Coğrafya kader, yaşadığımız hayat
Sartre, “Belki daha iyi zamanlar vardır ama bizimki budur” demiş. Her ne yaşayacaksak, bu zamanda ve bu coğrafyada olacak. Hayat devam ediyor…
06.10.2023
İbn-i Haldun’a atfedilen meşhur sözdür; coğrafya kaderdir… Çoğu zaman ve özellikle can sıkıcı, moral bozucu bir haber vesilesiyle hayıflanarak hatırlarız bunu. Hayıflanmak ne kelime, düpedüz kahrederiz bazen. Mayıs seçimlerinin sonucunda, “Gidiyorlar” havasına kapılmış birçok kişinin yaşadığı öfkeli hayal kırıklığını hatırlayın. Deprem bölgelerinde yaşayan yurttaşlara nasıl olmuşsa yardım etmiş bazılarının bu tavrından ötürü pişmanlığını dile getirmesine bile tanık olduk; “Bir daha bu halk için kılını kıpırdatanın, acıyanın…”
Eğri oturup doğru konuşalım; bu kafadaki yurttaşların önemli bir kesimi “coğrafya” derken aslında bir parçası olmaktan adeta utanç duydukları toplumu, halkı, onların dillerini, değerlerini, inançlarını kastediyorlar; dağı, taşı, havayı, suyu filan değil. Utanç duymalarının nedeni ise, kendilerini açık veya gizli hayran oldukları Batı âlemiyle birlikte dünyanın merkezine oturtup geri kalan herkesin cahil, sefil, ilkel, geri, gerici (vb.) olduğuna inanmaları. “Kadere bak abi ya, Fransa’da, Norveç’te doğmak varken…” türü dertlenmeler meyhane sofralarının en revaçta mevzusudur. (Birkaç sene önce kaleme aldığım “Norveç gibi olmak” başlıklı yazımı bırakayım buraya adı geçmişken, merak eden varsa.)
Kendini “solcu” olarak tanımlayanların bazılarında da bu tür psikolojik sarsıntılar olduğunu biliyoruz; “Halkımız için o kadar mücadele ettik ama halimiz bu!” Bizzat duymuşluğum var; “Bu kadar mücadeleyi başka bir ülkede verseydik 40 kere devrim yapmıştık ya!” Bu hayıflanmanın Kurdî versiyonu da var; “Bu kadar savaşı başka ülkede verseydik 40 tane Kürdistan kurmuştuk!” Tabii kendilerinde hata olacak değil, aynaya bakmaya gerek yok yani…
TİP Genel Başkanı Erkan Baş ve beraberindeki 15-20 kişi Hatay’dan Ankara’ya doğru vekil seçildiği halde serbest bırakılmayan Can Atalay için “Özgürlük yürüyüşü” başlattı. Atalay’a ve tabii ki ona oy veren seçmenlerine reva görülen bu haksızlığa itiraz etmek elbette ki demokrasi, seçim, millet iradesi (vb.) laflarından haberdar olan herkesin paylaşması gereken bir sorumluluk; vurgulamadan geçemeyiz. Bu arada söz konusu partiye adını veren işçi sınıfı herhalde yürüyüşün belli bir merhalesinde olanca gücü ve ağırlığıyla yollara dökülmese, TİP’li arkadaşların da “E biz işçiler için daha ne yapalım yani!” diye isyan etme olasılığı var. Bir tür “sosyal sorumluluk” hissiyatıyla TİP bünyesinde burjuva yaşam alışkanlıklarından ödün vermeden çalışan “sosyalist” yoldaşlar haylidir söyleniyorlar zaten; duyuyorum…
İbn-i Haldun’un Mukaddime’de söylediği varsayılan “Coğrafya kaderdir” cümlesinin içerdiği düşünüş biçimi, kuşkusuz İbn-i Haldun’un bunda bir kabahati yok ama aslında burjuva ideolojisinin en etkili tezlerinden birini oluşturuyor. Marksist tarihsel determinizm görüşünü benimseyenlerle de tuhaf bir şekilde yolları kesişiyor. (Bu arada Mukaddime’yi okumadım, İbn-i Haldun gerçekten böyle bir laf etmiş midir, etmişse ne demek istemiştir bilmiyorum. Araştırmak gerek. Ama Marks’ın İbn-i Haldun’u tarihsel-toplumsal değişim kuramının “öncülerinden” saydığını ve Haldun’a hayranlığını biliyorum.)
“Coğrafya kaderdir” deyince, misal, Afrika’da yaşayan halkların çevresel şartlar nedeniyle geri kaldıklarını, tarım ve hayvancılık yapamadıklarını, sömürgeci diye kızdığınız emperyalist güçler “medeniyet” getirmese açlıktan, hastalıktan kırılacaklarını söylemiş oluyorsunuz. Marksizm’e göre ise, tarih, bir sınıf mücadelesi sürecidir ve sınıfların, devletin ortaya çıkmasıyla birlikte yaşanır. Devletsiz halkların tarihi yoktur yani. Çünkü sınıflar yoktur, sömürü yoktur. Amazon ormanlarının derinliklerinde “ilkel” komünal bir yaşam süren kabilelerin veyahut Afrika içlerinde yaşayan halkların, maddi şartların ihtiyaç haline getirmesiyle üretim araçlarını geliştirmeleri mümkün değildir; siz bunu “medeniyet” diye de okuyabilirsiniz… Çevresel ve tarihsel determinizmin yolu bu şekilde kesişiyor.
Malum, Dersim 38 kırımı için “Oralara medeniyet geldi, fena mı oldu yani?” diyenler vardı, hâlâ da vardır muhtemelen. Öyle ya, kendi tanımlarına göre ülkenin en cahil, en vahşi, en geri toplumu sonradan en okumuş, en “çağdaş”, en “ilerici” bölgesi olmuştu.
Bu mevzuya uzun zaman önce, 90’lı yıllarda ve hapishanede takılmıştım. Ne de olsa Dersim de uzun yıllar boyunca fiilen “devletsiz”, “devlet tanımayan” bir coğrafyaydı. Dersim… Dersim… kitabımı kaleme alırken vardığım sonuçlardan bir parça bahsetmiştim:
“Bilinen sözdür; ‘devletsiz halkların tarihi olmaz’ denir… Buna göre ‘tarihi olmak’, ancak ‘devleti olmak’ ile mümkün olabiliyor. Egemen tarih anlayışının kalıplarıyla düşünüldüğünde, bu, böyle. Ne ki, ‘devlet’ olmadan önce de bir ‘tarihi’ vardı insanın. Ve ‘devletli’ olduğu tarih kesitinden itibaren ‘tarih yapmak’ adına yaptıklarına ve yaşadıklarına bu ‘tarih öncesi’ edimlerinin bir etkisi olmadığı düşünülebilir mi? Kaskatı bir Marksist bakış açısından bakıldığında, tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir; öncesi, insanın ‘ilkel’ dönemleri olarak yaşanmıştır. (…) Günümüzde, özellikle yaşadığımız coğrafyanın tarihine, uygarlık tarihine kazandırdığı zenginliklere ilişkin gün geçtikçe geliştiğini gözlemlemek mümkün olan ilgi, merak ve araştırmalar, ‘devletsiz halkların tarihi yoktur’ yaklaşımını hayli zorlayacak veriler bulunmasına yol açıyor. (…) Marks’ın, doğu toplumlarını yeterince incelemeden, buna zaman ve olanak bulamadan kendi öğretisini geliştirdiği bilinen bir durumdur. Örneğin antik Yunan uygarlığı kadar Sümerlerden, Hititlerden, Fars uygarlığından, İslam uygarlığından haberdar olsaydı, belki de fazla açımlayamadan kavramlaştırdığı ‘Asya Tipi Üretim Tarzı’ konusu, geliştirdiği teoriye yeni ufuklar kazandırırdı. Bunu artık Karl Marks’ın yapması mümkün değil; kuşkusuz Marksizm’i dogmatik bir bağlılıkla sürdürmek gayretinde olanların da…” (Dersim… Dersim… İst. 2010. Sf. 15)
Bir günlük yazıda kuramsal bir tartışma yürütmek okur için sıkıcı olabilir; farkındayım. Bu yüzden sözü “güncel” durumumuzla bağlayayım fazla da uzatıp abartmadan.
Coğrafyanın, iklim şartlarının tarihsel ve toplumsal gelişme dinamikleri üzerinde etkisi kuşkusuz vardır. Hatta insanların psikolojik, karakteristik şekillenmeleri üzerinde de. Ama bilerek ya da bilmeyerek bunu esas almak ciddi bir yanılgı. İster çevresel ister tarihsel determinizm (belirlenimcilik) veya çevre, coğrafya, iklim şartlarını önceleyen diğer görüşler, kanımca gerçeği doğru ve olduğu gibi anlamamıza imkan tanımayan ideolojik dogmalardır.
Gerçek olan şudur: Misal; Japonya adalardan oluşan bir deprem ülkesidir ama aynı zamanda bilimsel-teknolojik gelişmelere öncülük eden ülkelerdendir ve depremle birlikte yaşayacak bir düzen ve düzey oluşturmayı başarmıştır… Bir parçası olmaktan yana dertli olduğumuz Ortadoğu, Anadolu, Yukarı Mezopotamya, tarihteki ilk ve son derece önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmış bölgelerdir…
***
Sözün özü; coğrafyadan şikayet ederek farkında olmadan bir tür kadercilik yapmaktan vazgeçtiğimiz ve hayatı başka açılardan da görmeye, anlamaya, yaşamaya başladığımız oranda, demokratik manada değişim ve dönüşümün en önemli adımını atmış olacağız…
Jean Paul Sartre, “Belki daha iyi zamanlar vardır ama bizimki budur” demiş. İnsanlık hali, bazen hayata dair sorunlar, sıkıntılar, zorluklar sıkboğaz edince, Sartre’ın bu sözünü hatırlarım. “Keşke” hayıflanmasının bir anlamı yok çünkü. Bir anlamı olmadığı gibi, aksine insanın hedefleri, amaçları doğrultusunda çaba gösterme istek ve azmini, yapabilme enerjisini sönümlendirmekten başka bir sonucu da olmuyor.
O yüzden her ne yaşıyorsak ve yaşayacaksak, bu zamanda ve bu coğrafyada olacak.
Hayat devam ediyor ve gerçeğimiz, yaşadığımız zaman, coğrafya budur. Emeği, çabası, uğraşı ile hayatın ve yaşadığı zamanın sürüklenen figüranları değil, özneleri olalım. Umutlarımız olsun ve o umutları gereğince taşıyacak gücümüz, dermanımız…
—–
Kapak Görseli: Pete Linforth (Pixabay)