Diyarbakır’daki kadın gazeteciler: Baskılara rağmen yılmadık

Bölgede yaşananları duyurmamaları için uygulanan baskılar had safhada. Kadın gazetecilerin cevabı ise örgütlenmek ve dayanışma

ÖZGÜN ÖZÇER

14.03.2018

Diyarbakırlı udi Yervant Bostancı çocukluğunun Hançepek mahallesinde, haylazlıklarıyla, yaramazlıklarıyla nice anılar biriktirdiği evi yeniden görebilmek için can atıyordu. 2004’te Suriçi’nde hayatının ilk dönemini geçirdiği evi 28 yıl sonra ilk kez ziyaret etmeye gittiğinde bir de ne görsün ki…  Hatıralarındaki o sıcak aile evinden geriye üzerinde tek bir taşın bulunmadığı bomboş bir arazi kalmıştı. O gün ona eşlik eden dostu Şeyhmus Diken’in anlatımıyla, yaşadığı şaşkınlık ve üzüntüyle birlikte usulca bir türkü dökülüvermiş Udi Yervant’ın dudaklarından:

Ay lé dilé min, dilé min / Baran é şil kir cilé min / Felek é xira kir mala min.

Nereden bilebilirdi ki, yıllar sonra neredeyse taş üstünde tek bir taşın taş kalmadığı bütün bir mahalle tarafından hep bir ağızdan aynı türkünün söyleneceğini:

Ay gönlüm, gönlüm / Yağmur ıslattı giysilerimi / Felek de yıktı evimi.

Tarihî dokusuyla, kendine özgü mimarisiyle, kültürüyle, çeşitliliğiyle ülkenin en özel mahallelerinden biri artık uçsuz bucaksız ıpıssız bir arsa. Ancak yıkımın faili ise belli. Aylar süren çatışmaların açtığı yaralar bir yana, devletin kamulaştırma kararıyla on binler zorla evlerinden edilerek yaşam alanlarından koparıldı. Bu süreçte ne mahalledeki gelişmeler ne de mahalle sakinlerinin yaşadıkları gerçek anlamda ülkenin gündemine getirilebildi. Oysa bu toplu mülksüzleştirme politikasının günlerce, haftalarca manşetlerden düşmemesi gerekirdi. Kamuoyunda infial ve baskı oluşmadığı bir ortamda da UNESCO, kültürel miras listesinde yer verdiği bir tarihî alanın tahrip edilip yıkılmasını pekâlâ sessizce seyredebildi.

Diyarbakır’da hayat olağan bir şekilde devam ediyor gibi görünebilir ama etkisini belki yıllar sonra anlayacağımız, gazeteciliğin de suç ortağı olduğu ciddi bir kırılma yaşandığı kuşkusuz. Mezopotamya Kadın Gazeteciler Platformu Sözcüsü Ayşe Güney, o dönemde Sur’da yoğun baskılar altında haber yapmaya çalışırken mahallede yaşayan kadınlardan “Çok çaba sarf ettiniz ama yapamadınız, çok azsınız, gösteremediniz herkese” şeklinde tepkiler aldıklarını anlatıyor.

“Çalışan sayısı olarak belki ama toplum açısından az olduğumuza inanmıyorum,” diyor Ayşe. Ancak, seslerini duyuramamanın insanlarda derin bir ümitsizliğe ve küskünlüğe yol açtığını söylüyor. “Bir anne şöyle diyordu ‘Bu Türkler bizi sevmiyor kızım, sen kime göstermeye çalışıyorsun.’ Ben de halk anlamında olmasın diye ‘Anne Türkler değil, Türk devleti’ diyordum. ‘Bak biz neler yaşıyoruz, onlar susuyor’ diyordu. Artık bir yerden sonra ikna edemedim anneyi,” diyor Ayşe. “Neredeyse o beni ikna edecek hâle gelmişti. Çünkü çok içi acımıştı.”

Diyarbakır’dan Hakkâri’ye, Şırnak’tan Van’a kadar tüm bölgede yaşananları görünmesini engellemek için burada çalışan gazetecilerin üzerinde hâlen çok yoğun baskılar uygulanıyor. İstanbul veya Ankara’da yaşananın aksine, bu baskılar OHÂL’in hukuksuzluk ortamında hem iyiden iyiye rutin hâle gelmiş. Ayrıca, gazetecilerin maruz kaldığı baskılar sadece gözaltı ya da tutuklamadan ibaret değil, sansür, tehdit, şantaj, gözdağı ve ekonomik baskı şeklinde de kendini gösteriyor. Böylesine bir ortam karşısında bölgedeki kadın gazeteciler mesleklerini yapmak için mücadele etmekle kalmıyorlar, farklı gazetecilik anlayışı ve kültürü geliştirmenin de yollarını arıyorlar.

“Biz kadın özgürlüğünü konuşuyoruz, sadece cinsiyet eşitliğini değil”

Ayşe’ye göre bölgede kadın gazetecilerin mesleklerini dönüştürmek için arayışa geçmesi ve bunun İstanbul’dan ziyade Diyarbakır’da yapılıyor olması tesadüf değil. “Toplumun dönüşümünü önemsiyorsak, gerçekten hakikatleri ulaştırma kararlılığımız varsa, kadını görünür kılmak istiyorsak, silinmiş, yok edilmiş tarihini yeniden ele alıp yazmak bizim önceliğimiz. Bunun en büyük sancısını biz hissediyoruz. Bu coğrafyada tüm sistemler aynı anda yaşanıyor: feodalizm, kapitalizm… Biz bu kaostan kadın özgürlüğü temelinde bambaşka sistem oluşturmaya çalışıyoruz. Biz kadın özgürlüğünü konuşuyoruz, sadece cinsiyet eşitliğini değil. Onun çok ötesinden bahsediyoruz” diye anlatıyor Ayşe.

Ardından da OHÂL altında kapatılan Türkiye’nin ilk kadın ajansı JINHA’dan örnek veriyor: “JINHA kapandı Şujin oluştu, Şujin kapandı Jin News oluştu yani yeniden kendimizi var edebiliyoruz. Bu büyük sermayemiz olduğundan ya da çok paramız olduğundan değil, bizim özgücümüzün olduğundan. Zorluklar karşısında nasıl ayakta kalabileceğimizi bildiğimizden. Özellikle Kürt kadını direnmeyi biliyor. Çünkü yaşama karşı sürekli direnme söz konusu. Bu yüzden bunun tam da buradan doğması gerekir.”

JINHA ve Gazete Şujin’in küllerinden doğarak kadın odaklı haberciliği bugün de sürdüren Jin News haber sitesi 8 Mart’a sansürlü girdi. O denli ki, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün yanı sıra JINHA’nın 6. kuruluş yılı olmasından dolayı, ajansın takipçileri sitenin içeriğine erişebilsin diye yeni bir adres açtılar. Ancak bu adres de saatler içinde yeniden erişime kapatıldı. Yine de Jin News’ın sansürlenmesine karşı o gün Jin TV yayın hayatına başladı.

Jin News editörü Beritan Elyakut, buldukları yeni formüllerle baskılara rağmen kararlılıklarını gösterdiklerini söylüyor. “Baskıların bizi hâlen yıldıramadığı bir süreç var. Devletin yapmak istediği şuydu: Gözaltılarla bastırıp eve kapatmak ya da baskılar, gözaltılar işe yaramayınca ajansları bütünüyle kapatmak ve işsiz bırakmak. Ama kadınlar olarak hep bir alternatifimizin olduğunu gösterdik ve göstermeye devam ediyoruz,” diye anlatıyor Beritan, bir yandan görüştüğümüz gün savcı tarafından adlî kontrol talebiyle mahkemeye sevk edilen muhabirleri Durket Süren’den haber beklerken. Durket sonunda tutuklanmıyor belki ama hakkında “örgüte finansman sağlamak” ve “örgüt üyeliği” suçlamalarından soruşturma açılarak adlî kontrol hükümleri uygulanıyor.

Özellikle JINHA kapandıktan sonra ajansın gazetecileri zor bir süreçten geçmiş. Beritan o günleri “En acısı aslında JINHA olarak tanınan kimliğimizle kadınlara gittiğimizde ‘artık siz kapandınız, nasıl sesimizi duyuracağız’ diyen kadınlardı. Ve biz onlara ‘siz duyurmaya devam edin, biz de bir şekilde duyuracağız’ dedik” diye anlatıyor. Bunun gibi baskılar aynı zamanda JINHA ve daha sonra Şujin ve Jin News’da kadınların özne kılındığı ve yeni bir dilin kullanıldığı habercilik çalışmalarının yaygınlaştırılmasının sekteye uğratılmasına yol açmış.

“Biz bu haberleri yaparken bütün avukatlarla bir araya geldik, nasıl bir dil kullanabiliriz, sizin bize önerileriniz nelerdir diye. Hattâ o dönem bir sözlük çalışması bile yaptık, ‘basında kadın dili nasıl olmalı’ üzerinden bir sözlük oluşturduk ama o sözlüğü JINHA kapatıldıktan sonra hayata geçirmedik” diyor Beritan. “Belki Jin News bunun bir ayağı olur, bu sözlük çıkar ve tüm basına yayılır.” Benzer şekilde erkek gazetecilerle bir araya gelerek bir eğitim programı yapmayı planlıyorlarmış ama yine koşullar elveremediği için bunu da gerçekleştirememişler.

Buna rağmen, JINHA’nın haberlerinde kullandığı ilkeler zamanla birçok meslektaşlarında farkındalık yaratılmasını sağladı: Haberlerde sadece kadınların sözüne yer verilmesi; kadınlara yönelik şiddet haberlerinde, erkek şiddetine gerekçe sunabilecek detaylara (örneğin şiddetin “boşanmak isteyen eşe karşı” uygulanması gibi) yer verilmemesi; kadın cinayetlerinde, kadının yaşamının bir erkek tarafından elinden alındığını vurgulamak için “öldürüldü” yerine “katledildi” kelimesinin kullanılması; cinsel saldırı haberlerinde saldırıya ilişkin detaylara girilmemesi ve yapılan tüm haberlerde de soyun erkekten geldiği algısını kırmak ve kadını bir özne olarak açığa çıkarmak için kadının kendi isminin kullanılması.

Beritan, yaptıkları haberciliğin kadınlar arasında son derece olumlu bir karşılık bulduğunu ve bunun özellikle haber kaynaklarıyla aralarındaki güven ilişkisine son derece olumlu bir şekilde yansıdığını söylüyor. “Biz aslında şunu fark ettik. Mesela kadınlar da hızlı haber yazıyorlardı ama kadınların hızı şu şekildeydi: ‘Haberin içeriğini en iyi şekilde nasıl verebilirim.’ O titizlikle yaklaşıyorlardı. Alanlara çıktığımızda kadınların şu cümlesiyle karşı karşıya kaldık: Evet biz röportaj veriyorduk ama röportajımız bizden çok bağımsız bir şekilde ele alınıyordu, bizim rengimizi yansıtmıyordu. Sadece teknik olarak bir haber vardı ve o haberde bizim iki cümlemiz vardı. Şimdi baktığımızda arada büyük bir uçurum olduğunu görüyoruz. Biz kendimizi o haberde görüyoruz,” diye anlatıyor Beritan.
 
“Yaşadığımız toplumu açık cezaevine çevirme çabası var”

Bölgedeki gazeteciler için mesleklerini yapmak ise her gün baskılara göğüs germeyi gerektiriyor. JINHA muhabiri Zehra Doğan, propaganda suçlamasıyla 2 yıl 9 ay hüküm almıştı. Zehra aleyhinde adı “delil” konup iddianamede sunulan gerekçeler arasında Nusaybin’de çekilmiş bir fotoğraf üzerinden çizdiği bir resim ve 10 yaşındaki bir çocuğun notlarından bir haberinde paylaştığı şu cümleler gösterilmişti: “Şu anda silah sesleri geliyor. Silah sesleri yoğunlaşınca eve kaçıyoruz. Tanklar gidince yine sokağa çıkıp ses çıkartma eylemi yapıyoruz. Bence biz haklıyız. Biliyorum bir gün sesimiz duyulacak.”

JINHA’nın iki muhabiri, Beritan Canözer ve Aysel Işık da daha önce hapis cezasına çarptırıldı.  “Toplamda 9-10 muhabirimizin açılmış dosyası var” diyor Beritan. “Duygu Erol, Ankara muhabirimiz, gözaltına alındı tehdit edildi. Çok fazla arkadaşımız gözaltına alınıp bırakıldı.”

Ayşe de kolluk kuvvetlerinin gazetecileri sürekli takip ettiğini ve hattâ haber kaynaklarına gözdağı verdiğini anlatıyor: “Amed’de, belki Şırnak, Hakkâri, Siirt’e göre şu aşamada baskının biraz görünürlüğü hafiflemiş gibi olabilir. Ama öyle değil aslında. Üç gün üst üste Sur’a gittiğinizde dördüncü gün hemen takibe alınıp ‘Sen burada ne arıyorsun, ne yapmaya çalışıyorsun, amacın nedir’ gibi bir baskı söz konusu olabiliyor.”

Ayşe, Beritan ve Diyarbakır’da konuştuğum diğer tüm gazeteciler uygulanan baskının yalnızca erişim engellemeleri, KHK ile ajans kapatma, tutuklama ve gözaltıyla sınırlı görülmemesi gerektiğini vurguluyor. Baskı o denli şekillere bürünüyor ki, mesleklerini gündelik olarak yapabilmelerini son derece zorlaştırıyor ve nihayetinde haberleri aktarmalarını önlemeye çalışıyor. Dile getirdikleri baskılardan bazıları şunlar:

Haber kaynaklarına gözdağı: Ayşe, kolluk kuvvetlerinin peşlerinden görüştükleri haber kaynaklarının gözlerini korkutmaya çalıştığını anlatıyor. “Esnafları ziyaret ediyorsun, durumlarını soruyorsun, arkandan ‘Bunlara konuşmayın, konuşursanız şöyle olur, böyle olur’ gibi haber kaynaklarımıza baskı uygulanıyor,” diyor: “Selam verdiğimiz insanlara bile ‘sen neden onunla konuşuyorsun, ona ne söyledin, ne bilgiyi verdin, burada olup bitenleri kesinlikle anlatmayacaksınız’ gibi çok ciddi bir baskı söz konusu halk üzerinde.”

Kolluk kuvvetleri tarafından yönlendirmeyle tehdit: Zaman zaman tehdit alabildiklerini söyleyen Beritan, Gazete Şujin döneminde Batman’da fuhuşa zorlanan çocuklarla ilgili yayınladıkları haberin ardından, Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde de bir çocuk istismarı olayını ortaya çıkarmalarının üzerine telefonlar almaya başladıklarını anlattı. “Ajans arandı, muhabirler aranmaya başlandı. Birebir tehdit ediliyorduk aslında. Bizi arayanlar şunu söylüyordu: ‘Emniyet bizi aradı bizimle görüşmek istedi. Biz de Emniyet’e gittik.’ Aslında habere dair bilgileri yok. Emniyet’ten özel olarak aranıyorlar. Emniyet’e gittiklerinde onlara ‘Gazete Şujin diye bir gazete var, internet haberciliği yapıyor. Bunlar sizin hakkında birebir beyanda bulunmuş. Siz de arayın onları, artık gereğini siz yapın. Biz karışmayacağız’ deniyor.”

Atanan kayyumlar tarafından abonmanlık iptalleri: Bölgedeki haber ajanslarının en önemli gelir kaynağı HDP tarafından yönetilen belediyelerinin ve belediyeye bağlı kurumların abonmanlıklarıydı. Ancak, HDP tarafından yönetilen belediyelerin nerdeyse tamamına kayyumların atanması sonucu bu gelirlerden mahrum kalan ajanslar büyük ekonomik zorluklarla karşı karşıya kaldı. Beritan, kadın eşbaşkanların belediyelerin JINHA’ya abone olmasını teşvik ettiğini söylüyor.

Haber kaynaklarının azalması: Kayyumlar ayrıca haber kaynaklarının da ciddi oranda azalmasına yol açmış. Bu durumun kısıtlayıcı etkisi sadece kadının sözünü kullanan JINHA için çok daha fazla oldu. Çünkü kayyum, o görevlere bir o kadar erkeğin atanması da demek. “Eşbaşkanlığın şöyle bir avantajı vardı: Her kuruma gittiğimizde karşımıza bir erkek figürü de çıkarılıp her söz ondan çıkacak, ondan röportaj almak zorundaymışız gibi bir algı vardı,” diye anlatıyor Beritan. “Eşbaşkanlık bize şunu getirdi: Erkek eşbaşkan genel röportajlar verirken, kadın eşbaşkanın önceliği JINHA idi. O erkekleştirilen alanda bir kadının sesi vardı ve o da eşbaşkan. O noktada bize çok getirisi oldu ama kayyumların atanması, kadın politikalarının kapanması ajansı bütünüyle ekonomik olarak da haber kaynağı olarak da bir erimeye götürdü.”

GBT sorgularında sözlü taciz ve tehditler: Tüm bölgede, özellikle kent merkezleri ve ilçeler, ilçeler ve köyler arasında yapılan kontrollerde gazeteciler sürekli olarak çok ciddi tacizlere uğruyor. “Mesela bir Şırnak’ı ele alırsak muhabir arkadaşlarımızın normal rutin bir haberi takip esnasında bile çok defasında ya GBT sorgularında ya sözlü tacizlere ya da tehditlere maruz kalıyorlar,” diyor Ayşe. “Orada halka dönük bir baskı söz konusu, bu gazeteci arkadaşlarımıza kat be kat artıyor, kadın gazeteci arkadaşlarımız tek başına gezmekten çok imtina ediyor. Mahallelere, köylere gitmekten imtina ediyor. Çünkü tehdit altında, bunun içerisinde kaçırılmaktan tacizine, tecavüzüne kadar birçok şey var tehditle. Belki şu an sözlüsünü yaşıyoruz ama ciddi anlamda gözdağı oluşturulmaya çalışılıyor.”

Sıradan bir GBT sonucu dosya açılması ve adlî kontrol uygulanması: Ayşe, hakkında soruşturma açılan çok sayıda Kürt gazetecinin maruz kaldığı adlî kontrol hükümlerinin de bir tür tutsaklık olduğunu vurguluyor:Tüm arkadaşlarımız ya çoğu cezaevinde kalmış çıkmış ya da şu an hepsinin imzası var. Bu da bir şehir cezasıdır, şehirde hapsetmektir. Mesela bir gazetecinin serbest dolaşabilmesi gerekir mesleği gereği. Ama haftada üç gün imza vermesi gereken arkadaşlar var. Hemen hemen hepimize yurt dışı yasağı var. Bunlar basit sıradan GBT’ler sonucu alınan gözaltılarla oluşuyor ve somut hiçbir delile dayanmıyor. Yol kontrolü sırasında bir gözaltı yaşıyoruz, Durket’e olduğu gibi. Gözaltına alındıktan sonra da haftada 2-3 gün hattâ 5 gün imza veren arkadaşımız var. Mesleğimizi yerine getiremiyoruz. Yaşadığımız toplumu açık cezaevine çevirme çabası var.”

– Telefonlarının sürekli dinlenmesi: Son olarak, Mezopotamya Ajansı muhabiri Seda Taşkın hakkında hazırlanan iddianameden de görüleceği üzere, polis bölgede çalışan gazetecilerin dosyalarına sıkça dinlemelerle elde ettikleri bazı telefon görüşmelerini ekliyor. Taşkın’ın HDP Van Milletvekili Bedia Özgökçe ile OHÂL ve kadına şiddet üzerine yaptığı haber içerikli bir telefon görüşmesinin “suç delili” olarak kullanılması gibi, telefon konuşmaları cımbızlanarak veya manipüle edilerek suçlama üretilmeye çalışılıyor.
 
Ülkedeki kadın gazetecilere dayanışma çağrısı

Kadın gazeteciler, bu baskılara karşı ortak mücadele edebilmek için geçtiğimiz yıl 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü gününde Mezopotamya Kadın Gazeteciler Platformu’nu kurdu. “Ancak bir arada olabilirsek bir güç olabileceğimizi yoksa sadece bireysel kuruluşlarda çalışarak bir güç olmanın mümkün olmadığını fark ettik,” diyor Ayşe platformun oluşumuna ilişkin. Platform kuruluşundan bu yana işsiz kalan gazetecilere istihdam sağlamaktan dava ve diğer baskılara karşı ortak bir ses oluşturmaya kadar pek çok misyonu yerine getiriyor.

Ayşe, oluşturmaya çalıştıkları bu dayanışma zincirinin tüm ülkeye yayılmasını arzuladıklarını söylüyor: “Bölgenin dışında, Batı’da çalışma yürüten özellikle kadın gazeteci arkadaşlarımıza bir çağrımız olsun istiyoruz: Biz dayanışmak istiyoruz, birlikte hareket etmek istiyoruz. Kadının sesini ortaklaştırmak istiyoruz. Kadın gazeteciyiz ve temel hedeflerimiz var. O yüzden de tüm duyarlı kadın gazeteci arkadaşlarımıza bizimle ortaklaşma ve dayanışma içerisinde olmalarını istiyoruz. Ancak böyle bu süreci daha kolay atlatabiliriz. Topluma bizler üzerinden bazı sesler ulaşabilir. Biz de bunu birlikte ortak örebilirsek daha çok kesime ulaştırabiliriz. Ayrıca tüm tutuklu gazeteci arkadaşlarla da dayanışmaya çağırıyoruz. Neredeyse davası, dosyası olmayan arkadaşımız yok.”

Sadece bölgede değil, ülkede hakikate kıymet veren ve mesleğini hakikati ortaya çıkarmaya adayan tüm gazetecilerin baskılardan nasibini aldığını vurgulayarak, ekliyor: “Ağırlaştırılmış müebbet cezası alan gazeteciler var. Onlarla farklı düşünebiliriz ama bu insanlar bu cezayı gazetecilik mesleğinden kaynaklı aldı. Bunun karşısında birlikte mücadele etmek lâzım. Artık hep Kürtlere olmuyor, hepimize oluyor. Şöyle bir sözü var Kürtlerin: ‘Komşunun evi yandığında su döküp söndürmezsen, o ateş senin evine de sıçrar’. Bu yangın söndürülmedi ve bütün Türkiye’yi yakıyor. Şimdi birlikte olma zamanı, birlikte hareket etmem zamanı.”