‘’Devekuşu devleti’’ ve yayın yasakları
Anayasaya aykırı sansürü sorgulamadan benimseyen, haberi devletin belirlediği ölçülerde yapan gazeteci, gazeteciliğini terk etmiş demektir
30.06.2016
İsmail Avcı, sahada her gün haber kovalayan isimsiz medya kahramanlarından biri.
Diyarbakır'da gerçeklerin izini sürüyor.
Hukukçuların hâlâ hayretler içinde andığı ve garabetler dizisine örnek olarak gösterdiği bir kararla bir devlet operasyonu sonucu basılıp kapatılıncaya kadar Zaman gazetesinin Diyarbakır muhabiriydi.
Şimdi Yarına Bakış'ta çalışıyor ve bölgeyi izliyor.
Evini polisler basmış.
Sabah kapıya gelmişler.
Neler olduğunu İsmail Avcı'nın tweetlerinden anlayalım:
''Bir yıl önce yazdığım ’HDP mitingindeki bombacı IŞİD’çi çıktı’ başlıklı haberim birilerini rahatsız etmiş herhalde. Haberle ilgili hakkımda soruşturma başlatmışlar, gizliliği ihlal. Oysa imzamı taşıyan haber yayınlandığında daha gizlilik kararı çıkmamıştı. Koskoca Dbakır Emniyeti, cep tlfn no.ma ulaşamamış.''
''Bu yüzden sabah polisler kapıya dayandı. İfade vermem gerekiyormuş, TEM’e gidecekmişim. Tebliğ yok, gözaltı kararı yok, ifadeye çağırma yok. Neyse ki avukatım hukuksuzluğa müdahale etti. Daha sonra ifade vermeye gideceğim.''
Ne diyelim, geçmiş olsun.
Tıpkı, 20 Haziran'da paldır küldür tutuklanan, yetmediği gibi bir de kelepçelenen Erol Önderoğlu'na geçmiş olsun dediğimiz gibi.
Garabetler silsilesine artık şaşmıyoruz hiç.
Hani ülkemizde ‘’tesadüfen yaşıyoruz’’ diye bir laf yaygındır ya, ‘’tesadüfen gazetecilik yapıyoruz’’ veya ‘’tesadüfen hapiste değil de dışardayız’’ deme noktasındayız.
En az 43 kişinin öldüğü, 250'den fazla kişinin yaralandığı terör saldırısının kanı daha yerdeyken, acıları her yeni sarmışken, olanlar bilmemkaçıncı kez yine haberciye, halkın haber alma hakkına, gazeteciliğe oluyor.
İktidarın esas derdi, ‘’bizde güvenlik zaafı yoktur’’ lafının bilgilerle ve verilere dayalı analizlerle sorgulanmasını engellemek için haberi karartmak.
Atatürk Havalimanı saldırıları ardından ilk alınan ‘’tedbir’’ de bu yüzden yayın yasağı getirmek oldu. Böylece son iki-üç yıldır dağa taşa getirilen yayın yasaklarının sayısı, eğer bendeki istatistikler doğru ise, 60'ı aştı, 70'e yaklaşıyor.
Sansür, ilkel bir devlet refleksi sonucu olarak iyice normalleşti artık. Böyle olması isteniyordu ve oluyor.
Halkın anayasaya dayalı haber alma hakkının hunharca budanmasına sessiz kalması değil asıl sorun. Bu zehirli normalleşmeye en büyük katkıyı, bu yasakların faşizan ruhunu, meslek onuruna hakaret niteliğini sorgulamayan, robot gibi buna ses çıkarmayan editörlerin kendileri yapıyor. Bu açıdan, devletsel reflekslerin editörlerin ve belli başlı medya kuruluşlarının gözeneklerine yerleştiğini ve “aynılaştığını” da söyleyebiliriz.
Terör saldırısının ertesi sabahı, Doğan Grubu'na ait bir TV kanalının Ankara Temsilcisi, hiç sıkılmadan ve tam da bu yüzden, “sevgili seyirciler, elimde bazı önemli bilgiler var ama yayın yasağı nedeniyle bunları paylaşmayacağım” diyebiliyordu.
Anayasaya aykırı sansürü sorgulamadan benimseyen, haberi devletin belirlediği ölçülerde yapan gazeteci, gazeteciliğini terk etmiş demektir. Bu işi bırakması gerekir. Ama bırakmak bir yana, içinde gerçek oranı düşük olan birtakım sözleri vermeyi haber ihtiyacı olan halka habercilik olarak yutturmaya devam ediyorlar.
‘’Yayın yasağı’’ düpedüz sansürdür. Anayasa'nın 26, 28 ve 90'ıncı maddelerine, AİHM içtihatlarına aykırıdır. Bu nedenle, bu yasağa uymamak ‘’suç’’ değildir.
Ama bilemiyorum, belki de sansüre uyma meraklısı haberciler, Avcı gibi, Can Dündar ve Erdem Gül gibi, kapılarına polisin dayanmasından, belki de sevgili patronları tarafından kapının önüne konmaktan korkuyorlar.
Gerçekten bilemiyorum.
Bildiğim başka bir şey var. Havalimanı katliamı ardından başta twitter olmak üzere sosyal medya, yine devlet makamlarının cevval marifetiyle yavaşlatılırken, aralarında çok sayıda habercinin de olduğu yüzbinlerce, belki milyonlarca kişi önlerine çıkarılan engelleri tanımıyor, gerçeklere erişmeye, eriştikleri gerçekleri paylaşmaya çalışıyordu.
Felaket, kriz, ve terör gibi ulusal güvenlikle ilgili, büyük kitleleri ilgilendiren vak'alarda bilgi akışının sağlanması özellikle önem taşır. İnsanlar, gerekli tedbirleri almak, ne olduğunu anlamak için ilk elde resmî makamların, oy verip iktidara getirdikleri yöneticilerin vereceği bilgilere bakar, onlara güvenmek isterler.
Istanbul katliamı ardından bizlerin P24 tweet hesabından aktardığımız basit gerçek de bu konuda bir hatırlatmaydı:
''Yasak getireceğinize, bilgi verin, açıklama yapın, yakınları seyahat eden binlerce insan merakta, bütün dünyanın gözü Atatürk Havaalanında.''
Yalanlarla, konuşmaktan kaçmalarla geçen o gece saatlerinde biz ve birçok medya temsilcisi, boşluğa konuşmuş oldu.
Olsun.
Bu ülkede mesleğinin onuruna önem veren her habercinin başlıca önceliği, sistemi kapaklarla kapatıp üzerine çivi çakmak isteyen tek parti rejiminin, gerçeklerle toplum arasına duvar örmesini engellemek olmalıdır.
Ne yayın yasakları, ne erişimi durdurmalar ne de interneti yavaşlatmalar.
Hiçbiri işlemeyecek.
Bir kere, medyanın bir kısmını susturmak mümkün olsa da, diğer kesimi susmayacaktır. Halk da ahmak olmadığına göre, ama Türkçe ama İngilizce ama Arapça, hangi dilde olup bitenlerin izi sürülüyor, erişilen bilgiler korkmadan paylaşılıyorsa, onlara yönelecektir.
28 Haziran Salı gecesi ve ertesi günü açıkça bir kez daha görüldü ki BBC, Al Jazeera, DW veya CNN INT gibi kanallar, bazı Türk kanallar kukumav kuşuna dönerken, epey seyirci topladı. Twitter veya Facebook yavaşlatmaya kalkanlar, VPN kullanımı ile umduğu sansürün bir kez daha boşa çıktığını gördü.
İstediğiniz kadar aynı ilkel refleksleri kopyalayın.
Gerçeği anlamak, özgürlükleri savunmak adına bu meydan okuyuş biçimini değiştiremeyeceksiniz.