedi.”
 
Yine, raporda, iklimle ilgili konularda çok sayıda etkinliğin düzenlenmiş olmasıyla birlikte, iklim meselesiyle ilgili önemli ölçüde bilinçlendirmeye yönelik organizasyonların arttırılması gerektiği ifade edildi. Geçen yılki raporda, iklim değişikliğiyle mücadeleye ayak uydurma konusunda her seviyede farkındalık yaratma stratejisine ihtiyaç olduğu belirtilmişti. 
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde özel bir İklim Değişikliği Dairesi’nin yeniden kurulmasının, idari kapasite için olumlu bir adım olduğu belirtilen raporda, iklim, çevre ve kalkınma gündemlerine ilişkin olarak ilgili bakanlıklar arasında tamamlayıcılığın geliştirilmesinin daha iyi olacağına dikkat çekildi. Oysa, daha önceki yıllarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın çevre ve kalkınma arasında bir denge bulamadığından bahsedilmiş, özellikle büyük altyapı projelerinin uygulanması sırasında çevresel unsurlara yeterli önem verilmediği vurgulanmıştı. 
 
Merkezi ve yerel düzeyde idari kapasite 1990’ların sonuna göre artmış olsa da, tüm düzeylerdeki ilgili otoriteler arasındaki koordinasyonun güçlendirilmesine ihtiyaç var. Çevre korumanın diğer politika alanlarına dahil edilmesi ve yeni yatırımların çevre konusundaki AB müktesebatıyla uyumunun sağlanması erken aşamada. Ulusal bir çevre ajansının kurulması yönünde henüz ilerleme yok… Yine, geçen yıl AB sınırları içinde belirlenmiş doğal çevre koruma ağı Natura 2000’de yer alması gereken SİT alanlarının halen belirlenmediği kaydedilmişti. Bu yıl da değişen pek bir şey yok. “Doğa koruma ile ilgili çerçeve mevzuat, ulusal biyoçeşitlilik stratejisi ve eylem planının hala kabul edilmesi gerekiyor. Taslak halindeki Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu, AB müktesebatı ile uyumlu değildir. Potansiyel Natura 2000 alanları hâlâ tespit edilmemiştir. Türkiye, sulak alanlar, ormanlar ve SİT alanlarına yatırımların önünü açan bir dizi kanun çıkarmıştır ancak bunlar ilgili müktesebat ile uyumlu değildir” ifadelerine yer verildi.
 
AB İlerleme Raporu'nun Çevre ve İklim Değişikliği başlığıyla ilgili en kritik ifadesi ise şu cümlede yer aldı: “Çevre konusunda esas mesele, ekonomik büyüme ile çevresel kaygıları dengelemek.”
 
Daha önceki raporlarda da, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın çevre ve kalkınma arasında bir denge bulamadığından bahsedilmiş, özellikle büyük altyapı projelerinin uygulanması sırasında çevresel unsurlara yeterli önem verilmediğine dikkat çekilmişti. Ancak, Türkiye gündeminde sıklıkla yer bulan ve tartışılan bu konunun tek cümle ile geçiştirilmiş olması, çevre ve kalkınma meselesine rapordaki vurgunun yetersiz kalması eleştirilerine neden oldu. 
 
Sonuç olarak, yasal mevzuat AB ile uyumlu olsa da, uygulama son derece zayıf. Mevzuata uyum ve uygulama alanlarında daha kuvvetli bir siyasi irade ile çevre ve iklim değişikliği konularında düzenli diyaloğun yeniden kurulmasına ihtiyaç duyulduğu kaydedildi. Hem yurtiçinde, hem de uluslararası düzeyde daha iddialı ve koordineli bir iklim ve çevre politikasının oluşturulması ve uygulanmasına ihtiyaç olduğuna dikkat çekilirken, stratejik planlama, kapsamlı yatırımlar ve güçlü idari kapasite gerekliliğinin olduğu ifadelerine yer verildi. Yukarıda dile getirdiğim eleştirilere rağmen bu yılki raporda dahi ÇED ve doğa koruma konusundaki yasal değişikliklerin endişe kaynağı olduğu belirtildi. “2015 yılının ilk çeyreğinde Türkiye, 2015 İklim Anlaşması'na yönelik katkısını belirlemek zorundadır. Söz konusu alanlarda sivil toplum örgütleri ve diğer kurumlar ile işbirliğinin güçlendirilmesi gerekmektedir” dendi. 
 
Bu raporlar yapıları gereği, Türkiye’deki çevre ve doğa koruma ile ilgili sorunları belirleyip çözüm önerileri sunmuyor. AB çevre müktesebatının uyumlaştırmasındaki yükümlülüklerinin Türkiye tarafından ne ölçüde yerine getirildiğini ölçüyor. İlk yıllardaki raporlar Türkiye çevre mevzuatının, standartlar, izleme gerekleri ve ölçüm yöntemleri bakımından, AB’nin çevre mevzuatından çok farklı olduğunun tespitini yapıyor, uyum için uzun vadeli ve stratejik işbirliği öneriyordu. Daha sonrasında çevre faslının müzakerelere açılmasına rağmen Türkiye’nin üyelik perspektifi bir türlü netleşmediği ve ikili ilişkiler de tavsadığı için çevre faslının maliyetinin kamu ve özel sektör tarafından üstlenilmesi de kolay olmuyor.
 
Genel olarak baktığımızda, çevre ve iklim değişikliği alanında daha fazla uyum sağlanması açısından ilerlemelerin düzensiz olduğu görülüyor. Türkiye’nin çevre korumasına yönelik politikalarının, tüm diğer politikalarla birlikte tanımlanması ve uygulanmasının zayıf olduğu değerlendiriliyor. Çevreye ilişkin müktesebatın uygulanmasındaki zayıflık halen önemli bir endişe yaratıyor. Sınırları aşan çevre sorunları konusunda Türkiye'nin adım atması gerekirken, hâla AB’nin taraf olduğu sözleşmelerden bazılarına taraf olmak için üyeliği bekleme bahanesine sığınması, çevre konularında duyarsızlığımızın en büyük göstergesi.