Döngüler

Adınla Çağır Beni ve Bul Beni, beni son zamanlarda heyecanlandıran, içinden çıkmak istemediğim tek hikâye oldu.

KARİN KARAKAŞLI

20.10.2020

Adınla Çağır Beni ve Bul Beni’de son durağım döngüler. Böylece tamamlamak istiyorum, tam da bu iki kitabın yaptığı üzere dairesel zamanda başladığım yerde noktalanarak. Ya da kahve falı bakarken fincanı ekseninde usul usul çevirerek. Hayatın çember zamanına selam ederek.

Edebiyat dilinde suyun akışına benzer bir yapı ve müziğin değişken ritmini yakalayan André Aciman, ilk kitapta özellikle Elio karakterinin piyano eğitimi üzerinden müziği edebiyatın eşlikçisi haline getirmişti. Bul Beni’de ise müzik adeta gizli bir karakter hatta oyun kurucu olarak döngülerin başrolünde. Bizzat romanın kurgusu müziğe atıfta bulunuyor. Zira, döngüler de esas olarak ikinci kitapta tamamlanıyor.

Adınla Çağır Beni’nin piyanolu baştan çıkarma sahnesi bu açıdan değinilmesi gereken bir eşik. Elio gitarda çaldığı Bach’ın bir melodisini beğenip tekrarlamasını isteyen Oliver’ı etkilemek için piyanonun başına oturunca aynı melodiyi Liszt ve Busoni yorumlarıyla çalar. Oliver bir yandan bu sanatsal gösteriye, Elio’nun gencecik yaşıyla tezat oluşturan birikimine hayran kalırken diğer yandan da asıl içine işleyen melodiyi bir türlü yakalayamamanın sabırsızlığıyla “Sen Bach’ı Bach’ın yazdığı gibi çalamaz mısın?” diye sorar. Sonrasındaki diyalog ve Elio’nun bizimle paylaştığı iç sesi, itiraf edilmemiş gerçeklerinin ta kendisidir: 

“ ‘Ama Bach bunu gitar için yazmamış ki. Klavsen için bile yazmamıştır belki. Aslında, bunun Bach’a ait olduğundan bile emin olamayız.’

‘Sormadım say.’

‘Tamam, tamam. Bu kadar kızmaya gerek yok,’ dedim. Bu kez, istemeye istemeye alttan alıyormuş gibi yapma sırası bendeydi. ‘Bu, benim tarafımdan, Busoni ya da Liszt’i katmadan uyarlanmış Bach’tır. Bach’ın çok gençliğinden kalmadır ve ağabeyine ithaf edilmiştir.’

Daha ilk çaldığımda, parçadaki hangi melodinin içini kıpırdattığını tam olarak biliyordum ve her çalışımda o melodiyi ona küçük bir armağan olarak gönderiyordum; çünkü fark etmek için deha gerektirmeyen ve bende uzun bir kadans ekleme ihtiyacı doğuran, içimdeki çok güzel bir şeyin hatırası olarak aslında ona adanmıştı. Sadece onun için. Biz –ve o bunun belirtilerini benden çok önce fark etmiş olsa gerekti-flört ediyorduk.” 

Saklı kalanın müzik aracılığıyla söylendiği ve anlaşıldığı andır bu. Aşkın örüldüğü, bağın tescillendiği ve anının kaydedildiği zaman. Gizli bir dehliz inşaatı. Oliver birinci tekil şahıs üzerinden bize dünyasını açtığı tek yer olan Bul Beni romanında döngüyü tam yirmi yıl sonra tamamlar. Eşiyle misafir öğretim üyesi olarak geldiği şehirden ayrılırken verdiği veda partisinde tuhaf bir şekilde ilgi duyduğu meslektaşı Paul aynı melodiyi çaldığında işte tam bu temelden sarsılır. Kuytularında sakladığı dehlizden:

“ ‘Bach’ın yazdığı bir parça, ‘Sevgili Kardeşinin Gidişi Üzerine’. Sen de gidiyorsun, yani anlamlı oldu. İstersen senin için bir daha çalabilirim.’ Böylece ariosoyu bir daha çaldı. Bu sefer benim için çalıyordu, herkes de benim için çaldığını görüyordu, kalbimi kıran şey ise Paul’un da şüphesiz farkında olduğu gerçekti –vedaların ve gidişlerin en kötü yanı birbirimizi büyük olasılıkla bir daha hiç görmeyecek oluşumuzda yatıyordu. Ama Paul’un farkında olmadığı, farkında olamadığı şey bunun yirmi küsur yıl önce, giden yine benken çalındığını duyduğum arioso olduğuydu.

Piyano çalışını dinliyor musun? diye sordum o an aramızda olmayan ama benim yanımdan asla ayrılmayan kişiye.

Dinliyorum.

Biliyorsun, bunca yıldır debelendiğimi gerçekten biliyorsun.

Biliyorum. Ama ben de debeleniyorum.

Benim için ne güzel müzikler çalardın.

İçimden gelirdi.

Demek unutmadın.

Tabii ki unutmadım. 

Senin için bir daha çalabilirim. Yirmi yıl önce biri bana benzer bir şey söylemişti: Bu da benim Bach yorumum.

Mekânların gör dediği

Her iki romanda müzik kadar yer tutan bir diğer unsur mekânlar. Kuzey İtalya’da B. şehrindeki villa Elio’nun ilk aşkı eşliğinde ergenlikten yetişkinliğe geçişine tanıklık eder. Rüzgârla çarpan kapılar, cırcır böcekleri, yüzyıllık ağaçlar, dere, Oliver uzandığı için “cennetlik” adını alan evin taş havuzu, Ancise’nin bakımıyla ilgilendiği bahçe, evin emektar hizmetlisi Mafalda’nın yıkadığı çamaşırların ve mutfakta pişen hamur işlerinin kokusu, anıların hammaddesi olarak hafızadaki yerini alır. Elio’nun hafızası esasen bir auranın dökümüdür. Bul Beni’de Oliver’ı okuduğumuzda bu kayıt tutuculuğun sadece Elio ile sınırlı olmadığını Oliver’ın da villayı nice ayrıntısıyla içine nakşettiğini ve aşkından ayırmadan hatırladığını görürüz. 

İskenderiye, Mısır doğumlu bir Sefarad Yahudisi  olan André Aciman, Bul Beni’nin özlemle beklenen âşıklar buluşması için yine bir ters köşe yaratarak doğup büyüdüğü şehre selam çakar. Artık eninden boyundan çekmiş gibi görünen ve aradan geçen yılların izlerini taşıyan villada yan yana getirdiği sevgilileri bir Akdeniz seyahatine çıkartarak İskenderiye’yle yüzleştirir. Şair Kavafis’in evinde Elio’nun hissettikleri bir anlamda Adınla Çağır Beni’de ‘hayalet yerler’ diyerek Oliver’ın artık olmadığı ama yokluğu ile her köşesini doldurduğu o villada yaşadıklarının ifadesidir.

“Kavafis’in şimdi dandik bir müzeye dönüştürülmüş dairesi açık pencerelere rağmen basık ve boğucuydu. Mahallenin de basık bir havası vardı. İçerisi epey loştu ve sokaktan gelen tek tük ses haricinde muhtemelen terk edilmiş bir depodan toplanmış seyrek, eski eşyaya ölümcül bir sessizlik çökmüştü. Yine de daire bana şairin en sevdiğim şiirlerinden birini hatırlattı, gençlik günlerinde âşığıyla birlikte uyuduğu yatağa öğleden sonra düşen ışık huzmesiyle ilgili şiirini. Şimdi, şair aynı yeri yıllar sonra ziyaret ettiğinde mobilyaları gitmiş, yatağı gitmiş, daireyi de bir ofise dönüşmüş buluyor. Ama bir zamanlar yatağın üstüne düşen huzme onu terk etmiyor, sonsuza dek anılarında yaşıyor. Âşığı bir hafta içinde döneceğini söylemiş ama hiç dönmemiş. Şairin hüznünü paylaşıyorum. İnsan zor toparlanıyor.”

Yarım kalmayalım

Döngünün temel dinamiğiyse tamamlanma ihtiyacı. Bul Beni bu anlamda döngüye içkin bu özelliği farklı hikâyelerle kerelerce karşımıza çıkarıyor. Elio’ya bir kez daha aşkı ve dolayısıyla derinlere gömdüğü Oliver’ı hatırlatan Michel, kendi babasının hikâyesini ve oğluyla kuramadığı yakınlığı Elio’da tamamlamak ister. Bu anlamda döngü hem vasiyet hem gelecek planıdır. Michel döngüyü tamamlamak üzere müziği imdadına çağırır. Ya da müzik bir kez daha döngünün hizmetine girer. Michel, bilinmeyen bir sebeple piyanistlik kariyerini aniden noktalayarak avukat olan babasının onu anlayacak birine vermek üzere kendisine miras bıraktığı partisyonu Elio’ya verir. Elio’ya emanet edilen aslında başlı başına bir hikâyedir. Çünkü baba Adrien’a ithaf edilmiş Léon imzalı kişinin kimliği kadar, bu hediyenin ardındaki anılar da sırdır. Elio, ilk bakışta bilindik belli parçalardan aşırılmış bölümler içerdiğini düşündüğü partisyonla zaman geçirdikçe, melodinin, içerisinde İbranice bir dua da barındıran çok özgün bir kolaj olduğunu keşfeder. Michel’in babasının piyanoyu bırakmasıyla bu esrarengiz emanet arasında besbelli bir bağlantı vardır. Elio; bu telaşla, besbelli ezberden, titrek bir el yazısıyla eldeki belki de tek kâğıda sıkıştırılarak yazılmış partisyonun ardındaki Léon’u bulmaya girişir. Michel’in babası gençken eve uğrayan Yahudi bir Léon vardır ama ona dair bilgiler çoktan emekli olup evden ayrılmış bir hizmetkârın silik hatırasından ibarettir. O Léon ile babasının Michel’i götürdüğü ve Michel’in de yıllar sonra Elio ile tanıştığı kilise konserindeki yaşlı dörtlü arasındaki bağı keşfettiğinde, aslan anlamındaki Yahudi adı Ariel’i Léon yapmış ama kaderi hoyrat bir dönemde çizilmiş bu insanın hayatını içgüdüleriyle hepimiz için çizer. Partisyon artık Elio’yla adeta konuşmaya başlamıştır. 

“Ariel’i düşündüm. Bestesi genç bir piyaniste yazdığı aşk mektubuydu, gizli mektubu. Benim için çal. Benim için Kadiş de. Melodiyi hatırlıyor musun? Burada saklı, Beethoven’in altında, Mozart’ın yanında, bul beni. Yahudi Léon’un kadansını ne korkunç, tahayyül edilemez şartlar altında kaleme aldığını kim bilirdi, sadece, Seni düşünüyorum. Seni seviyorum, çal, demek için.

Yaşlı Yahudi Ariel’i hayal ettim, istenmediğini bildiği halde Adrien’ın evine geliyordu; sığınak arayan ama kapı suratına çarpılan, belki daha da kötüsü baba, anne ya da anne babanın da onayıyla hizmetçiler tarafından ihbar edilen Ariel’i. Ariel’in Portekiz’e ya da İngiltere’ye kaçmaya çalıştığını hayal ettim, belki çok daha korkunç bir şekilde Fransız Milice tarafından tutuklanmıştı, genç yaşlı demeden tüm Yahudilerin gecenin bir yarısı evlerinden sürüklenip sıkış tıkış kamyonlara yüklendiği şu korkunç baskınlardan birinde. Sonra Ariel’in bir yerlerde gizlendiğini, Ariel’in hayvan vagonuna bindiğini, son olarak da Ariel’in kemanından ayrılmak istemediği için ölümüne dövüldüğünü hayal ettim; o keman şimdi muhtemelen bir Alman evinde, sahibi bir kampta yok olduktan sonra çalınmış bir enstrüman olduğunu belki de bilmeyen bir ailede. Michel’in babası acaba Ariel’i kurtarmaya çalışmadığı için kefaret mi ödüyordu? Sana ve sevdiklerine bir sığınak sunamadığım için bir daha asla piyano çalmayacağım. Ya da: Sana yapılanlardan sonra benim için müzik bitmiştir. Yaşlı adamın yakarışını duyabiliyordum: Ama çalmak zorundasın. Beni seviyorsan asla durma, en azından bunu çal.

Michel ise bu parça ekseninde döngünün yapısını ve hayatın anlamı dediğimiz şeyin nasıl da sonraki kuşaklara tamamlayacakları, eksik parçasını bulup resmin bütününü ortaya çıkaracakları bir yap-boz gibi devredildiğini görür. Elio tam da bunu yapmıştır. Aşktan umudu kestiği bir yaşta Elio’da bulduğu bu taze, bu yoğun bağ hem babasının hikâyesini hem kendi hayalini hem de oğluyla kuramadığı bağı kapsar. O coşkuyla anlatır düşüncelerini: “Yarın ne yapacağımızı çok iyi biliyorum. Şehre döneceğiz, ben babam gibi olacağım, sen de benim o yıllarda olduğum genç adam ya da hiç görmediğim oğlum gibi, sonra birlikte oturup Florian Dörtlüsü’nü dinleyeceğiz, belki babamın o senin yaşındayken, Léon da benim yaşımdayken yaptığı gibi. Biliyor musun, hayat aslında nihayetinde hiç de özgün değil. Esrarengiz bir şekilde bizlere hatırlatıyor ki Tanrı olmasa bile kaderin kartları dağıtışında geri dönülüp bakıldığında fark edilen muazzam bir ahenk var. Bize elli iki kart dağıtmıyor, diyelim ki dört-beş tane dağıtıyor ve bunlar babalarımızın, dedelerimizin, büyük dedelerimizin oynadığı kartların aynıları. Epey aşınmış ve katlanmış görünüyorlar. Diziliş seçenekleri sınırlı: Kartlar bir noktada tekrar etmeye başlayacak, nadiren aynı sırada ama her zaman esrarengiz bir şekilde tanıdık gelen bir döngüde. Bazen son kart hayatı biten kişi tarafından oynanmıyor bile. Kader bizim hayatın sonu saydığımız şeye her zaman saygı duymuyor. Son kartını senden sonra gelene veriyor. Bence bu yüzden tüm hayatlar yarım kalmaya mahkûm. Hepimizin kabul etmesi gereken acı verici gerçek bu. Sona varıyoruz ama hayatımız bitmemiş oluyor, hem de hiç! Daha yeni başladığımız projeler, çözülmemiş ve ortalığa saçılmış konular oluyor. Yaşamak, kursağında pişmanlıklarla ölmek anlamına geliyor. Fransız şairin dediği gibi, Le temps d’appendre à vivre il est déjà trop tard, yaşamayı öğrendiğimizde çok geç kalmış oluyoruz. Yine de başkalarının hayatlarının tamamlayacak, onların açık bıraktığı hesap defterini kapatıp son kartlarını onlar adına oynayacak bir noktada durduğumuzu bilmek insana az da olsa neşe katıyor. Hayatını tamamlama, bitirme görevinin hep başka birine kalacağını bilmekten daha tatmin edici bir şey olabilir mi? Sevdiğimiz ve bizi yeterince seven birine. Benim durumumda bu kişinin sen olacağını düşünmek istiyorum, o sırada artık birlikte olmasak bile. Gözlerimi kimin yumacağını şimdiden bilmek gibi bu. Sen ol istiyorum Elio.’

Elio’nun bu itirafla gözünün önüne gelen kişi Oliver olur. Dolayısıyla bu an; Oliver’a duyduğu, zaman zaman uyur gibi yapan ama anılara kayıtlı esrikliğini hiç kaybetmemiş o aşkın teyit anıdır. Bu partisyonun hikâyesini sahiplenirken, döngünün doğası gereği partisyonu tam da Michel’in istediği üzere dünyanın farklı yerlerinde çalacağını ama en çok da Oliver’a adayacağını içten içe bilir. Biz de biliriz. Ölümü de anlamlandıran aşktır nihayetinde.

“Bir an, tam Michel’in konuşmasını dinlerken bu gezegende gözlerimi yummasını isteyeceğim tek bir kişi olduğunu fark ettim. Onun da yıllarca konuşmasak bile avucunu gözlerimin üstünde gezdirmek için dünyaları aşıp geleceğini umuyordum, tıpkı benim de onun için yapacağım gibi.”

Bul Beni’deki bu bölüm Adımla Çağır Beni’de on yedi yaşındaki Elio’nun Oliver’a duyduğu aşkla keşfettiği benlik ve bütünlük hissine geri götürür bizi. Bu eski bölümle birlikte okuyunca döngünün katmanları içerisinde nasıl bir tamamlanışa gittiği daha iyi anlaşılır.

“Kutsal Kitap’ta, Yakup’un Rachel’dan su istediği ve Rachel’ın kehanetlerini duyunca, ellerini göğe kaldırıp kuyunun dibindeki toprağı öptüğü sahneyi hatırladım. Ben Yahudi’ydim, Celan Yahudi’ydi, Oliver Yahudi’ydi; biz, normalde kafa karıştıran yabancılarla dolu, zalim, acımasız dünyanın birdenbire bittiği, kimse hakkında yanılmadığımız ve kimsenin bizim hakkımızda yanlış bir hükme kapılmadığı, herkesin bir diğerini tanıdığı, hem de tümüyle tanıdığı ve böyle bir yakınlıktan kaçınmanın, sürgün ve dışlanmak anlamındaki İbranice bir sözcük olan galut olduğunu bildiği bir yarı gettoda, yarı vahadaydık. Oliver benim vatanım, yani vatana dönüşüm müydü? Sen benim vatana dönüşümsün. Seninle birlikteyken ve biz beraberken isteyeceğim başka hiçbir şey yok. Sen beni kimsem o, yani sen benimleyken olduğum kişi yapıyorsun Oliver. Dünyada tek bir gerçek varsa o da seninle birlikteliğimdedir ve bir gün sana kendi gerçeğimi söyleme cesaretini bulursam, şükretmek için Roma’daki tüm sunaklara birer mum yakmamı hatırlat bana.” 

Zamana meydan okuma

Zamanın döngüsünü aşktan daha keskin hissettiren bir şey yok. Adınla Çağır Beni’de genç Elio, Oliver’a ilk kez aşkını ilan ettikten sonra Birinci Dünya Savaşı’ndaki Piave Muharebesi’nde şehit düşmüş gençler için yapılmış savaş anıtına doğru yürürken, yüz yıl sonra o kimselerin hatırlamadığı gençlerle, aşkı için verdiği muharebede ölmüş hissettiği benliği arasında iç acıtıcı bir benzerlik bulur. O günün gecesi ödeşme zamanıdır. “…uyumaya çalışırken, Piave savaş anıtının, bisikletlerle korku ve utanç içinde tepeye çıkışımızın ve bana sıkıntı veren daha kim bilir nelerin ortasında bir yerlerde kaybolup giden piazetta’daki olay sanki çok yazlar ve yüzyıllar öncesinden benliğime geri dönüyordu; sanki piazetta’ya bisikletimle, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, küçük bir çocukken gitmiş ve doksan yaşında, sakat bir asker olarak geri dönmüş, bu odada kapalı kalmıştım; burası benim odam bile değildi, çünkü benim odam, gözümün ışığı olan genç bir adama verilmişti.”

Bu arada Oliver da yirmi yıl sonra Elio ile eşzamanlı olarak ama onun deneyiminden bihaber bir yüzleşme gecesi yaşar. Tam da Michel’in gelecek kuşaklara emanet yarım kalmış hayatlar tezine uygun olarak hem de: “Şimdi hayranlıkla manzaraya bakar ve akıntıya karşı sessizce süzülen iki römorkörü seyrederken elli yıl sonra bir gün bir başkasının kuşkusuz tam da bu balkona çıkıp tam da bu noktada durarak bu manzaraya hayranlıkla bakacağını, zihninin benzer konularla meşgul olacağını ama bu kişinin ben olmayacağımı düşündüm. On sekizinde mi olacaktı, sekseninde mi, yoksa benim yaşımda mı olacaktı, benim gibi eskide kalmış tek gerçek aşkının özlemiyle mi dolu olacaktı hâlâ; elli yıl önce tıpkı benim bu akşam yaptığım gibi sevdiği birini özleyen ama aklına getirmemeye çalışan bir yabancıyı düşünmemeye mi çalışacaktı; ben de bunca yıl sonra aklıma getirmemeye çalışıyor ama başaramıyordum… Her şey bir perdeydi, hayatın kendisi dikkat dağıtıcı bir araçtı. Şimdi önemli olan tek şey yaşanmayandı.”

Oliver bu yaşanmayanı ölümle eşdeğer tutar. Ölüm bu anlamda hakkı verilmemiş bir hayattır. Misafir öğretim görevlisi olarak bir yıllığına geldiği ve yine eşiyle birlikte o bildik yirmi yıllık evine, eski hayatına döneceği günün arifesinde aklına gelen anı bu açıdan çok anlamlıdır.

“Birkaç gün önce koli ve bant alırken sokağın karşısında tanıdık birini gördüğümü hatırladım. Ona el salladım ama bana geri el sallamadan yürümeye devam etti, oysa beni gördüğünü düşünmüştüm. Belki bana dargındı. Ama neden dargındı? Birkaç dakika sonra bölümden birinin kitapçıya gittiğini gördüm. Kaldırımdaki meyve arabalarından birinin önünde karşılaştık ama benden taraf bakmasına rağmen bana geri gülümsemedi. Bir süre sonra binamdan bir komşuyu gördüm kaldırımda, normalde asansörde selamlaşırdık ama ona selam verdiğimde ne bir şey dedi ne de başını salladı. Birden bunun tek bir açıklaması olabileceğini fark ettim, ölmüştüm ve ölüm böyle bir şeydi: Siz insanları görüyordunuz ama insanlar sizi göremiyordu, daha da kötüsü öldüğünüz anda olduğunuz –mukavva kutu alan- kişi olarak kalıyor, olabileceğiniz kişiye, aslında gerçekten olduğunuzu bildiğiniz kişiye asla dönüşmüyor, hayatınızı altüst eden o tek bir hatayı aska gideremiyordunuz, artık son yaptığınız aptalca şeyleri sonsuza dek yapmak, sonsuza dek mukavva kutu ile koli bandı almak zorundaydınız. Kırk dört yaşındaydım. Çoktan ölmüştüm; oysa ölmek için genç, çok gençtim.” 

Birinin geçmişini kapsamak

Öte yandan Elio ve olgun sevgilisi Michel gibi Elio’nun babası Samuel’le yaş farklı bir aşka dalan Miranda da çemberin farklı bir noktasından hareket ederek Samuel’in gençlik yılları Roma’sına nüfuz etmek, gençlik anılarına karışmak ister. Elio ve Samuel’in kendileri için anılardan dolayı önemli olan ve mâbet adını verdikleri yerleri ziyaretlerine öykünerek Samuel’in bir zamanlar yaşadığı apartmanı ve o yılların Samuel’ini bağrına basar. Birinde kendini kaybetmek değildir bu. Yazarın da karakterleri aracılığıyla vurguladığı üzere onda kaybolurken kendini bulmak, hemhâl oluşta varlığının biricikliğini, yalansız riyasız özünü anlamaktır. Aşk bu açıdan insanın kendi ruhunu çırılçıplak görmesi ve hiç olmadığı kadar derinden tanımasıdır. Samuel ve Miranda’nın apartman kapısındaki konuşması sanki en çok bunu anlatır:

 “ ‘Roma’ya her gelişimde aynı otelde kalıyorsam bu binaya birkaç mesafede olduğu içindir,’ dedim, yıllardır değiştirilmediği ve temizlenmediği belli olan üst kat penceresine işaret ederek. ‘Burada öylesine durmayı çok seviyorum. O zaman hâlâ üst katta Eski Yunanca bir şeyler okuyormuşum, hâlâ öğrencilerin kâğıtlarını puanlıyormuşum gibi hissediyorum. Yemek pişirmeyi burada öğrendim. Düğme dikmeyi bile burada öğrendim. Kendi yoğurdumu yapmayı, kendi ekmeğimi yapmayı. Yi Çing’i. İlk evcil hayvanıma burada sahip oldum; alt kattaki yaşlı Fransız kadın kedisini artık istemiyordu ve kedi beni seviyordu. Yukarıda yaşayan o genç adama imreniyorum, burada çok da mutlu olmamasına rağmen. Akşamleyin hava karardığında dönüp daireyi seyretmeyi seviyorum. Ama eski pencerelerimden birinde ışık yanarsa kalbim parçalanıyor.’ 

‘Neden?’

‘Çünkü büyük olasılıkla bir yanımla hâlâ zamanı geri getirmek istiyorum. Ya da yola devam ettiğimi tam kabullenemedim; tabii gerçekten yola devam ettiysem. Belki de tek istediğim o kişiyle tekrar bağ kurabilmek; eskiden olduğum, izini yitirdiğim, hatta başka yere taşındıktan sonra sırtımı döndüğüm kişiyle. Bir daha asla o günlerdeki kişi olmak istemeyebilirim ama onu tekrar görmek istiyorum, sadece birkaç dakikalığına, henüz tanışmadığı eşini terk etmemiş ve bir gün baba olacağı aklı hayaline gelmeyecek bu kişi kimdi, anlamak için. Yukarıdaki genç adam bunların hiçbirini bilmiyor ve bir yanım ona yaşanacakları anlatmak, hâlâ hayatta olduğumu söylemek istiyor, değişmediğimi, şu an dışarıda durduğumu…’ 

‘…benimle birlikte,’ diye araya girdi. ‘Belki selam vermeye yukarı çıkabiliriz. Onunla tanışmak için sabırsızlanıyorum.’”

Eşyaların hatrı

Aciman, aşkta ve anılarda hatrı olan eşyalar üzerinden de döngüler kurar. Bize kendi sakladığımız, öldükten sonra bulunduğunda başkalarına hiçbir şey ifade etmeyecek denli kendi iç hikâyesiyle anlam kazanan hatıra eşyalarımızı düşündürerek, kalkıp gece vakti onları tek tek ortaya dökme isteği ve ihtiyacı hissettirecek kadar hem de. Elio on beş yıl sonra Oliver’ı çalıştığı üniversitede sürpriz bir şekilde ziyaret ettiğinde o eşyalardan biri olan eski kartpostal tekrar karşısına çıkar. Adınla Çağır Beni’de ayrıldıktan sonraki ilk telefon konuşmasında Oliver odadan bir şey aldığını itiraf etmiştir.

“Telefon konuşmamızdan sonra yaptığım ilk şey, odama çıkıp, onun beni hatırlatacak neyi alıp götürdüğüne bakmaktı. Sonra, duvardaki sararmamış, soluk renkli kısmı gördüm. İlahi Oliver. Monet’nin taraçasının 1905 falan tarihli, çerçevelenmiş eski bir kartpostalını götürmüştü. Daha önce bizde kalmış Amerikalı yaz konuklarımızdan biri iki yıl önce bunu Paris’te bir bitpazarında bulmuş ve bana hatıra olarak göndermişti. Rengi solmuş renkli kartpostal, ilk olarak 1914’te postalanmıştı; arkasında, İngiltere’deki bir doktora, aceleyle karalanmış, koyu kahverengi mürekkeple birkaç Almanca sözcük vardı ve yanına da Amerikalı öğrenci siyah mürekkeple kendi notunu yazmıştı bana… Bir gün beni hatırlarsın. O resim Oliver’a, ona ilk açıldığım sabahı hatırlatacaktı. Ya da taraçanın yanından bisikletle geçerken orayı görmüyormuş gibi yaptığımız günü. Yahut orada piknik yapmaya karar verdiğimiz ve birbirimize dokunmamaya söz verdiğimiz ve aynı günün ikindi vakti yatakta beraber yatmanın tadını çıkarmaya karar verdiğimiz günü. Onun o resmi her zaman, tüm yaşamı boyunca masasının, yatağının ön tarafına koymasını, her yerde hep gözünün önünde tutmasını istiyordum. Gittiğin her yere as onu, dedim içimden.”

Aciman, aşkı ve anıları katmanları içerisinde Matruşka bebekler gibi birbirinin içinden çıkarmayı seviyor. Genç Elio taze aşkının etkisindeyken bir önceki hikâyeyle de yüzleşmiştir o günün gecesinde.

“Bu gizem bende böyle şeyler konusunda hep olduğu gibi o gece uykumda çözüldü. O zamana dek hiç aklıma gelmemişti. Oysa tam iki yıldır gözümün içine bakıyordu. Adamın adı Maynard’dı. Bir gün öğleden hemen sonra, herkesin dinlenmeye çekildiğini herhalde bilerek kapımı çalmış ve siyah mürekkebim var mı diye sormuştu; kendininki bitmişti, öyle dedi, sadece siyah mürekkep kullanırdı ve benim de öyle yaptığımı biliyordu. İçeri girdi. Üzerimde sadece mayo vardı ve masama gidip ona mürekkep şişesini verdim. Beni süzdü, orada bir an, ne yapacağını bilmez bir halde durdu, sonra şişeyi aldı. Aynı günün akşamı şişeyi balkon kapımın hemen önüne bıraktı. Başka birisi kapımı çalıp onu bana geri verecekti. O zamanlar on beş yaşındaydım. Ama hayır demezdim. Onunla konuşmalarımızdan birinde, tepedeki o sevdiğim yerden söz etmiştim. Oliver o resmi alıncaya dek o adamı hiç düşünmemiştim.”

Şimdi on beş yıl sonra Oliver o kartpostalın arkasına bir şeyler yazdığını söylemektedir. Kartpostal ofisinde asıldır. Tam da Elio’nun hayal ettiği gibi Oliver’ın gözünün önünde.

“ ‘Sana bir şey göstermek istiyorum,’ dedi. Bürosunda büyük bir deri divan vardı. Oliver’ın divanı, dedim içimden. Demek, oturup okuduğu yer burası. Divanın ve yer döşemesinin her tarafına kâğıtlar saçılmıştı; sadece, köşedeki oturulacak yerde kâğıt yoktu ve tepesinde su mermerinden bir lamba vardı. Oliver’ın lambası. B.’deki odasının döşemesine saçılmış kâğıtları hatırladım. ‘Bunu hatırladın mı?’ diye sordu. Duvarda, Mithras’a benzeyen, sakallı bir adamın pek iyi korunmamış bir freskinin çerçevelenmiş, renkli bir röprodüksiyonu  vardı. San Clemente’yi ziyaret ettiğimiz sabah ikimiz de bundan birer tane satın almıştık. Benimkini yüzyıllardır görmemiştim sanki. Onun yanında da, Monet’nin taraçasının çerçevelenmiş kartpostalı vardı. Onu hemen tanıdım. 

‘Bir zamanlar benimdi bu, ama benden çok, çok uzun zamandır senin.’ Biz birbirimizindik, ama birbirimizden o kadar ayrı kalmıştık ki, başkalarınındık artık. Yaşamlarımızda asıl hak iddia edenler işgalciler ve sadece işgalcilerdi.

‘Bunun uzun bir hikâyesi var,’ dedim. 

‘Biliyorum. Onu yeniden çerçevelettirirken arkasındaki yazıları gördüm ve bu nedenle şimdi sen de kartın arkasını okuyabilirsin. O Maynard denen adamı sık sık düşündüm. ‘Bir gün beni hatırlarsın.’

‘Senin selefin,’ dedim ona takılmak için. ‘Hayır, öyle bir şey değil. Bir gün kime vereceksin onu?’

‘Bir gün oğullarımdan biri, kendisi konuk olarak gelip onu bizzat getirsin diye diliyordum. Kendi yazımı ekledim altına… ama sen göremezsin onu.”

“Kartpostalın arkasına ne yazdın?”

“Sürpriz olsun.”

“Benim sürpriz yaşım geçti. Ayrıca, sürprizler daima keskin bir kenarla gelir ki bu da incinmek demektir. incinmek istemiyorum… hele senin tarafından. Söyle.”

“Sadece iki sözcük.”

“Dur, tahmin edeyim: daha sonra değilse ne zaman?”

“İki sözcük dedim. Ayrıca, bu biraz gaddarca olurdu.”

Bir süre düşündüm. “Pes ediyorum.”

Cor cordium, yüreklerin yüreği; hayatım boyunca kimseye bundan daha doğru bir şey söylemedim.”

Onu süzdüm. Herkese açık bir yerde bulunmamız iyi bir şeydi. “Kalkalım.”

Hayatın anlamı nerede saklı?

Aciman, döngülerin doğasını gösterme işini Elio ve Oliver’dan öte Bul Beni’nin sürpriz karakterleri olan Michel ve Miranda’nın profesör babasına bırakır. Michel, bu bitmek bilmez anlamlandırma çabasını en sarih biçimde Elio’ya ifade edendir: “ ‘Kader diye bir şey varsa şayet,’ dedi, ‘döngüleriyle bizimle oyun oynuyor, oysa bunlar belki de döngü bile değiller, hâlâ çözümlenmeye çalışılan daralmış bir anlama işaret ediyorlar. Benim babam, senin baban, piyano, hep piyano, sonra oğluma benzeyen ama benzemeyen sen, ikimizin de hayatında izi sürülebilen bu Yahudilik meselesi, hepsi bana hayatlarımızın aslında bir kazı çalışması olduğunu hatırlatıyor, hep düşündüğümüzden daha derin katmanları ortaya çıkan bir kazı. Ya da belki hiçbir şey değildir, sadece bir hiçtir.”

Profesörse yaşlılıkta elinden kayıp giden akademideki verimli yıllarını yâd etmek üzere genç araştırmacıların tezlerini okumakta ve zamanın oyunlarına dair düşünmektedir. Samuel ve Miranda’nın trende karşılaşıp eve yemeğe geldikleri gece coşkuyla bu tezleri anlatırken biz de Aciman’ın Bin Bir Gece Masalları’na öykünen çerçeveli hikâyelerinin içinde buluruz kendimizi. Profesör, eşiğinde durduğu ölümle ve ölümün hayata kattığı ve hayattan çaldığı anlamla başlar söze:  “Kimse hayatını iki paralel yolda yaşadığını iddia etmek istemez ama hepimiz birden fazla hayat yaşarız, biri diğerinin altına sıkışmıştır ya da hemen yanı başındadır. Bazı hayatlar sıralarını beklerler çünkü hiç yaşanmamışlardır, bazıları daha miadını dolduramadan yok olur, başkaları ise yeterince yaşanmadıkları için tekrar yaşanmayı bekler. Kısacası zaman üstüne nasıl düşüneceğimizi bilemiyoruz çünkü zaman, zamanı bizim algıladığımız gibi algılamıyor; çünkü zaman, bizim zaman hakkında ne düşündüğümüzü zerre umursamıyor; çünkü zaman, hayat üzerine düşünmemizin kıvrak, güvenilmez bir metaforundan ibaret. Çünkü neticede bizim için yanlış olan zaman değil, biz de zaman için yanlış değiliz. Yanlış olanın hayatın ta kendisi olma ihtimali var… Çünkü ölüm var. Çünkü ölüm, insanlar ne derse desin hayatın bir parçası değil. Ölüm, Tanrı’nın büyük hatası, gün batımları ile gün doğumları ise utançtan yanakları kızarmış halde bizden her gün ama her gün özür dileme yolu. Bu konuda bir-iki şey biliyorum.”

Savaş ya da kaza gibi olağanüstü koşullarda genç yaşta ölümlerin, geride bırakanları sınadığı şey yastan çok daha fazlası. Profesör tezdeki hikâyelerden birini bu bağlamda paylaşır: “Kırk yaşındaki bir adamın hikâyesi var; bir gün nihayet kendisi doğmadan hemen önce şehit düşen babasının mezarını ziyaret etmeye karar veriyor. Mezar taşındaki tarihler karşısında nutku tutulan oğlu etkileyen, babasının öldüğünde daha yeni yirmisine –o anki yaşının yarısına- bastığı gerçeği ve dolayısıyla kendisinin çocuk olarak babasının babası olabilecek bir yaşta olması. İşin tuhafı, üzülmesinin sebebi babasının kendisini hiç görememiş olması mı, kendisinin babasını hiç tanımamış olması mı yoksa mezarının başında durduğu kişinin ölü bir babadan ziyade ölü bir oğul gibi gelmesi mi, anlayamıyor.”

Aciman’ın anlatısında zaman çizgisel değil daireseldir. Çember zamanda yarım kalan ya da yinelenen kader, sonraki kuşakları da sınar. Bu anlamda profesörün dediği üzere biz ölü sevdiklerimizi sadece hatırlamaz onların hayatını sürdürürüz de. “Bu hikâyeler beni çok duygulandırıyor ama sebebini daha çözemedim: Görünürün aksine yaşamanın ve zamanın hizalanmış olmadığına, bambaşka yollar izlediklerine dair bir ipucu seziyorum sadece. Miranda haklı. Defteri kapatmak diye bir şey varsa bu ya ahirete kalıyor ya da sorumluluğu geride kalanlara yükleniyor. Neticede hayatımın hesap defterini kapatacak olanlar yaşayanlar, ben değil. Gölge benliklerimizi başkalarına devrediyoruz; öğrendiklerimizi, yaşadıklarımızı, bildiklerimizi biz göçtükten sonra yaşayacak olanlara emanet ediyoruz. Sevdiklerimize öldükten sonra ne verebiliriz, onların tanıdığı babaya daha dönüşmeden önce, çocukken olduğumuz kişinin fotoğraflarından başka. Öldükten sonra ardımda bıraktıklarımın hayatımı sadece hatırlamalarını istemiyorum, devam ettirmelerini de istiyorum.”

Derken söz, savaş koşullarında öleceğini bile bile oradan ayrılmayanlara gelir. “Berlin’den, diyelim ki 1936’da orada yaşıyor olsaydın, kaçar mıydın?” diye sorar Miranda Samuel’e. Samuel’in yanıtı tüylerimizi diken diken edecek bir döngüyü tamamlatır bize. 

“Bilmiyorum. Ama kaçmaya hazır değilsem birinin beni iteklemesi ya da geride bırakmakla tehdit etmesi gerekirdi. Aklıma Paris’te, Marais’deki evinden ayrılmayan kemancı geldi, oysa polisin bir gece kapısına dayanacağını biliyordu. Gerçekten de dayandılar. Onları kemanını yanına almasına izin vermeye ikna bile etti, izin verdiler. Ama sonra elinden aldıkları ilk şey o oldu. Onu ölürdüler ama gaz odasında değil. Onun yerine toplama kampında döverek öldürdüler.” 

Ariel’in/Léon’un hikâyesi Samuel’de mevcuttur, bunu öğreniriz. Elio bu hikâyeyi babasıyla hiç konuşur mu, buna dair bir şey yer almaz kitapta. Keza, Michel ve Elio bir kez daha Florian Dörtlüsü’nü dinlemek için kiliseye gittiklerinde Léon’a dair hikâyeyi teyit edip, onu yakından bilen birini bulurlar mı, bunu da bilemeyiz. Oliver’ın koca yirmi yılı, çocukluğu, içine doğduğu ve kurduğu aile hep muallak kalır. Elio’nun diğer ilişkileri ve ara dönemleri de öyle. Aciman kurguda hayata öykünür. Boşluklar bırakır, hafızanın yaptığı gibi kasıtlı rastgelelikler içerisinden seçer anlatacaklarını. Boşlukları doldurmak, kendi döngülerimizi oluşturmak bize kalır.

Çok uzun zamandır yazmakta büyük zorluk yaşıyorum. Adınla Çağır Beni ve Bul Beni, beni son zamanlarda heyecanlandıran, içinden çıkmak istemediğim tek hikâye oldu. Ülke ve dünya gündemi; sevdiğim kıymet verdiğim insanların türlü haksızlıklarla yargı kapanına alınma, salgınla daralma, felaketlerle sınanma ve köpürtülmüş milliyetçiliklerle biteviye savaşlara sokulma döngülerini yinelerken ben ısrarla bu anlatıya sığındım. Kendime ve sizlere hâlâ anlatmaya değer bir şeyler bulmak için.

Balkonda durmuş bakınırken gıyabımda akan bir hayat görüyorum. Vızır vızır arabalar ve köpeğini gezdirirken başını kaldırıp da bana bir günaydın demeyen insanlar. Oliver gibi görünmez hissediyorum bazen. Onun gibi bir nevi komada. Hayatın uzatmalarında.

Dolayısıyla bu yazıyı tamamlamak totem yapmak gibi. Sanki bunları da yazarsam, bunları dahi yazarsam, birileri de anlar, bağrına basarsa kendi döngümü başlatabileceğim. Hatırlanmaya değer bir şeyler yaşayabileceğim yeniden. Adımla çağıranı bulabileceğim. Adımı da tabii. 

Çünkü insana önce adını unuttururlar.