Düşünen konuşmaz, o olur
Lincin tadını almış grupların fertleri, klavyeye tıklayarak katılabildikleri bu baştan çıkarıcı ayinden kolay vazgeçerler mi?
05.12.2018
İfade özgürlüğünün önündeki tek engel devletlerin giderek artan ve yayılan baskısı mı? Değil.
Cezalandırılma ihtimaline karşı tedbir olarak bireylerin geliştirdiği otosansür mekanizmalarının derinden iş görüşü, zamanla sözünü sakınma, kapsamı daraltma, diyeceğini kısıtlama-sığlaştırma “beceri”lerinin yerleşmesine, kalıcılaşmasına, doğallaşmasına mı yolaçıyor? Şüphesiz.
Üç kıtadan birer kişi, oyun için “masaya” oturup dördüncüyü de başka kıtadan devşirebildiğimiz, dünyanın öbür ucundaki insanla fikir, bilgi, sorun çözme yöntemi alışverişine girebildiğimiz, tartışabildiğimiz, kavga edebildiğimiz veya yardımlaşabildiğimiz, herkesin kendi başına haber ajansı, yayın organı, kaynak eser vs. olabildiği internet âlemimiz, hayatımıza yerleşirken bize vaat ettiği özgürlük ortamını sağlayabildi mi? Hem evet hem hayır.
Zaman zaman kapasitesinin çok büyük bölümünü kullanabildiğimiz bir potansiyel olarak, şüphesiz evet. Birileri istediği zaman kısıtlayabildikleri, şalterleri güç ve iktidar sahiplerinin elinde bulunan, rızamız sorulmadan izlendiğimiz, özel hayatımıza dair birçok verinin tırtıklandığı, depolandığı bir tekinsiz ortam olarak, kesinlikle hayır.
Aksine, bireyler olarak daha derinden kavranabilmemize, daha kolay, daha sürekli, daha kalıcı şekilde gözetlenmemize yolaçtı.
İnternetin bilgi kaynağı olarak bize getirebilecekleriyle fazla ilgilenmiyoruz. Bilgiyi edinme ve işleme tarzımızda muazzam bir dönüşüm, bir eşitlik devrimi yaratabilecek oluşuyla da. Bunlardansa, bize sunduğu eğlendirici, oyalayıcı, renkli unsurlarla ilgileniyoruz. Ve bahşettiği, kendimizi sunma imkânlarıyla. Orada öyle bir ortam var ki, kendimizi başlıca ilgi ve hattâ faaliyet alanı haline getirebildiğimiz gibi, bir tür seyirlik nesneye dönüşerek, başkalarının da başlıca ilgi ve faaliyet alanı olmaya çalışabiliyoruz.
Ancak sanal âlemde başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler yalnız onları hayran bırakmak, “takipçi”miz kılmakla sınırlı değil. Onların üzerine basarak yükselme çabaları belki bunlardan daha çok yer kaplıyor.
Badinter’in uyarısı
Fransız düşünür Elisabeth Badinter’e göre, bundan doğan musibet, insanlığın düşünce geliştirme ve ifade etme faaliyetinde ciddî tahribat yaratmaya aday.
Özel bir feminist saymamız gereken Badinter Türkiye’de daha çok anneliği bir durum ve sorun olarak ele aldığı eserleriyle biliniyor. 1980 tarihli eseri Annelik Sevgisi adıyla basılmıştı. Anneye özgü, sevgiden öte, sevgiden fazla sevgi tarzıyla uğraşan Badinter, içgüdüsel kabul edilen bu duygunun toplumsal-kültürel kaynaklarına dikkat çekiyordu.
Badinter’i burada konu etmemizin sebebi, anneliğe, kadınlığa dair özgün görüşleri değil. Fransa’nın en zengin yurttaşları arasında yeralıyor oluşu da değil.
Le Monde’dan Jean Birnbaum’un Badinter ile kısa süre önce yaptığı söyleşi 28 Kasım’da yayımlandı. Haldun Bayrı’nın çevirisiyle Medyascope’ta yayımlanan söyleşide Badinter, uzun zamandır nâçizâne bendenizin de aklına takılan bir meseleden sözediyor. Daha doğrusu, artık alışılmaya, yavaş yavaş kanıksanmaya başlanan bir gerçeğin aslında ne büyük tehlikeye kapı açtığına işaret ediyor. Böylece meseleyi kişiselleştirmeden nasıl ele alabileceğini bu vakte kadar bulamamış köşeyazarınıza yardım eli uzatıyor.
Bir süredir, “sosyal medya linci” denen, şahsiyet ve haysiyeti hedef alan, çoğu zaman bundan ötesine uzanan, insanların o linç konusu her neyse onun dışındaki davranışlarının, yaşantılarının, giderek hayatları boyunca yaptıkları her şeyin, haliyle birey olarak dünya ve tarih içindeki yerlerinin imhasına, olamıyorsa pislikle doldurulmasına varan toplu saldırılara kafayı takmış bulunuyorum. Bu olguyu bütün boyutlarıyla ele almak gibi bir niyetim yok şu anda. Bu musibetin birçok boyutu, ele alınması gereken başka başka tarafları var şüphesiz. Meselâ lince katılanların güdüleri, hedefleri, o esnada şehvet duyup duymadıkları, böyle bir katılımın onların karakterine, varoluşuna, geleceğine etkisiyle ilgilenmeyeceğiz. Hepimizin geleceğini doğrudan ilgilendiren bir sonuç üzerinde duralım.
Badinter’in söyleşini okuyunca harekete geçmemin sebebi de bu.
İtaat edilen kudret olarak sosyal medya linci
Aydınlanma’yı konu ettiği kitabının yeniden basımı üzerine konuşulurken, Fransız düşünür, “…akılcılığa müthiş ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum” diyor. “18. Yüzyıl filozoflarının kavgası, bâtıl inançlara karşı akılcılığın kavgasıydı (…) Akıldışının toplumsal ve entelektüel yaşamımızda muazzam bir yer işgal ettiği bir dönemde, bu kavgaya dönmek uygun bir davranış gibi geliyor bana…”
Konuyla dolaylı ilgili olmasına rağmen bunu aktardım. Çünkü insanların sosyal medya “arenasındaki” davranışlarını sorun ederken, mâkûllük-akıldışılık ekseninden hiç geçmemek imkânsız.
Asıl konuya ise şu soruyla giriyoruz: “Kâtiplerin krallara gitgide daha az, kamuoyuna ise git gide daha çok itaat ettiğini açıklamak için, ‘Entelektüeller efendi değiştirdiler, ama kölelik aynı kölelik’ diye yazıyordunuz. Entelektüeller bugün kime itaat ediyorlar?”
Badinter net cevabı yapıştırıyor: “Sosyal ağlara!” Ve açıklıyor: “Herkes bundan korkuyor. Ben orada yokum, huzuruma düşkünüm ve kendimi oyuna kaptırmaktan korkuyorum; ama söylenenleri duyuyorum ve bunun hakkında basında anlatılanları okuyorum. (…) Sosyal ağlar, ağzına geleni söylemekte serbest bir kamuoyunun iktidarını iki misline çıkardı; ama söylenenler, çoğu zaman incelikten yoksun, az haberdar ve benzeri görülmemiş bir şiddette. Basın ya da genel olarak medya asla böyle bir yıldırma gücüne sahip olmamıştır.”
“Hiç kimse,” diye sürdürüyor Badinter, “kendini milyonlarca kişinin küfürleriyle ezdirmek istemez. Sosyal ağların bu iktidarını paradoksal olarak bir sansür gibi hissediyorum!”
Meselenin başka boyutlarını yine kenara ayırıyoruz ve bu halin yarattığı tehlikeye geliyoruz. Badinter, “…sosyal ağlardaki husumet sayesinde entelektüeller bir câmia duygusunu tekrar mı bulacaklar?” diye soruyor. “Umumî bir nefret konusu isek, aramıza biraz canlılık katabilir bu! Entelektüeller altı ya da yedi asır geriye gidip, manastırlarda başka hiç kimsenin müdahalesine mâruz kalmaksızın birbirine düşündüğünü aktaran kâtiplerin yaşamına tekrar dönebilirler. Fikir yürütmeye devam ederiz, görüş teâtîsine gireriz, kolokyumlar yaparız, birbirimizle münakaşa ederiz, ama biz bize oluruz. Dolayısıyla nispeten iyimserliğimi muhafaza ediyorum: Entelektüel yaşam, bir seçimdir, bir zevktir, bir acıdır, ama bir ihtiyaçtır da; dış dünyadan kopuk ufak bir âlem haline gelmesi bile gerekse, hiçbir şey durduramaz onu.”
Entelektüeller evreninde kıyasıya dalaşmanın engin tarihine gönderme yapan Badinter, düşünce insanlarının birbirlerini hep hırpaladığını hatırlatıyor ve bugünün tehlikeyi büyüten farkını ortaya koyuyor: “Rousseau’yu dört ayak üstünde salata yerken tasvir ediyorlardı, şeditti bu,” diyor Badinter. “Twitter ise kuşkusuz bütün bunların radikalleşmesini temsil ediyor.” Fransız düşünür, “o dönemde bunun ufacık bir âlemi ilgilendirdiğine” işaret ediyor, “kişiselleşen nefret miktarı”nın işi değiştirdiğini vurguluyor. Ve tekrarlıyor: “Şayet şu tweet’çi eğilim bugün baskın çıkarsa, fikir yürütmenin ve manastırlar dışında bilginin sonu olur bu!”
Vazgeçmenin kaçınılmazlığı
Şahsen, lincin yarattığı tesiri, insanın onca iftira ve hakareti, aşağılanmayı, tabiî ayrıca haksızlığı göze alamadığı veya -elbette biraz da bunların sonucu olarak- içinden gelmediği için bazı konulara el atmayı kesmesi boyutlarında tarif edebiliyor ve üzerine konuşulabilir, nesnel mevzu haline nasıl getireceğimi bulamıyordum. Badinter yoluma ışık tutmuş oldu. Gerçi kendisi fazlaca iyimser ve bundan bıkacağımızı düşünüyor. Ama arenada arslanlara parçalattırılan hemcinslerini izlemekten zevk alan bir canlı türünden bahsediyoruz; nasıl olacak?
(Badinter’e hiç katılmadığım hususu da sadece anıp geçmek istiyorum: “Çılgın kalabalıktan uzakta”, ufak bir manastır odasında yürütülecek düşünme taşınma-tartışma faaliyeti ile kültürel-toplumsal ve giderek siyasî değişimler yaratmayı hedefleyen düşünce alışverişi ve üretiminin mesafesi öyle üzerinden atlanabilecek bir ayrıntı değil; aslî mesele. Konu dağılmasın, geçiyorum.)
Hele bizimki gibi pusu ve linç kültürünün mahsûlü toplumlarda bir defa lincin tadını almış grupların fertleri, sıcak evlerinden klavyeye tıklayarak katılabildikleri bu baştan çıkarıcı ayinden kolay kolay vazgeçerler mi?
Onlar linçten muhtemelen vazgeçmez. Ancak görüşleri ve tavırları yüzünden her an lince mâruz kalma tehlikesi yaşayanlar görüşlerini ifade etmekten, hattâ bazı alanlara girmekten vazgeçebilirler. Fazlasıyla doğal ve insanî tepki. Kimi sadece aşağılanmayı sindiremediği için vazgeçer, kimi iftiranın, haksızlığın yarattığı moral bozukluğundan, utanmazlığın sebep olduğu tiksintiden, kötülüğün böylesine kolay benimsenivermesinin doğurduğu umutsuzluktan… Kimi de lincimsi tepkilerden gayet akılcı sonuç çıkararak: laf anlatmanın mânâsı ve imkânı yoktur; dolayısıyla işlevi de yoktur; bunca pisliğe hiç uğruna katlanılıyordur.
Badinter “entelektüeller”den sözediyor ve entelektüel tartışma zemininin kuruyabileceğine dikkat çekiyor. Ancak hemen görülüyor ki, sosyal medya linçlerine ilk elde kurban gidecek şey üst düzey felsefe tartışmaları falan değil. Hattâ esas olarak o değil. Manastır odasına sığdırılamayacak olanlar. Her türlü fikir beyanı. Özellikle aykırı fikirler. Veya aidiyet icaplarıyla çelişen fikirler. Hasmın işine yarayabileceği bilinmesine rağmen hakikat uğruna dile getirilenler.
Konuyu derinleştirebilmek isterdim. Fizikî değil de “siyasî” lincin özellikle dar alana sıkışmış siyaset tarzının kültüründeki-tarihindeki yeri ve işlevine dair konuşmak isterdim. Kendini eleştiriden muaf kılmak için potansiyel eleştiri kaynaklarını nasıl baştan değersizleştirirsin – Hızlandırılmış kurs! Meselâ.
Bizler gibi, basit, sıradan okuryazardan üç-beş kitap fazla okumuş olanın, biraz derinlemesine gazeteciliğin mahsûlü ve icabı azıcık yorum ve çıkarsama becerisi edinmiş olanın, kendisine bir görev ve beklenti yükleniyorsa ille de “aydın” payesiyle taçlandırıldığı, hakaret edilecekse “entel” diye aşağılandığı ne idüğü belirsiz minik monarşiler sistemimizde mânâsı yok sanırım.