Cumhuriyet Davası: Gazeteciler, Gazetecilerimiz, İşimiz..
Ahmet Altan’dan Zehra Doğan’a çok farklı geçmiş ve kurumlardan gazetecilerin davalarının her birinin kader düğümü…

26.07.2017
"Basın Bayramı"nda başladı Cumhuriyet davası…
Malum, 24 Temmuz, Gazeteciler Cemiyeti'nin kurulduğu 1946'dan beri "Basın Bayramı" olarak "kutlanıyor" Türkiye'de… Ne kadar kutlanabiliyor, kutlanabildi tarihimiz boyunca hiç emin değilim.
Sansürün, İkinci Meşrutiyet ile beraber kaldırılışının 109. ve gazetecilerin "Basın Bayramı" olarak bugünün kutlanmaya başlamasının 71. yılı.
Basın Bayramı'nın, Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk gazetenin yayın hayatına başlaması değil de, "sansürün kaldırıldığı" gün olarak kutlaması Falih Rıfkı Atay'ın fikriydi.
Bu da son derece normal; zira, Falih Rıfkı'nın kendisi Osmanlı'nın son döneminde sansürden çok çekmişti. Gazetesi Akşam, çoğu zaman sansürün siyaha boyadığı boş sütunlarla çıkardı. İstanbul'daki Saray'a karşı, Mustafa Kemal'in hareketinin başlaması, sansürü daha da yoğunlaştırmıştı.
Falih Rıfkı Atay, Mart 1919 ile Eylül 1919 arası süren Damat Ferit hükümeti dönemi sansürünü bir mektubunda şöyle anlatır:
"Ferit hükümeti, Enver hükümetinden daha feci bir idare oldu. Bu adam saraya bel bağlayarak gazetelere harp sansüründen daha müthiş bir sansür koydu. Malta’ya menfileri göndermek vesaire gibi bütün işleri kendileri yaptılar, ecnebiler namına yapılmış gösterdiler. Zavallı millet ecnebi sözünden ürktü. Hiçbir tevkife karşı ses çıkaramadı”.
Atay, batmakta olan yönetiminin baskısı altındaki sansürün boyutlarını "Ağlamaya bile izin alamıyorduk" diye de tarif eder.
Atay, mezarından kalkıp gazetesi Akşam'ın bugünkü hâlini görse, işgal dönemi İstanbul'unda ağladığı kadar ağlar, sinirden hırslandığı kadar hırslanırdı herhâlde…
Falih Rıfkı'dan üç kuşak sonra doğan Çetin Altan'ın basın tarihimizin özeti sayılabilecek şu sözlerini de anımsayalım:
"İkinci Meşrutiyet' te demokrasi denemesiyle birlikte yazarlar da siyasal kutuplaşmaların çalkantısını yaşadılar. Hangi parti iktidara geldiyse, karşı yönü tutan yazarları sürdü, hatta öldürdü… Yazarlık, üst yönetim sofralarından kopup, halka yöneldikçe yazarlar da cezaevlerini doldurmaya başladılar."
Ne kadar tanıdık değil mi bu sözler, bu tarifler…
Bir zaman kapanına kısılmış gibiyiz; özellikle de gazeteciler olarak…
Her dönemde, gazeteciler, bu ülkenin, bu coğrafyanın en çok çile çeken meslek gruplarından biri oldular.
Hiçbir şekilde, "akıllı işi" değildi gazetecilik; ne Osmanlı İmparatorluğu döneminde, ne de Türkiye tarihi boyunca. Kötü maaş, kötü çalışma koşulları, bitmez tükenmez mesailer… Tek mükâfat, gazetede çıkan bir haber, bir yazı; şanslıysanız imzalı.
Gazetecilerin ömründen çalarak yazdığı haberlerin, yazıların 24 saat ömrü ya olur ya olmaz.
Bazen arşivlerden çıkıp gelir bir yazı, biri hatırlarsa, gündem pas verirse; ki hafızasına pek düşkün olmayan bu toplumda, gazeteciler suya yazarlar aslında. Bilgi toplamak için sürekli konuşurlar, araştırırlar; sevdikleri sevmedikleri ortamlara girer çıkarlar. Birer aynadır onlar. Kendini, makyajsız oyasız boyasız bu aynada görenler, aynayı genelde kırmak isterler. Suçu kendilerinde değil aynada bulurlar.
Dahası, yazı-çizi işleri hep tehlikelidir. Ahmet Taner Kışlalı, Adnan İpekçi, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Hrant Dink, Uğur Mumcu gibi gazetecilerin kaderi de olabilir sizi bekleyen… Veya, şimdi 160'ı aşkın gazeteciye yapıldığı gibi yakanızdan tutulup içeri de atılabilirsiniz.
Türkiye, şu an, dünyadaki tüm diğer ülkelerdekilerin toplamını katlayan sayıda gazetecinin hapiste olduğu bir ülke…
P24, tutuklu gazetecilerin listesini güncel biçimde tutmaya çalışıyor ama bu son derece zor bir iş: bazen hangi gazeteci ne zaman gözaltına alındı, akıbeti ne oldu bunu takip etmek bile zor.
24 Temmuz 2017'de de, büyük bir kader döngüsü gelip dolaşıp Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihindeki dönüm noktalarını birleştirdi ve geldi bu davada düğümledi. Ahmet Altan'dan Zehra Doğan'a, A'dan Z'ye, çok farklı geçmiş ve kurumlardan gazetecilerin davalarının her birinin kader düğümü, mesleğimizin sembolik tarihî bir dönüm noktası bugün…
Basın Bayramında, 1908'de İkinci Meşrutiyet ile "sansürün kaldırılmasının" yıldönümüne aften "gazetecilerin özgürlük bayramı", "basın özgürlüğü günü" olarak seçilen günde, “Cumhuriyet” yargılanıyor.
Revizyonist bir dönem bu… Yeni bir rejim kurulmaya çalışılıyor ve "Cumhuriyet" tarihi de, yengeçvari yan yan adımlarla etrafında dönene dönene yeni rejime evriltilmeye; Cumhuriyet gazetesinin de, yönetim şeklinin de genetik kodları değiştirilmeye çalışılıyor.
Bu nedenle, Cumhuriyet gazetecilerinin davası aslında tüm gazetecilerin ve bir ülkenin gazetecilik tarihinin, gazetecilerin bugününün yargılandığı bir odak noktası.
Bugün yargılananlar, Cumhuriyet'in gazetecileri ve yöneticileri; Ahmet Şık, Akın Atalay, Aydın Engin, Bülent Utku, Bülent Yener, Can Dündar, Günseli Özaltay, Güray Tekinöz, Hakan Karasinir, Hikmet Çetinkaya, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Musa Kart, Mustafa Kemal Güngör, Orhan Erinç, Önder Çelik, Turhan Günay. Ve de, bir dönem Cumhuriyet'in Washington muhabirliğini yapan İlhan Tanır. Bir de, "bonus olarak", "@jeansbiri isimli Twitter hesabı sahibi" Ahmet Kemal Aydoğdu.
İddianame evlere şenlik; herkese inci boncuk dağıtılır gibi birer terör örgütü üyeliği veya destekçiliği dağıtılmış. Zaten, gazeteciler başta olmak üzere "muhalif" görülenlere, böyle bol keseden, "terör örgütü üyeliği ithamı" ihsan ediliyor.
Gazeteciler yazamıyor ama savcılar yazdıkça yazıyor: 436 sayfalık iddianamede yok yok. Sonsuz, sınırsız ve "hukuka teğet geçen" bir ifade özgürlüğü ile "Yaz savcı yaz, bunu da yaz" minvalinde çerçevelenmiş iddianamenin ana fikri şu:
"FETÖ/PDY, PKK/KCK ve DHKP/C silahlı terör örgütlerinin amaçlarına hizmet eden, manipülatif haberleri yaygınlaştıran, MİT Tırları hadisesinde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Cumhurbaşkanı hakkında 'teröre destek veren devlet ve Cumhurbaşkanı' imajını yaratan bir yayın organı hâline gelmesine neden olmuştur."
Bugün, sanık sandalyesinde, "Basın Bayramı"nın Türkiye'de kutlanmasına öncü olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin eski başkanlarından Orhan Erinç de var…
Aslında o sandalyede bugün, Falih Rıfkı Atay da var, Çetin Altan ve oğulları Ahmet ve Mehmet Altan da… Namık Kemal de var, Tevfik Fikret de… Uğur Mumcu da var, Abdi İpekçi de… Hrant Dink de var, Behice Boran da…S evgi Soysal da var, Sabiha Sertel de…
Bugünlerde, Türkiye'de gazetecilik yargılanıyor.
Tüm gazeteciler yargılanıyor.
"Haber" ve "yorum" yargılanıyor.
Bugün, düşünce yargılanıyor.
Bu mirası, artık gelecek nesillerin kaderine de yüklemeyelim.
Gazeteciliği kıskaca almaya kalkan kader çemberi kırılsın.
Şunu da unutmayalım, en uzun sansür dönemi bile bu topraklarda, en ağır baskı döneminde, 19. yüzyıl şartlarında ve ötesinde 20. yüzyıl başında "işgal koşullarında" dahi sürdürülemedi… Geriye kalan, direnenlerin isimleri ve mirası oldu.