Çıt çıtlı bozuk para cüzdanı ve devlet dedikleri ağırlık
Kendine devlet adını veren ve toplumsal meseleleri şiddet kullanarak, bastırarak çözdüğünü zanneden bir garabet ile geldik bugüne.
20.01.2022
Madam Zımaro’nun, Güler Abla’nın ve Naime Teyze’nin çıtçıtlı bozuk para çantaları vardı. Güler Abla ve Naime Teyze benim çocukluk figürlerim. Naime Teyze ufacık bir kadındı ve çok güzel kahve falı bakardı. Fal bakarken kendini verir, bir ruh okuyucu olurdu. Pardesü, çene altından tek düğümle bağladığı başörtüsü ve çıtçıtlı cüzdanı ile gelir, üst baş çıkarmaz, fala bakar, biraz sohbet eder, geldiği gibi giderdi.
Güler Abla’nın kocası elleriyle ayakkabı yapan bir usta idi. Çok içen bir adamdı. Evde huzursuzluk vardı ki Güler Abla bazen bize gelir, annem ile dertleşir, ağlaşır, o esnada çıtçıtlı cüzdanı ve gözyaşını, burnunu sildiği mendili avucunda sıkar dururdu.
Madam Zımaro ise roman karakteridir. Zaven Biberyan’ın Karıncaların Günbatımı adlı romanının ilk sayfalarında belirir. Tarhanyan ailesinin oğlu Baret, üç buçuk senelik zorunlu askerlikten sonra İstanbul’a, evine dönmüştür. Madam Zımaro ve Baret, sokakta karşılaşırlar:
“aaa, kale Baret! Kale ağorimu! Sen ne zaman geldin kale?”
Baret, Madam Zımaro’yu tanımak için hayli çaba harcamak zorunda kaldı. Neredeyse onun “elinde büyümüştü” ama onu gördüğü için kalbinde sevinç değil, bir sıkıntı hissetti. Bu kadın, çocukluğunun “aşk”ı Madam Zımaro’ya hiç benzemiyordu. (…) “Sahi, şimdi mi geldin? Ne tesadüf. Zavallı anan kimbilir ne kadarr sevindi, ha… kaymeni…” (…) “Bize de uğra mutlaka, olur mu? Ben de şeker almaya gidiyordum. Şu taraflarda bir yerde varmış, gidip bir şansımı deneyeyim dedim… Bakalım…”
(… ) Baret, taştan taşa atlayarak sokağın köşesini dönen Zımaro’nun arkasından uzun uzun baktı. Kadın sağ eliyle minik, yıpranmış cüzdanını karnına bastırmıştı, sol eli boşlukta ileri geri sallanıyordu.”
Madam Zımaro 1940’lı yılların karakteridir. Ekmeğin karne ile verildiği, kömür, kahve kıtlığı çekilen savaş yıllarının karakteri. Naime Teyze ve Güler Abla, 1960’ların ikinci yarısına ait bir hafızanın figürleridir. Üçü de aynı şehirde yaşar ve benzer cüzdanları taşırlar. Büyük ihtimal ile taşıyış biçimleri de benzer.
“Peki, burada devlet nerede?” denilebilir. Devlet kendini, Madam Zımaro’ya Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, 1964 sürgünü ile hatırlatmıştır. Güler Abla’ya ise özellikle 1970’li yıllarda hısım akrabasının solcu gençlerini öldüren resmî/sivil güçlerin cinayetleri ile hatırlatmıştır.
Naime Teyze arada kaldı. Devlet, Naime Teyze’nin aiesini, kimlik, aidiyet veya siyasi görüş üzerinden üzerinden olumsuzlamadı. Naime Teyze komşularının, aynı mahallede/semtte birlikte yaşadığı insanların başlarına gelenleri duydu, pardesü, başörtü ve çıtçıtlı cüzdanı ile başsağlığı ziyaretine gitti. Neticede mahalle insanları, dört kurtperestin, Erzincanlıların üniversite öğrencisi yeğenlerini kıstırıp, şahdamarını falçata ile keserek öldürdüklerini öğrendiler. Bu öldürme yönteminin 1970’li yıllarda komando kamplarında öğretilen bir teknik olduğu, o kampların nasıl işler kılındığı yazıldı çizildi, konuşulduysa da toplumun bir kısmı başını çevirdi, bir kısmı sağır rolüne yattı. Devlet, yol verdiği cinayetlerdeki rolünü “anarşikler” propagandası ile gizledi ve görmek, duymak istemeyenlere yardımcı oldu.
1980’leri askerî darbe, 1990’ları beyaz Toroslar kararttı. Kendine devlet adını veren ve toplumsal meseleleri şiddet kullanarak, bastırarak çözdüğünü zanneden bir garabet ile geldik bugüne.
“Devlet’in zaafını millete söylemeyi vatanperverlik eseri bulmam.”
Yukarıdaki cümle Tanzimat Sadrazamı Ali Paşa’ya (1815-1871) ait. Benzer cümleyi bugün de duyabiliriz. Daha öncesini bilemem ama, Ali Paşa ile günümüz arasında devletperestlik geleneği deliksiz, kesintisiz yaşıyor. Devletperestlik kavramı ile devleti toplumun üstünde tutan zihniyetten söz ediyorum. Memurlar, bürokrasi egemenliği cenneti, ast üst hiyerarşisi, devlet sırrı kavramı vb ile paralel dünya yaratmışlar ve oradan işleri götürüyorlar. Esasen toplumun refahı için çalışan kamu hizmetlisi bir sistem olmaları gerekirken tam tersine toplumu baskılayan ve hayatı zorlaştıran bir ağırlık olarak mevcutlar. Bir işgal kuvveti gibiler.
Medyascope’un bir yayınında, Türk Politik Kültüründe Romantizm adlı kitabından hareketle Dr. Hasan Aksakal‘ı konuk etmişlerdi. O sohbetin bir yerinde Paris Komünü yıllarında pariste bulunan Osmanlı, Müslüman münevverandan söz açıldı ve –benim özetimle– şunları söyledi Aksakal:
“1870’lerin başında komün günlerinde dünyanın gözü kulağı ilgisi Paris’te. Sadece Namık Kemal değil, başka Osmanlı muhalif entellektüeli de orada. Dünyanın bütün siyasal sürgünleri, muhalifleri orada. Kitapçılarda, kütüphanelerde kafelerde sosyalleşiyorlar. Başka ülkelerin muhalif münevveranı komünü, güncel olarak izliyor ve kendi devletlerini nasıl sarsarız, yıkarız diye kafa yoruyorlar. Fakat Osmanlı müslüman münevveranı, diğerlerinin tam tersine nasıl olur da devleti kurtarırız meselesine kafa yoruyor. Komün ile ilgilendiği yok.”
Bekir Ağırdır, “Kasırgadan çıkış yolu” başlıklı yazısında Türkiye sivilinde devlet algısı üzerine şunları söylüyor:
“…bu memleketin insanlarında devlet algısı güçlü. Türk kimliğinin ana unsurlarından birisi güvenlik arayışı ve onun öznesi olarak devlet. Devlet kaos ve karmaşadan kaçışın, istikrar ve güvenliğin adresi. Güçlü devlet derlerken yalnızca kasları güçlü devleti kastetmiyorlar. Güvenilir devlet bekliyorlar. Güvenilirliği de inançtan değil hukuktan, laiklikten, eğitimden tanımlıyor. (…) Ama aynı zamanda devletin de zaafa uğradığını gördüklerinde devletin değişmesinden yana tavır alıyorlar. Her askerî darbeden sonra devleti değiştireceğini söyleyen partilere oy verdiler.”
Bekir Ağırdır’a güvenirim, saygı duyarım. Yine de alıntıdaki son cümlede duraksıyorum. Ve Bekir Bey’in “devlet algısı”na dair söylediklerine aşağıdaki cümleyi eklemek ihtiyacı duyuyorum:
“Gördüğü her beyaz arabayı devlet sanan ve sırf bu yüzden ana caddelerde yürümeye korkan nesiller” (Mehtap Ceyran, Mevsim Yas, Sel Yayınları.)
Eksik, yarım bir yazı oldu hissi var bende. Hoşgörünüz lütfen.