Covid-19 ölümlerinde devletin hukukî sorumluluğu

İşçilere “evde kal” diyerek açlıkla virüs arasında tercih yaptırıyorsunuz: Neden kesin bir açlıktansa, gelmesi muhtemel virüsü seçmesinler?

ORHAN KEMAL CENGİZ

30.03.2020

Demokrasinin tam olarak yerleşmediği ülkelerde “devletin gücü” denilince akla gelen, aslında baskı aygıtlarının gücüdür.

Bu ülkelerde devlet kendi vatandaşını dövme konusunda çok güçlü, çok mahirdir gerçekten.

O hep talep edendir: En başta itaat talep eder. Sorgulamamanızı ister. Devleti ve devlet adına hareket edenleri kutsamalı, onların sizin adınıza en doğru olanı bildikleri ve uyguladığına inanmalısınızdır.

Asker alacaksa söke söke alır. Vergi alacaksa, kaynağında (tabii ki yoksullardan) keser.

Eleştiriye tahammülü yoktur. İnsanları içeri tıkma konusunda, savcıları, polisleri, yargıçları büyük bir uyum ve ahenk içinde çalışır.

Ama iş, devletin vatandaşına bir şeyler vermesine gelince, işte orada, en ketum, en eli sıkı o oluverir.

Kaynaklar düzgün kullanılmadığı için böyle bir gücü zaten yoktur.

En küçük bir protestoyu bile, olanca azametiyle sokaklara akıttığı, panzerleriyle, tomalarıyla bastıran devlet, vatandaşının ona en çok ihtiyacı olduğu bir anda, her taraftan buharlaşıp yok oluverir.

Bir TIR şoförü, açlıktan ya da hastalıktan ölmeye zorlarsanız ben hastalıktan ölmeyi tercih ederim dediği için apar topar derdest edildi.

“Virüs öldürmez, düzen öldürür” dedi.

Bu sözler nasıl bir suç olabilir?

Hangi demokratik ülkede böyle laflar ediyor diye bir vatandaş alınıp derdest edilir?

Şoförün söylediği yalan mı?

Siz işçilere, esnafa evinde otur dediğinizde, açlıkla virüs arasında bir tercih yap demiş olmuyor musunuz?

Bu durumda, neden insanlar geleceği kesin olan açlıktansa, gelmesi muhtemel virüs şıkkını tercih etmesin?

İstanbul’a ilişkin haritalar gösteriyorlar. Diyorlar ki bakın şu şu semtlerde insanlar sokağa çıkmıyor ama şunların hepsi de sokağa ve trafiğe çıkmış.

Sokağa çıkmış dediklerinin hepsi de, günlükle, haftalıkla, aylıkla çalışanlar. Yoksullar sokağa çıkmış. Zenginler evlerinde oturuyor. Tuzu kuru bu insanlar, telefonlarımızda araya girip, huzur veren sesleriyle “evde kalın, hayat eve sığar” diyorlar.

Çalışmadığınızda, elektriğiniz suyunuz kesilmiyor, buzdolaplarınız boşalmıyorsa elbette hayat eve sığar.

Üst gelir düzeyinden birisi bugün evinden çıkıyorsa, evet o bir seçim yapıyor demektir.

Sokağa çıkmadığında aç kalacak insanların bir seçim yaptığından kim söz edebilir?

Ben size başka bir şey daha söyleyeyim. İlk başta çok basit gibi görünecek söylediğim, ama öyle değil:

Devletler vatandaşlarının yaşam hakkını korumak için bütün tedbirleri almak zorundadırlar.

Bu çok basit gibi görünen şeye, uluslararası hukukta “pozitif yükümlülük” adı veriliyor.

Yani, demokrasinin, hukukun hâkim olduğu bir ülkede, devletler sadece vatandaşlarını öldürmemek değil ama aynı zamanda onların ölmeyeceği koşulları da yaratmak zorundadır.

Bütün bu fırtına geçtiğinde, benim tahminim, İtalya’da, Fransa’da, İspanya’da Covid-19’dan hayatını kaybeden pek çok insan mahkemelere koşacak.

Devlet, yeterli hizmet vermedi, babama, anneme bakamadı, tazminat istiyorum diyecekler…

Eğer, ölüm ile, devletin pozitif yükümlülüklerini ihlali konusunda bir “illiyet” (Nedensellik) bağı kurulabilirse, pek çok kişi de tazminat alacaktır.

Bütün bu tartışmaların yaşandığına tanık olacağız.

Bu tartışmayı çok geniş bir açıdan ele alırsanız, bugün, evlerinizde kalın denilirken, yoksulların evde kalacakları olanakların yaratılmamasını da devletin hukukî sorumluluğu açısından tartışabilirsiniz.

Türkiye’deki duruma daha yakından bakınca bu illiyet bağının çok daha somut bir şekilde kurulabileceği ciddi meseleler var.

Diyanet İşleri hacıları umreye götürürken, dünya çapında bir salgın olduğunu biliyordu değil mi?

Bakın, bu salgını bilerek Avrupa’ya seyahate giden bireylerden söz etmiyoruz.

Bizzat devletin yaptığı bir organizasyon bu.

Yirmi bin hacıyı umreye götürüp, son gelen beş bin kişiyi karantinaya alıyorsunuz.

On beş bin kişi Anadolu’nun her köşesine, her beldesine dağılıyor.

Evlerine gelip onları ziyaret edenleri geçin. Muhtemelen hepsi de, o gün için serbest olan Cuma namazına gidiyorlar ve pek çok insana virüsü bulaştırıyorlar.

Umreye sen götürdün, getirdiğinde karantinaya almadın, ülkenin dört bir yanına dağılmalarına izin verdin, camileri geç kapatarak, parça tesirli bir bomba gibi, virüslerin kapalı mekânları doldurmasına izin verdin…

Bütün bunlardan sonra, bir devlet “doğal âfet, yapacak bir şey yok” deyip işin içinden sıyrılabilir mi?

Size emsal bir karar da göstereyim.

Ümraniye çöplüğü patladıktan sonra, çöplüğün patlaması sonucu yakınlarını kaybedenler AİHM’e gittiler…

Devlet, dedi ki, bu insanlar çöplüğün kenarında oturmayı kendileri seçtiler, benim bir sorumluluğum yok.

AİHM de dedi ki, devletlerin vatandaşlarının yaşama haklarını koruma zorunluluğu vardır. Bu çöplüğün patlayacağı besbelli idi, patlamayı önlemedin, bu insanları da başka yerlere taşımadın, kusura bakma ama bu ölümlerden sorumlusun ve tazminat ödeyeceksin…

Covid-19’dan meydana gelecek her ölüm olayında, “nedensellik” bağına bakarak, hukuk önüne gitmek gerekir.

Devlet, iktidar sorumluluk demektir…

O sorumluluk yerine getirilmemişse, hukuk önünde hesap sormak gerekir.