“Düşmandı o nesne”

“Şu kadar at, şu kadar kazma kürek, şu kadar gayrimüslim teslim edilmiştir”

İLHAMİ ALGÖR

27.01.2022

 

Biraz başa dönmek ihtiyacı duyuyorum. “6-7 Eylül 1955 saldırılarında, hanelerde kırılan, parçalanan nesnelerin edebiyatta karşılığını bulabilir miyim?” sorusuna. 

Bir zaman önce, Zaven Biberyan’ın Karıncaların Günbatımı adlı kitabını okurken, nesne ve mekân tarif eden cümlelerin altını çizmiştim. Altı çizili satırlara tekrar göz attım ve bir şey farkettim, “artık evde olmayan nesneler” diye bir kategori daha var. Varlık Vergisi tezgâhı ile evlerden söke söke alınan eşyalar.

Karıncaların Günbatımı’nda Tarhanyan ailesinin oğlu Baret, zorunlu askerlik, Nafıa Askerliği denilen 3.5 senelik zor, ağır, travmatik bir ortamda yaşamak zorunda kalmıştır. Nafıa Askerliği denilen ortam şöyle bir ortamdır: 

“… Çok kişi gitti Aşkale’ye. Biri anlatıyordu, içtima verdiği zaman çavuş ‘şu kadar at, şu kadar kazma kürek, şu kadar gayrimüslim teslim edilmiştir’ diyormuş.” (Özgür Kaymak, İstanbul’da Az(ınlık) Olmak: Gündelik Hayatta Rumlar, Yahudiler, Ermeniler) 

“At eşittir kazma, kürek, o da eşittir şu gayrimüslim” zihniyeti bir kenarda dursun, evine dönmüş Baret’e devam ediyorum:

“Senelerce tarifsiz bir heyecanla aradığı rüyalarındaki o eski eve geldiği şu anda ne sevinç ne de mutluluk vardı yüreğinde. Yabancı gözlerle, neredeyse can sıkıntısıyla seyrediyordu karanlık sofayı, tahta harap merdiveni, bu yabancı yapıyı.” (…) “Mutfak da rutubetliydi. Duvarlarda alacalı büyük lekeler vardı. Sıva yer yer dökülmüş, bağdadîler bile ortaya çıkmıştı.” 

(…) “Ekmek, salata hazırdı, tabak, çatal, bıçak dizilmişti. Peçete de vardı, tertemiz ütülü bir peçete. Gümüş çatal Baret’in dikkatini çekti, onu tanıyordu.”  (…) “Oturma odasına girdi. Pencerenin önünde duran divana uzandı. (…) Yuvarlak bir masa, dört tahta sandalye, eski bir büfe, duvarda bir ayna ve cam altında aile fotoğrafları. Pencerenin yanında Hilda’nın bir yağlıboya okul resmi. Güller. Divanın önünde üç ayaklı bir sehpa ve üzerinde ucuz bir küllük. İşlenmiş yastık yüzleri ve masanın üzerinde filtire işlenmiş bir süs, anası ile ablasının el becerilerini hatırlatıyordu.

Radyom nerede?”

***

Radyo yok. Aldılar. Varlık Vergisi düzenlemesi ile aldılar. 1944 senesinde, binlerce Hristiyan ve Yahudi ödeyemeyecekleri vergilere maruz kaldılar. Galata’da radyolar, buzdolapları, kıyafetler sokaklarda satıldı. 10 sene sonra, 1955 Eylül’ünde politika değiştirip radyoları pencerelerden sokağa atacaklar.

“Samatya'da, Marmara Caddesi Teferruat Sokak'ta oturuyorduk. 8 yaşındaydım. Hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Akşam saat 10 gibiydi, 'hareket' başladığında evimizin salonundaydık. Sokaktan patırtılar yükseldi. Kalabalık bir grubun uğultularıydı bu sesler. 'Bayrak as!', 'Rumlar Yunanistan'a, Ermeniler yerin dibine!' diyerek bağırıyorlar. Bizim semtte o kadar Rum yoktu, Rumlar daha çok Yedikule tarafında otururlardı. (…) Kalabalık, bizim sokağın köşesinde oturan, radyo tamirciliği yapan Niko'ların evine daldı. Hemen sonra yukarıdan, Niko'nun evinin penceresinden radyoları atmaya başladılar. (Tanık Melkon Karaköse, Agos, Eylül 2009)

Başka bir Eylül 1955 tanığı, İstanbul – Cağaloğlu'nda, gazeteci Oktay Akbal:

“Korkunç bir geceydi geçirdiğimiz… Gazetenin kapısına gelip dayanmış bir kalabalık, sivil, asker, kadın… Ellerinde bayraklar, kiminde sopalar. “Bayrak asın” diye bağırıyorlar. (…) Sesler, çığlıklar. Çılgına dönmüş insanlar… (…) Kamyonların arkasına buzdolapları, çamaşır makineleri, daha başka şeyler bağlanmış takır tukur koşturuyorlar. Biri önümzde durdu. Koskoca bir buzdolabı indirildi. Tanınmaz haldeydi! Galiba bir Amerikan markası Herkes gidip bir tekme atıyordu dolaba! Çevrede toplananlar bu ilginç tekme atma yarışına kendilerini kaptırmışlardı! Düşmandı o nesne, haindi, ezilmesi, yok edilmesi bir yurtseverlik göreviydi! … Benden başka seyreden yok… ‘Ben de  gidip bir tekme atsam mı?’ diye düşündüm, öyle ya yurtseverlik gösterisi yapmamam insanları kızdırabilirdi. Zaten fena fena bakıyordu kimileri.” (Rıfat N. Bali, 6-7 Eylül 1955 Olayları, Tanıklıklar-Hatıralar)

Akbal’ın “buzdolabı tekmeleyen yurtsever ve hisleri”ne dair tanıklığı yaklaşık 67 sene öncesine ait ama günümüzde hâlâ geçerli. Millî ve yerli hislenebilen birileri İtalyanlara kızıp İtalyan ayakkabısı yakıyor, Hollandalılara kızıp portakal bıçaklıyor. Veya Çin’e kızıyor, gördüğü ilk çekik gözlüye saldırıyor. 

Kalabalık olduklarında, kendileri gibi davranmayanlar için de tehdit oluşturabiliyorlar. Kendileri gibi davranmayan, yerli ve millî değildir. Kendinizi savunamayacaksanız oradan uzaklaşın. Hayatî bir tehlikenin eşiğindesiniz. Bu üç yanı denizlerle çevrili coğrafyada linçe yatkın sürüler vardır. Sürü davranışı gösterirler. Lider, sürü şefi takıntıları, bağlılıkları vardır. Bu sebepten insaniyetleri eksiktir. Yine bu sebepten kendilerinde eksik olanın ne olduğunu bir türlü kavrayamazlar. Siyasî literatürde sağ popülizm diye bir şey var. Kitlelerin tüylerini düzgün taramak sureti ile onlaı sevk ve idare edebilirsiniz. 

Ara sıcak : “21. yüzyıl insanının yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır.” (Umberto Eco)

1955 Eylül’ünde T.C. elit yönetici kadroları, politika yapma biçimi olarak, gayrinizamî harp dairesini vazifeye çağırarak, T.C. vatandaşlığı taşıyan insanların üzerine gayrinizamî olarak salmıştır. Kafesteki kuşu boğazlayabilecek insanlardan oluşan bir güruhu sevk ve idare etmiştir. Sonunda Bakanlar vb, birtakım kalın zevat, “galiba biraz fazla kaçtı” noktasına gelmişlerdir. 

Yönetici elit bugün hâlâ aynı yerde duruyor. Daha fütursuz üstelik. Toplumun kendini savunma sinirleri alındı 1980’den bu yana. Yeni bir sinir sisteminin oluşmasına, güçlenmesine fırsat vermiyor yönetici elit. Fakat bir şeyler aşınıyor. Acaba aşınmanın tanığı nesneler nelerdir? Yarım simit mi? 

***

Bir ek:

7. yazıda (“Çünkü sana göre o insan değil”, 12 Ocak), insana kendini eşya hissettiren cebir ve zulüm üzerine bir tanıklık aktarmıştım:  

“Senelerdir eşimi arıyorum.  Askerler ve korucular onu evimizden döverek gözaltına aldılar. Sonrada ‘biz bıraktık bir daha onu sorma’ dediler. Sanki kaybolan bir eşyaymış gibi aramaktan vazgeçmemi istediler. Ölene kadar aramaya devam edeceğim."  (Nihat Aydoğan'ın eşi, Cumartesi Anneleri, 873. hafta duyurusu)  

Benzer bir durum eklemek istiyorum : "Gece koğuş aramaları yapılıyor, eşya değil insan olduğumuzu hissettirmeye çalışıyoruz.“ (Alp Altınörs, Sincan 2 nolu F tipi Cezaevi)

Eşya / nesne, kavramını aşağıdaki yaklaşım ile kullanıyorum. Pusulam, yol göstericim odur:  “Madun kelimesi, genel bir ifadeyle egemen grupların oluşturduğu yapı içinde temsil edilmeyen, dolayısıyla özne olmayan, nesne hâline getirilmiş topluluklara işaret eder. Gramsci’ye göre madun olmanın temel özelliği, savunma hâlinde olmasından ileri gelir.”  (Nurdan Türker, Vatanım Yok Memleketim Var, İletişim)

***

Kapanış ikramı: 3. Mehmet iktidara geldiği gün 19 kardeşini boğduruyor. Tarihçi-Kadı Bostanzâde Yahya şöyle yazıyor: "Mübarek padişahımız öyle merhametliydi ki, tahta çıkar çıkmaz 19 karındaşını cennet kayığına bindirdi.”