Egemen toplum alâmetleri: Bayrak ve bağzı şeyler

O, “uyum” denilen cenderenin insanlara iç maliyeti nedir diye sordum? Bence o maliyeti nesne değil, edebiyat karşılıyor.

İLHAMİ ALGÖR

29.11.2021

Alâmetlere geçmeden önce kısa bir mola verebilir miyiz? Önceki bölümleri (“Girizgâh” ve “Görünmez ve sessiz ol. Mümkünse hiç olma”) kısaca hatırlamak istiyorum. 

Girizgâh yazısında, kabaca son yüz senelik bir zaman yayında Türkiye’de egemen’in, öteki kıldıklarına reva gördüğü eziyetleri simgeleyen nesneler neler olabilir diye sordum. Bu soruya 6-7 Eylül 1955 pogromunda evler basılıp, eşyaların kırıp dökülerek sokağa atılması üzerinden geldim. Acaba bu eşyaları/nesneleri, dönem edebiyatında bulabilir miydim? Böylece nesneler saçılmadan önce saldırıya uğrayan hane hayatını görebilirim ve failin sivil vatandaşların hayatlarına saldırmışlığı aşikâr olur diye umdum. 

Herkül Millas’ın Aile Mezarı adlı romanında (Doğan Kitap), 6-7 Eylül’ü işaret eden bir detay vardı. İstanbullu Rum bir ailenin genç yaşta vefat eden oğullarının mezar taşına saldırıp kırmışlardı. (Hakikaten o günlerde mezarları açtılar, saçtılar. Mezar dağıtmak günümüzde devam eden bir huzursuz etme, rahat vermeme yöntemi. Çok medenî bir usûl. ) 

Dönemin çok daha güçlü izleri Zaven Biberyan romanlarında vardı. Biberyan romanları, 1940’ların “çalış kazan elinden alsınlar” (Varlık Vergisi),” ödeyemiyorsan birkaç sene taş kır” (Nafıa Askerliği) denilen eziyetler döneminin bizzat kendisi idi. Yanı sıra, Ermeni toplumu ve ailesini, korkularını, sorunlarını, içlerini anlatan romanlar idiler. 

“Yalnızlar, Biberyan romanları arasında (…) farklı sosyo ekonomik sınıftan Türk karakterlerin yer aldığı yegane anlatı olması sebebiyle ayrı bir yere sahiptir. Burada Türklerin gözünden Ermenilerin (yalnızca Ermeniler değil, Osman Bey’in karısı Mübeccel’in dediği gibi, Rumlar, Yahudiler, Ermeniler, ‘hepsi bir’dir) nasıl bir homojen grup olarak görülüp zihinlerinde ‘iç düşman’ haline getirildiğini ve bunun nasıl her türlü medya ve iktidar aracı kullanılarak meşrulaştırıldığını görürüz.” (Alara Çakmakçı, Notos, Kasım Aralık 2021) 

“İç düşman homojen grup” ifadesi, “Görünmez ve sessiz ol. Mümkünse hiç olma” yazısının içeriğine yaklaşıyor ki o yazıda, yukarıdaki alıntıda adı geçen “Osman Bey’in karısı Mübeccel Hanım'ın aynı çuvala tıktığı insanların özne olma haklarının kısıtlanıp, nesne hâline itildiklerinden, “sesinizi kısın ve uyum sağlayın” baskısından söz etmiş idim. O “uyum” denilen cenderenin insanlara iç maliyeti nedir diye sormuştum? Ve o maliyeti acaba hangi nesne, simge ile ile temsil edebilirim sorusuna gelmiştim. Şimdi burada daha net söyleyebilirm, bence orayı nesne değil, edebiyat karşılıyor. Biberyan romanları gibi bir edebiyat. Zaven Biberyan özel ilgiyi hak eden bir yazar. 

“Üç buçuk yıl Anadolu’nun dört bir yanında taş kıran, Varlık Vergisi’ni yaşayan, hapse düşen, işkence gören, sürgünlüğü bilen, 6-7 Eylül’ü, üç darbeyi tecrübe eden, geçim derdi ile çeviriler yapan ve Mahmutpaşa’da kadın iç çamaşırı tezgâhı açan, her defasında yine ve yeniden yenilen, yine ve yeniden hayal kırıklığına uğrayan bir adam.” (Rober Koptaş, Biberyan’a bir yer lütfen”)

Biberyan’ın hayat hikâyesini Alex Çorlu’nun uyarısındaki survive/direniş enerjisi ile ilintilendiriyorum. Yani şu uyarı ile:

“Türkiye azınlıkları, en zor koşullarda, en büyük zulüm karşısında dahi hayatta kalmayı başarmış, onunda ötesinde her defasında sıfırdan, yeniden başlayabilmiş, dünya tarihinin en parlak direnç ve başarı hikâyeleri arasındadır aynı zamanda. Bu da önemli.”

Mola bitti, egemen’in alâmetlerine bakalım

“Türk Bayrağını yırtarak, yakarak veya sair surette ve alenen aşağılayan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu hüküm, Anayasada belirlenen beyaz ay yıldızlı al bayrak özelliklerini taşıyan ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenlik alameti olarak kullanılan her türlü işaret hakkında uygulanır.” (Devletin Egemenlik Alametlerini Aşağılama Suçu / TCK Madde 300)

6-7 Eylül 1955’te eli bayraklı kalabalık gruplar suç kelimesinin hafif kaldığı şeyler yaptılar. Çok sayıda tecavüz ve hırsızlık içeren kışkırtmalı saldırı hareketinin ön saflarında bayrak, Aatatürk ve Fatih Sultan Mehmet fotoğrafları taşıyarak (bkz. 6-7eylül fotoğrafları) bayrağı bizzat kendileri aşağıladılar. Bayrağın saldırılardaki yeri, kullanımı, bayrağın manevî şahsiyetinin aşağılanıp aşağılanmadığı egemen tarafından dahi sorgulanmadı. Ve böylece bayrak, nesne oldu bence. 

 

Egemen saldırısından korunma aracı olarak bayrak:

“(…) Arıyoruz heyecandan bayrakları bulamıyoruz… Musevî bir eczane vardı, İş Bankası’nın yanında iskelede, ayakkabıdan tut çorap don külot kumaş her şey vardı; hemen halam kırmızı beyaz keten aldı, ama bayrağı da dikkatli dikmek lazım. Halamla ikimiz eller titreye titreye diktik. Bir de kusursuz olması lazım.” (6-7 Eylül tanığı)

"Evimize saldırılmasına engel olabilmek için bayrak lazımdı. Ama hazırda evde bayrak yoktu. Mamam haber verince hemen çocukların kırmızı kağıtlarından kestim, üzerine ay yıldız yapıştırıp bayrak yaptım; al sana bayrak. Bizim sokağa kamyon girene kadar ben üç tane bayrak yapmıştım. Birini alt kata, birini üst kata, diğerini de yanımızdaki komşunun arabasının üzerine yapıştırdık ve evleri kurtardık. Karşımızda Rum evindeki kızın düğünü olacaktı, gelinlik elbisesi asılıydı. O elbiseyi de kesip kesip sokağa attılar." (6-7 Eylül tanığı) 

Başka zaman, başka yer, talihsiz bir bayrak denemesi:

“Asker köyleri yakarak Ovacık yönünden geliyordu. Haberi alınca atlara bir şeyler yükledik, hayvanlarımızla köyden çıktık. Erzincan yönüne çıktık.  Baktık, bizim köyden de duman yükseliyor. Erzincan/Surbahan tarafına yaklaştığımızda, baktık o yandan da asker geliyor. İki taraf arasında kaldık. Babam köyün muhtarıydı. Erkekelr kendi aralarında konuştular. Yorganı söktüler, bir sopaya kırmızı bir bez bağladılar. Kadınları çocuklarıbıraktılar, Ovacık yönünden gelen askerlere teslim olmak üzere geri döndüler. Nizamçukuru/Calınizamu denen bölgede askerle karşılaşıyorlar. Asker bunların üzerine ateş açıyor, hepsini öldürüyor. Babam atın üzerinde yaralı olarak kaçıyor. Kan kaybından Kuneherç’te ölüyor. Erzincan yönünden gelen askerler bizi teslim aldı.” (Dersim 38, Şirin Ova tanıklığı, Ma Sekerdo Kardaş?, İletişim Yayınları.)

Saldırıdan korunma yöntemi olarak dinî musikî ve sünnetli olmak 

Necmi Rıza Bey, İstanbul Radyosu solisti, hanende ve bestekar, “Ada sahillerinde bekliyorum” şarkısı ile çok meşhur. Beyoğlu, İstiklal Caddesinde çiçekçi dükkânı var. İstiklal Caddesinde bayraklı bir grup Rum, Ermeni, Yahudi  dükkân ve mağazlarını yağmalayarak, malları caddeye saçarak bizon sürüsü gibi geliyor. Sürü, kim Müslüman Türk kim değil karıştırıyor ve Necmi Rıza Bey’in dükkânına yaklaşıyor. 

Necmi Rıza Bey panikler ve dükkânın önüne çıkarak, Münir Nureddin’i andıran sesiyle “Allah adın zikredeelim evvelâ…” ile Mevlid giriş kısmını okumaya başlar. Kalabalık dükkanın önünde bir süre duraksar, “Allah kabul etsin amca” der geçerler. (Rıfat Bali'nin 6-7 Eylül 1955, Tanıklar, Hatıralar kitabından özetle)

Biraz ileride, Tünel-Galata Kulesi hattında, musikî yeteneği olmayan fakat belki minimal ifade yeteneği gelişmiş bir dükkân sahibi,  pantolonunu indirip sünnetli çükünü gösterir. Başına iş gelmez, dükkânı zarar görmez. (Dersim’de Ermeni ararken de milleti yan yana dizip sünnetsiz arıyorlardı. Dersim benim bildiğim kadarı ile kafası sünnete takık bir yer değil.)

O esnada Ahmet Hamdi Bey

Sürü geçtiği yerleri tarumar ederken, Ahmet Hamdi Tanpınar Bey, hemen oracıkta Narmanlı Han’da yaşamaktadır. Acaba caddede olup bitenin farkında mıdır? Ahmet Hamdi Bey, ki nesnelere ilgi duyar:

“…Mümtaz ikindi güneşinin altında bütün uzunluğunca, adeta dikilmiş hissini veren; öylece gözlerine batan sokağa baktı. Bir yığın eski eşya, karyolalar, kırık dökük mobilyalar, bezi yırtık paravanlar, mangallar yol boyunca iki tarafta üst üste yan yana diziliydi. En hazini sadece oraya düşmeleriyle bir facia teşkil eden yatak ve yastıklardı. Yatak ve yastık… Kaç türlü rüya ve kaç cins uyku vardı burada. (…) Bu küçük sokağın ne kadar üst üste, girift bir hayatı vardı. Nasıl bütün İstanbul, her çeşit ve her türlü modasıyle, en gizli, en umulmadık taraflarıyle buraya akıyordu. Sanki eşyanın, atılmış hayat parçalarının yaptığı bir romandı bu.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur)

İlhan Berk de nesnelere karşı boş deği. Galata Kitabı'nda Tanpınar bakışına benzer bir bakış var. Veya bana öyle geldi: 

“Bir gün burdan çıkıp giden eski bir pirinç karyola, sırlı, bal rengi koca bir boy aynası, bir komodin, oymalı ceviz bir büfe, bir duvar saati (elinizi uzatsanız ya sevgili eşyalar, bana adınızı söylesenize!) opal yeşil bir kupa, yuvarlak, mermer bir masa, çini bir soba, bir hezaren, bir Çin vazosu, bir sini, bir fağfur kâse, elbet düşüne girecek ve kolay kolay da çıkmak bilmeyecektir. Hem eski eşyaların dostu bu kulunuz burasını az tepmemiştir.” (İlhan Berk, Galata Kitabı, Kuledibi Bitpazarı’na dair)

Eskici esnafının da nesnelere bir bakışı var. 1958 doğumlu, çocukluğu ve ilk gençliği Kurtuluş semtinde geçmiş bir arkadaşım nesnelere dair sohbet ederken şöyle dedi: “Hatırlıyorum, Kurtuluş eskici esnafı, ‘şu kocakarılar ölse de eşyaları alsak’ diye konuşurlardı aralarında.” 

“Kocakarılar” Ermeni anneler idi büyük ihtimalle. Çocuklar başka ülkelerde hayatlar kurmuşlar. Anneler, “ben buralıyım, buraya aitim” dediğimiz mekân ve hafıza bağımlılığı ile oturma odalarından, çay fincanlarından, pencerelerinden ayrılmamış, yerlerinden kıpırdamamışlar. 

***

Biz yine Kulüp dizisine dair görüşler ile yazıyı bağlayalım:

'Kurtlar Vadisi'ndeki düşman banker' olarak gösterilmeyen bir Yahudi temsili Türk televizyonunda herhalde ilk defa oluyor. (…) Türkçe medyada azınlıklar konusu, Yahudiler konusu geçtiğinde, hemen bir "500 yıllık dostluk", "Biz ne güzel komşuluk ilişkileri içinde yaşardık", "Nerede o eski günler" gibi bir toz pembe romantizme geçiş oluyor. Ama tabii bunun hiçbir gerçekliği yok. Nerede bu insanlar? Ayrımcılık yüzünden göç ettiler, fakirlik yüzünden göç ettiler. Bu bölüm unutuluyor. Bu dizi öyle yapmamış. O yüzden çok değerli bir iş. (…)  Ve tabii en değerli olan kısmı da bunların hiçbirini duymamış insanların karşısına çıkarılması. Öyle bir yabancılaşma var ki Türkler bizi tanımıyor. Birbirimizi tanımıyoruz gibi oldu." (Nesi Altaras, Avlaremoz gazetesi editörü)

—–
Gelecek bölüm: Kürdün nesne hâli

—–
Tepedeki fotoğraf: Zaven Biberyan

—-