Devlet-şirket kayıtları

Bütün kişisel bilgilerimizin bu kadar kolay ulaşılır olmasında, hafızayı sarsan bir yan var. Hafıza bir türlü mahrem olamıyor.

KARİN KARAKAŞLI

20.02.2021

Korona salgınından beri dijital iletişim ve işlemlerin artmış olması, ömür törpüsü telefon konuşmalarını da beraberinde getiriyor. Müşteri hizmetleri denen o vahaya ulaşana kadar kafana birkaç kez güneş geçiyor. Sürekli birtakım rakamlar tuşlarken kaydedilmiş sonu bucağı gelmez söylevleri de mecburen dinliyorsun her seferinde. Dokuza basıp değişiklik olsun diye İngilizce de akıtabilirsin muhabbeti. Kıstırılmışlığın içerisinde seçenek bolluğu yanılsaması işte.

O önceden kayıtlı ve tekdüze bir sesle okunan bilgilendirme monologlarını dinlerken mutlaka şu havalı ifade de geçiyor. “Kişisel verilerin korunması kanunu gereğince…”

Sahi var mı öyle bir şey? Kişisel verilerin korunması yani. Kendine saklayacağın ve ancak rıza ve iradenle paylaşacağın özel bir alan. Bunu varsaymak bile komik geliyor bana.

Devletin kayıt tutuculuğunu kuşaklar boyu deneyimlemiş bir toplumda kişisel verilerin biz fark etmeden toplandığını zaten biliyor ya da varsayıyoruz. Fiziksel takip, alan dinleme, telefon kayıtları, fişlenme ve daha nice faaliyet; günlük hayatın mutad bir uygulamasına dönüşmüş. Böylesi bir kayıt tutma ve özel hayat sınırlarını tamamen ihlal etme pratiğinin en vahim durumlarda haksız, temelsiz davalara ve hatta zorla kaybettirmelere kadar vardırıldığını da maalesef deneyimle biliyoruz. 

Devletin kayıt tutmak kadar silme alışkanlığı da var. Darbe dönemlerinde deniz ve toprak suç unsuru ilan edilmesi muhtemel kitap, defter ve mektupların yakılması ve atılmasına tanıklık etti. İnsanlar bunu kendi rızalarıyla değil içlerine salınan korkudan ve çıkışsızlıktan yaptı. Hoş, aranıp da bulunmayan bir kitabın, bir evrakın arama yapılan mekâna bırakıldığını da gördü gözler. Önden suçlu ilan edilmişsen, kanıtı hemen oluşturulabilirdi. Devlet zaman kaybetmekten hoşlanmıyordu. Zamanın geçmesine sadece zaman aşımına uğratılan dosyalarda tahammülü vardı. 

Başka zamanlarda da cezaevlerinde bir direniş unsuru olarak gördüğü, siyasî mahkûmlara ait özel mektup, günlük ve notlara el koymak için baskınlar düzenledi. Amaç, ayağın altından zemin çekmek ve kişilik parçalamaktı. Halen de öyle.

 

Yeni dönem tahakküm mekanizmaları

 

Bu bilindik yöntemlere şimdilerde dijital ortamdaki türdeşleri de eklendi. Diğer bir deyişle devlet ve şirket karşı karşıya geldi. Anlaşılan o ki, devletler biraz şirketleşirken şirketler de devletleşiyor. Mesele iktidar olduğunda, gücü elinde bulunduran her odak birbirinde muğlaklaşıyor.

Koronavirüs salgını süresince dijital ortam izlenme pratikleri arttı. Filyasyon ekiplerinin verimli şekilde çalışması, doğru bilgi akışının sağlanması açısından dijital kayıtlar elbette çok önemli. Bir yandan da bu sürecin devletler nezdinde baskı sistemini perçinlemek üzere suistimal edilmesi söz konusu. 

Ayrıca dijital kayıtların ele gelmezliği diye bir şey var. Dijitalde bütün kayıtlar siliniyor. Ne kadar kopyalama yapsan da, o uzay boşluğunda yok olma hissini aşamıyorsun. Örneğin fotoğraf dosyasını açıp bakamıyorum ben çok fazla. Tek çare sanki fotoğraflar arasından sevdiklerini bastırmak, yaşadığın yere asmak, göz önüne koymak. Görünür, elle dokunur bir hafıza albümünü oluşturmak bir anlamda. 

Tekrar şu meşhur “kişisel verilerin korunması” adlı havalı başlığa dönecek olursam, bütün kişisel bilgilerimizin bu kadar kolay ulaşılır olmasında, hafızayı sarsan bir yan var. Hafıza bir türlü mahrem olamıyor.

Mahrem sözcüğünün TDK'ya göre üç farklı anlamı var. Birinci anlam; yakın akraba olması nedeniyle nikâh düşmeyen kişi (uzun bir liste halinde ilgili kişiler tek tek sayılıyor). İkinci anlam; başkalarının duymaması, öğrenmemesi gereken, gizli olan şey. Üçüncü anlamsa sırdaş. Birinin sırrını bilecek kadar ona yakın olan kimse. Mahrem diye belirlediğin bir kişi de olabilir, kişisel arşivin de, evin de. Kendi istediğin zaman ve şartlarda paylaşmayı isteyeceğin ya da hiç açık etmeyeceğin iç kaynağındır mahrem. Oraya yapılan her müdahale de kansız cinayet.

Arşivin açılma süresi dolup da kamuya açılan yazar günlükleri vardır. Kimisinde yazar zaten günlük formatını kendi isteğiyle kullanmış ve yayımlanmasını öngörmüştür. Yazarın bir yakını tarafından düzenlenen ve muhtemelen sansürlenen kayıtlar da mevcut. Bütün bu olasılıklara dair aklıma ilk gelen örnekler eşi Ted Hughes tarafından yayıma hazırlanan ve sonrasında kısaltılmamış, orijinal versiyonuyla da okurla buluşan Sylvia Plath günceleri, Anna Frank’ın babası tarafından sansürlenen ve yine özgün haliyle yayımlanan günlüğü, Nilgün Marmara’nın defterleri, Ingeborg Bachmann-Paul Celan yazışmaları.

 

Korunan ne görülen ne?

 

Devlet Koronavirüs salgınında “Hayat eve sığar” düsturuyla harekete geçtiğinde, insan bir an için sandı ki, eve çekilmenin bir tazmini olacak. Oysa dalga geçer gibi bahşedilen iki kuruş para, destekten çok aşağılanma duygusu yarattı. Ev giderek hapishaneye döndü, günlük akışı bozulan her yaştan insan aynı anda ortak mekân paylaşmanın ve eğitim, iş, evle ilgili belirsizlikle boğuşmanın ağırlığıyla sinir krizleri geçirdi. Hayat sokaklara da sığmadı elbette çünkü sokak artık özgürlük, temas ve değişim anlamlarını çoktan yitirmişti. Bugün halen maskelerin ardından birbirimizle göz göze bile gelmeden sadece zorunlu olan işleri yapmak üzere dışarı çıktığımızda sokağa çıkmadığımızı biliyoruz. Sağlık çalışanları da madalyonun en kara yüzüyle boğuşmaya devam ediyor.

Hatırlayalım, cezaevinden yola çıkmış mektuplar “görüldü” damgasını taşır. Mektubu yazanla aranda gözetleyen bir yabancının olduğunu bilirsin. Genel eziyetin parçasıdır bu uygulama da. Hatta bazen mektubun belli yerlerinde üzerinde “Disiplin Kurulu kararı” yazan yapıştırılmış beyaz kâğıtlar bulunur. En temel insan hakkı olan iki kişi arasındaki özel yazışmanın da elden alındığı, salgın gerekçe gösterilerek görüşlerde ve hastane sevklerinde kasten sorunlar çıkarıldığı zamanlardayız. Ne de olsa sistematik kötülüğün dibi yok. 

Mesajlaşma uygulaması Whatsapp’ın “görüldü” damgası ise mavi tik. Sen istesen de istemesen de o yazışmayı okuduğun karşı tarafa bildiriliyor. Dolaysıyla artık üzerinde “Okudun, biliyorsun, bu bilgiyle ne yapacaksın bakalım?” diye bir baskı oluşuyor. Ama hesapta her şey sağlıklı ve güvenli iletişim için. Yine WhatsApp, gizlilik sözleşmesinde yapacağı veri paylaşımıyla ilgili düzenlemeyi dünya genelindeki büyük tepki üzerine ertelemek durumunda kaldı. “En yeni güncellememizle ilgili çok fazla kafa karışıklığı olduğuna dair birçok insandan geri dönüş aldık. Bu güncelleme, Facebook ile veri paylaşımımızın kapsamını genişletmiyor” diyerek yeni seçeneklerin yürürlüğe gireceği 15 Mayıs'a kadar kullanıcıların kademeli olarak bu değişikliği kendi belirledikleri hızda değerlendirmelerine olanak tanınacağını belirtti. ABD seçimlerini manipüle ettiği belgelenen, ifade özgürlüğünün sınırları konusunda eleştirilen Facebook; siyasilerin ırkçı, yabancı düşmanı, hedef gösterici mesajlarını altına açıklama yazarak bloklayan Twitter; filtreleriyle olmadık yanılsamalar yaratan ama en hakiki görsel kayıtların da paylaşılabildiği Instagram ve sosyal medyanın daha nice kaynağı sundukları olanaklar ve istismara açık alanlar açısından sürekli terazinin iki kefesinde tartılmaya muhtaç. 

Arattığımız konu başlıklarına ve hesabını takip ettiğimiz kişi ve kurumlara göre kişiselleştirilmiş ve bir anda önümüze düşen reklamlara cebren ve hile ile alıştırıldık. Ama ben halen yüz yüze edilen bir sohbet ya da bir yazışma üzerinden birilerine malûm olmuş gibi tam o mesele ya da kişiye dair bir reklam ya da duyuru belirdiğinde ürpermekten alıkoyamıyorum kendimi. 

 

Salgın günlerinde varoluş hakları

 

Kişisel veri ve alanlara dair müdahale, pandemi döneminde bambaşka bir hâl aldı. Bir yandan Koronavirüs için gerekli sıkı bilgi akışı ve ağ zinciri hayat kurtarırken, diğer yandan baskı rejimleri içerisinde bahaneye dönüştürülerek insanın özel hayatına, mahremine ve kişiliğine saldırıya yeni bir zemin hazırladı. Çin bunun en çarpıcı örneği. Wuhan’da Covid 19 virüsünün ortaya çıkışından sonra teknoloji ile insan kaynağının işbirliği sayesinde büyük bir başarıya imza atılarak iki ay içerisinde salgın kontrol altına alındı. Hayri Cem’in T24’te yayımlanan kapsamlı makalesi sürecin aşamalarını tek tek ortaya koyuyor. Buna göre hükümet, tüm vatandaşlara yeni bir kimlik kartı dağıtarak, bu kimlik kartı olmadan mobil sim satın almayı, sosyal medya hesaplarını kullanmayı, ulaşım araçlarına binmeyi ve hatta yiyecek satın almayı engelledi. Renk kodlu bir sağlık derecelendirme sistemi geliştirilerek (yeşil: virüs açısından güvende, sarı: karantina dönemi bitmemiş, kırmızı: virüs taşıyanlar) her vatandaşın sağlık durumu bu renklere göre bir karekod ile cep telefonuna yollandı. Yeşil karekoda sahip olmayan kişiler sokağa çıkamadı. Bina girişinde güvenlik görevlileri bir yandan ateş ölçerken diğer yandan da telefonlardaki karekodları denetledi. Sokaktaki kamera sayısı her köşeyi kapsayacak kadar artırıldı, apartman girişlerindeki kameralara yüz tanıtma zorunluluğu getirdi. Termometreler kızıl ötesi kameralara yerleştirildi.  Yeni telefon kullanıcılarına “yüz tarama” kaydı alınması şartı getirildi. Dronlar, insansız hava araçları, otonom araçlar ve robotlardan yararlanıldı. Çin hükümeti, WeChat isimli sosyal mobil uygulamasındaki bankamatik kartı bilgilerinden de yararlanarak insanların son on dört gün içerisinde nerelere gittiğini, nerelerden alışveriş yaptığını, kimlerle temas ettiğini ortaya çıkardı. 

Ancak bu devasa teknolojinin çok irkiltici bir boyutu da var. Bütün kişisel verilerinizin devletin elinde olması, salgın sonrası dönemde teknolojik bir pranga demek. Hele de koronavirüsü ilk duyuran ve “yanlış yorumlarını” yaymaması konusunda uyarılan doktor Li Wenliang’ın virüsten ölümü, “Korkuyorum çünkü önümde virüs, arkamda Çin polisi var” diyen ve Wuhan hastanelerindeki karantina koğuşlarının, cenazelerin görüntülerini yayınlayan yurttaş gazeteci Chen Qiushi’nin karantina adı altında gözaltına alınışı, bağımsız haber yapan gazeteci ve aktivistlerin sosyal medyadan yok oluşu göz önünde bulundurulduğunda.

Ezcümle, devletler şirketleşir, şirketler devletleşirken, kişisel kayıt ve bilgilerin kullanım şekli, gücü elinde bulunduranların maksadını ekran görüntüsü gibi billurlaştırıyor. Tahakkümün daha hızlı, daha incelikli ve sonsuz teknolojik bir hâl aldığı zamanda kişiliği korumanın, parçalanmamanın da yeni ve yaratıcı yöntemlerini bularak direnmek şart. Aracı değişse de amacı aynı kalan bir niyet bu ne de olsa. 

Salgın bir gün bittiğinde, virüsten daha hızlı yayılmış ve ömre yayılan bir ağır ölüme dönüşmüş bu kayıtlar çöplüğü çırılçıplak karşımızda kalacak. Sesimizi ve iletişimimizi korumaksa bütün diğer siyaset, toplum ve iklim değişimlerinin temelini teşkil edecek. Benliği birtakım kameraların içerisinde kaybolmuş, en gelişkin teknoloji içerisinde sesini duyuramayan ve üretim bandının tıpkısının aynısı nesnelerine dönüşmüş bir insanın kendisi için hatırlanmaya ve kaydedilmeye değer tek bir ânı bile kalmayacak demektir. Oysa bir günlük tutmak, herkesin hakkı. Sadece yazmak ya da sonradan okumak için değil, daha yaşarken kıymeti anlaşılmış biricik deneyimleri çoğaltmak için. İnsan unutulmayacak ve anlamı kendinde saklı kişisel kayıtların toplamından başka ne ki…