Duvar saati serum damlası

Hastanede damla damla akan seruma bakarken, aklıma pat diye o duvar saatinin gelmesi tuhaf elbette ama hafıza, böyle küçük oyunları sever

KARİN KARAKAŞLI

24.01.2020

Varlığı unutularak yaşanan kavramlar var; zaman gibi. Akıp giden zamanı günlük koşturma içerisinde çoğunlukla fark etmeyiz bile.  Sinsi bir su akıntısı gibidir zaman. Bir bakmışsın, durgun bir göl olmuş önünde. Tıpkı rutinin çarklarında heba ettiğimiz yaşama coşkumuz gibi. Zaman akmış gitmiş, kayaları oya oya. Hep gıyabımızda, hep gıyabımızda.

Peki ne zaman fark ederiz zamanı? Beklerken elbette. Beklemekle zaman arasında mıknatıs çekimi var. Eziyet ya da heyecan içinde beklerken, beklentiler üretirken bedenimiz ve ruhumuz, zihnimiz ve kalbimiz saatin ta kendisi olur. Saliseden daha kısa, sonsuzluktan daha bitimsiz zaman birimlerinin var olduğunu öğreniriz. Ve bütün bekleyişlerimizi hafızaya kaydederiz.

Bazen neyi beklediğimizi unutacak kadar uzun beklediğimiz olur. Bir sevgiliyi, ferah günleri, hasreti çekilen dostu, şifayı, bir mucizeyi. O kadar bekleriz ki, sonunda olduğunda, yaşanandan çok beklediğimiz zamanın izi kalır içimizde. 

Çocukken evimizde çok güzel bir duvar saati vardı. Her on beş dakikada bir, giderek uzayan bir melodi çalar, ardından da saati vururdu. Dın dın dın, tang, tang, tang. Sesi gecceler boyu rüyalarıma karışır, düşlerimin eşlikçisi olurdu. Kendimi o saatin olduğu başka yerlerde, başka ülkelerde hayal ederdim hep. Kulelerde, konaklarda, ıssız bir dağ evinde. Özgür alabildiğine…

Hastanede damla damla akan seruma bakarken, aklıma pat diye o duvar saatinin gelmesi tuhaf elbette ama hafıza, böyle küçük oyunları sever. Çağrışımın bağlantısını çözmek senin için. O saati satmışlardı biz taşınırken. Ne kadar sevdiğimi, onu hep yanımda istediğimi söyleyemeyecek kadar küçüktüm. Yeni eve büyük gelecekti. Oysa özelliği ve güzelliği buradaydı zaten. O her yerde biraz fazla, bolca ayrıksıydı. İhtiyaç değil, armağandı. Ve onunla zaman dış dünyada ne olursa olsun, içimde güzel akardı.

Serum damlası bir sabır sınavı. İnsanı hipnotize eden bir yanı var. Sürekli anda kalıyorsun. O an da sonsuzluğa uzuyor. Bunca yavaş akan bir şeyin biteceğine, giderek basıklaşan o hastane odasından çıkacağına ihtimal vermiyorsun. Hastanede hiçbir şeyin hayalini kuramazsın. Tek yapabileceğin hatırlamak. Duvar saatli çocukluk günlerine sığınmak.

Hastaneleri de mezarlıklar gibi bakıp görmeyiz genelde. Ta ki biz orada olmak durumunda kalana kadar. Hastalık ve ölüm kendini anımsattığında, zaman sanki bir hamakta askıda kalır. Hayatın sizin acınız için yavaşlayacağı yoktur. Öncelikler sabun gibi kayıp yer değiştirirken, git gide polen gibi hissedersiniz. Yattığınız döşek eğreti, uyandığınız zaman çarpık. Gece gündüz karmakarışık.

Şanslıysanız bir iki eşlikçiniz olur, delirmediğinizi, zor zamandan birlikte geçmek diye bir şey olduğunu gösteren size. Onun dışında koca bir çuvallamadır hayat. Çuvallama ve bekleyiş.

Bekleyiş hastane önü köşelerinde biriken karton kahve bardakları ve yerde öbeklenen izmaritlerdir. Çağdaş zaman kolajı. Anlatılmaz derdi olan yabancılar o kapı önlerinde sessizce yan yana durur ve bir yerden sonra en yakınına anlatamadıklarını paylaşmaya başlar. Bir kavim dili hasıl olur. Küçük ölümlerin dili. Bir de belki şiirin bilebildiği….
 
Çocukluğa sığınmak

 “Zamanla geçer” sözünü düşünürsün mecbur. Acılara teselli olsun diye sarf edilir hani… Acının zamanla geçmesi için, geçen zamanın acıyı hafifletecek yeni gelişmelerle dolu olması gerekir oysa. Yoksa zaman, demiştim ya, en çok da gıyabımızda geçer.

Zamana direnme gayretindeki nice kangren sorun, saatli bombalar misali patlar belli boşluklarda. O öfke, o kin durmadıkça, hak yerini bulmadıkça ölülerimize de dirilerimize de huzur gelmez. Bir serum eşliğinde Murathan Mungan’ın zamanla eskimeyen şiiri “Geçiyordum Uğradım” şiiri geliyor aklıma bir anda.

Geçiyordum uğradım
boynuz boruların uğultusundaki bulanık zamanlara
belki bir gömüde birkaç eski eşyanın ışıltısı
vurur şimdiye. merdiven altında unutulmuş bir zaman
ya da eski yüzümle karşılaşmak
girişteki aynada
dinmiş uzaktaki nehrin gürültüsü
ağaçlar yer değiştirmiş
çekmiş küçülmüş onca hayal
oyun ve atlıkarınca sığdırdığım kurak peyzaj
Doğduğum ev artık yavrusunu tanımayan
bir hayvan gibi bakıyor uzaklara

Çocukluk kadar uzak bir diyar yok. Ama çocukluğa sığınmaktan başka çare de yok bazen. Hiçbir şey o vakit toz pembe olduğundan değil. Ama çocukluğun gücü bir başka olduğundan. Bilmemenin huzuru. Ferahlatan sorumsuzluk duygusu. Oysa çocukluk da eninden boyundan daralır yıllarla. Eski evine, doğduğun yerlere döndüğünde şaşakalırsın. Burası mıymış sahi? Bu kadar küçük müymüş o benim koca ülke?
 
Toz yalnızca toz zaman
geçiyor içimizden
adılını mırıldana mırıldana
 
elim çoktan düşmüş kalbimin üzerinden
gözlerim yabancı hatırladıklarına
üzeri tırnak izleriyle kaplı bakır çanın
dağıtacağı hiçbir sis kalmamış oysa
ne burada ne hayatımda
dibi görünen bir sarnıcın çiğ kuraklığıyla
bakıyor gözlerim anlamından çıplak kalmış dünyaya
Neden dönüşler loş zamanlara saklanır
Neden kimse yola çıktığı gibi dönmez geriye
Zaman nerde adılın?
Kimbilir kaç yüz
kulaç derininde kalmış yüzüm
Şimdi ezberini unutmuş kapalı bir ırmak gibi
önümde bomboş akan bu aynanın
Zaman nerde adılın
Beni de mırıldansın
 
Küçük ölümler yaşadıkça zamanın karşısına dikilirsin. Bazen öfke çokça yenilgiyle. İsyan ve tevekkülle. Hiç yaşamamışçasına, zerre hatrın yokmuşçasına seni unutuverenlerin, ihanetin ve bitişlerin ortasında debelenirsin. Ta ki kendinden razı olana kadar. Gerisi katlanılır gelir o noktada. Girdabın içinde bir mihenk taşın olur. Adını ve kendini anarsın acıyla.

Fazla parlak ışıklı ve taşlı koridorlardan geçip açığa çıkıyorum. Kâğıt bardak ve izmaritlerin arasına. Beklediğim insanları, beklediğim hayatları düşünüyorum. O gencecik kadını. Kalp çarpıntılarını. Bekleyişe teslim olmak neyse de, o ışıltılı kadın kadar cesaretim, gücüm ve isteğim yok artık beklentilere. Beklenti çok tekinsiz müessese.

Geçmiş geçmediğinde

O yıllarımı anımsatan ve o yıllardan kalma bir şarkı çınlıyor sonra kulağımda. Hafıza son perdeyi Aylin Aslım’ın hakkı yenmiş elektronik müzik yıllarıyla kapatıyor. Gözümü kapattığımda klibi de görüyorum. O kadar işlemiş içime.

Küçük bir an için
Ait olmak için
Eski aşklar gibi
Kapında.
Yalnız bir gün için,
Nefes almak için
Kanarken avuçlarım
Karşında.
Üzerimde sevdiğin mavi elbisem,
Sensiz geçirdiğim günlerden
Senin gibi beni kimse sevmedi
Dönmedin
Gittiğin yerden geri
Senin gibi beni kimse sevmedi
Bekledim
Gittiğin günden beri
 
Bazen beklediğin insanın hiç gelmeyeceğini bilirsin. Bitmiş bir zamandır, tamamlanmış bir hayattır. Sırf hatıra bugünkü hayatından daha canlı olduğu için teslim olursun hafızana. Sanki zaman makinesine binmiş de en mutlu günlerine gitmiş gibi. Elbet bir süreliğine. Olsun varsın, o eski sokaklarda o uçuşan adımlarla dolanmak da güzel. Eski saçlar, eski bakışlar, eski gülüşlerle parlamak da.

Sonra yine âna çağırılıyorum. Hastane önünde acıdan karalaşmış insanlar beliriyor. Ve bir de asistan. Aynı anda oluyor her şey. Bir çakmak istiyor genç adam. “Cenaze almaya geldiler” diyor. Birlikte bakıyoruz onlara. Sessizce yan yana sigaralarımızı içerek. Sigara sağlığa zararlı. Bazen hayat da öyle.

O an için zaman duruyor. Bu yabancının hatrı var artık bende. Bir sigara içimlik, bir hayat ölümlük hakkı. Sonra yine dağılacağız. İçimdeki duvar saati on ikiyi vuracak. Prenseslerin balkabağı saatini. Masalların gerçeğe dönüşme ânını. O masalın da en çok balkabağı kısmını sevdim ben. Prensesle prensle işim olmadı. Hakikatti derdim. Şükür hâlâ öyle.