Ekonomik kriz döneminde gazetecilik

Bir yanda “suni döviz artışı”, öte yanda “dibi görüyoruz” söylemini benimseyen yayınlar varken hedef “çözüm gazeteciliği” olmalı

SARPHAN UZUNOĞLU

15.08.2018

 
Türkiye’de gazetecilik pratiği birkaç tür baskıya birden direnmeye çalışarak ayakta kalmaya çalışıyor. Dijitalleşmenin tüm dünyada olduğu üzere yarattığı “büyük dalga,” öte yanda politik alandaki sıkışmışlığın yarattığı “çaresizlik”, yanlarına finansal modellere dayanan “belirsizlik” eklendiğinde gerçekten büyük problemler.
 
Ancak, öyle ya da böyle meslek farklı sermaye yapılarının çatısı altında icra ediliyor, farklı sahiplik ve statülerdeki kuruluşlarca devam ettiriliyor, yarı-profesyonel örnekleri ve politik organizasyonların mecralarını da katınca incelenebilecek örnek sayısı artıyor. Bu sebeple de pratiğe ilişkin gözlem yapma ve onu dönüştürmeye çalışma görevimiz sürüyor.
 
Bugünlerde gazetecilik pratiğinin de odağında tüm diğer alanlarda olduğu üzere “ekonomik kriz” var.
 
Ekonomik kriz başlığı altında farklı mecralarda farklı türlerde haberler görüyoruz. Çoğunluğa baktığımızda, bir tarafta iktidarca benimsenen “suni döviz artışı” söylemini besleyen yayınlar, öte yanda ise “dibi görüyoruz” söylemini benimseyen yayınlar var. Az sayıda ise “gazetecilik yapmaya” çalışan yayın var.
 
Üretilen içeriklerin büyük çoğunluğu, ünlü ekonomistlerin görüşlerini sorma gibi pratiklere dayanıyor. Liberal, sosyalist ve benzeri ekollerden ekonomistler “ne yapmalı” sorusuna kendi teorik/siyasal arkaplanları doğrultusunda doyurucu olan/olmayan yanıtlar veriyorlar. Aralarında büyük benzemezlikler var. Haberlerin çoğu “o ne dedi vs. bu ne dedi” formatında. Korkut Boratav’dan Atilla Yeşilada’ya birçok iktisatçıya sorular yönelten medya mensupları “doğruyu” arıyor gibi görünüyorlar; ama ona ulaşmaya ne kadar “istekliler”, tartışmalı.
 
Tabii, tanıklıklarına ve “uzmanlıklarına” başvurulan insanlar arasında biri var ki, onu böyle bir yazıda anmadan olmaz: 2001 krizine dair medya arşivlerinin başrol oyuncusu olan ve dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'in önüne yazar kasa fırlatan Ahmet Çakmak. Çakmak, Yeni Şafak’a görüşlerini anlatmış, zaten sosyal ağlarda ilgili söyleşi yeterince dolaştı. İçeriğe dönmeye gerek yok. Ancak Türkiye’nin krizde olup olmadığını “sembol” bir isme sorarak “bu kriz yapay” cevabını verdirmek, gerçekten ancak necip Türkiye medyasının aklına gelebilecek bir iş. 
 
Azınlık diyebileceğimiz oranda haberlerde ise veri görselleştirme gibi pratiklere dayanan; insanlar için meseleyi daha anlaşılır kılmaya dayanan bir yaklaşım var. Ancak, bu tür bir “öğreticilik” amacı benimsemiş gibi görünen yayınlarda bile “kim ne diyor” içerikleri çoğunlukta. Yine de, sürecin yapıtaşlarıyla birlikte döviz kurlarındaki artışı ele alan kaliteli infografiklerden pek de işin ehlinin elinden çıkmamış işlere kadar “az sayıdaki yayında” olumlu bir çaba hakim. Bu konuda en güzel örnekleri Twitter ve Youtube üzerinden yayın yapan Mesele Ekonomi hesabı ortaya koyuyor.
 

Benim tüm bu haberlerle ilgili birkaç çıkarımım var. İlki şu: Türkiye’de ekonomi haberi yapmak kriz haberi yapmaktan daha zor. Genel olarak, gazete okuyan nüfusta dahi ciddi bir ekonomi okur-yazarlığı problemi var. İkincisi, haberlerin hedef kitlesine ulaşamama problemi. Artan polarizasyon, ekonomik anlamda krizden en çok etkilenen/etkilenecek olan kitlelerin doğru düzgün bir şekilde bilgiye ulaşamamasına neden oluyor. Örneğin, Bloomberg’in Tic/Toc hesabı Erdoğan’ın Bayburt mitingini Türkiye’nin ekonomik krize yanıtı ne olacak şeklinde canlı yayında verirken, iktidar medyası bir tür “meydan savaşının” bir ayağını yayınlıyor.
 
Orada “o ne dedi, bu ne dedi” haberciliğinin sadece bir yarısı yapılırken, bugün bazı bankaların mobil/web şubelerinde döviz kurlarında açtıkları makaslar, yahut bir süreliğine kapanan satışlar gibi meseleler pek gündem olmuyor. Muhalif yayınlardaki kalburüstü içerikler de ne yazık ki hiçbir şekilde hedef kitlelerine erişemiyor. Bu zaten yapısal bir problem ve şu kriz sürecinde çözülmesi bana oldukça güç görünüyor. Üçüncüsü şu: Türkiye’de dünyada yaşanan ideoloji krizinin bir benzeri yaşanıyor. Sol entelektüeller bile IMF dışı seçenekleri dillendirmekte çekingen davranıyorlar. Bu konuda benim denk geldiğim istisnai örneklerden biri Korkut Boratav, onun söyleşisini de DW “tek yol IMF” tadında aktarmış. Oysa ortada ilginç ve bana kalırsa bunca IMF’ci arasında haber değeri taşıyabilecek bir başka formülasyon var — mesele formülün itibarı değil, farklı bir önerinin sahip olduğu haber değeri.
 
DW’den bir örnek vermişken, bir başka örnek vermeden de geçemeyeceğim. DW Türkçe, BBC Türkçe gibi yayınlar kamu diplomasisinin aracı olarak da algılanabilir. Yaptıkları haberler ve kullandıkları haber dili, çok önemli. Euro’nun ve Dolar’ın zirve gördüğü 10 Ağustos 2018 tarihinde yaptıkları bir haber ise bana kalırsa birkaç anlamda problemliydi. DW Twitter hesabından video şeklinde paylaşılan haberde “Mevcut kurlarla bugün Almanya'yı ziyaret etmiş olsaydınız neye ne kadar öderdiniz?” sorusunun yanıtı aranıyordu.
 
Bir şekilde, haberlerde sosyal ağlarda hâkim olan dil ve söylemin benimsenmesi, tıklamayı artıran bir unsur olabilir. Yine de,  “Euro'yu ortalama 7,5 TL olarak alıp sizler için küçük bir liste hazırladık” mantığı üzerine kurulu olan bir haberin ne kadar sağlıklı olduğunu sorgulamak gerekiyor. “Sadece eğlenceli olsun diye haber yapmak” elbette mümkün ve zaten sektörün uzunca bir süredir “infotainment” olarak anılması da buna dayanıyor. Ancak, öyle ya da böyle, bir ulusun toplu hâlde ve trajik biçimde yoksullaşmasının böylesine “eğlenceli” ve bana kalırsa politik anlamdaki tek işlevi iki ülke arasındaki ekonomik hiyerarşiyi vurgulamak olacak şekilde ele alınması sıkıntılı.
 
Örneğin bu haberin, Türkiye’nin geleceğini belirlemek için oy kullanan ve Almanya’dan asgarî ücret alan bir Türkiyeli’nin Türkiye’ye döndüğünde mevcut fiyatlarla asgariî ücretiyle neler yapabileceği şeklinde yapılması bana kalırsa hem politik anlamda daha “alakalı” hem de “göz açıcı” olurdu. Böylece, uzun süredir yurtdışında yaşayan ve AKP’ye oy veren Türkiyeliler ile Türkiye’de yaşayıp AKP’ye muhalif olanlar arasındaki yüksek tansiyona da selam çakılabilirdi. Bir de tabii bir yayın kuruluşunun döviz kurlarını “şöyle sabitledik, böyle yaptık” şeklinde ele alması ne kadar etik, bu da bir tartışma konusu.
 
Ekonomi haberlerinde ciddiyetin yerini spekülasyon ve tabir-i caizse goygoya bırakmış olması, aslına bakılırsa finans haberciliğinin köklerinde olan veri gazeteciliği alanına da biraz hakaret. “Halkımız anlamaz” bahanesinin arkasına sığınmadan, insanlara ekonomi anlatmak “emek istese de” ortalama görüşlerini artık herkesin tahmin ettiği kişilere soru sormaktan daha anlamlı olabilir.
 
Elbette, çuvaldızı yalnızca gazetecilere batırmak kolay. Gerçekten de ekonominin başındaki bakanın yaptığı toplantıda hiçbir şey söylememek üzerine kurulu Demirelvari söylemi, eminim gazetecilere de “yorum yapmak” dışında söylenecek çok söz bırakmıyordur. Zira Güler Sabancı’nın “event çıkışı” yaptığı ve bana kalırsa Türkiye’de maaşla yaşayan kesimin tüylerini diken diken etmesi gereken konuşma da, verilecek ekonomik reaksiyonun henüz belli olmadığı; ama reaksiyonun acısının sermayedarlardan çok “normal yurttaşlardan” çıkacağının kanıtı gibiydi.
 
Bitirmeden önce gazetecilerin “hakkını vermeye” devam edelim. Birçoğu asgarî ücretle çalışan gazeteciler için, kısa vadede “kendi kurtuluşlarının” mümkün olmadığını görmek zor olmasa gerek. Bana kalırsa bu ekonomik kriz, piyasadaki “kağıttan kaplan” yaygın medya ürünlerinin de, alternatif alanda zar zor ayakta duran kimi projelerin de felaketi olabilir. Buna rağmen herkes, “elinden geleni” yapıyor; hatta Hürriyet’te yayımlanan Cansu Çamlıbel’in Türkiye-ABD krizi yazısı Internet baskısından bir anda “uçmuş olsa da” en azından insanların “krizi anlama/anlatma” konusunda bir şeyler söyleme uğraşında olduğunun göstergesi.
 
Peki ne öneriyorum, ya da ne yapılabilir?
 
Süleyman İrvan Hoca, benim 2016’da yazdığım bir yazıya ve yine Ümit Alan’ın yakın zaman önce Birgün’de yazdığı bir yazıya referans vererek, “çözüm gazeteciliği” başlığını tekrar gündeme taşıdı. Çözüm gazeteciliğine dair geniş bir çerçeve çizen yazıya gözattıktan sonra fark edilebileceği üzere kavram genel olarak “o ne dedi bu ne dedi” diyerek yorumu okura bırakan bir gazetecilik yerine, örnekler, çözümler ve çözümsüzlüklerin analizine dayalı bir yayın anlayışı öneriyor.
 
Gerçekten, bu günlerde, ekonomi haberlerine çöken “ağır umutsuzluk” ya da tam karşıtı olan “ulusal seferberlik ruh hâli”, hem toplumsal anlamda fayda üretmiyor, hem de gazetelerin siyasal anlamda topluma ve karar vericilere rehberlik etmedeki enformasyonel rolünü oldukça görünmez hâle getiriyor.
 
Örneğin IMF gelirse ne olur, daha önce ne oldu, Yunanistan ne yaptı, neler yaşadı, Arjantin’in “borçlarımı ödemiyorum” resti sonrası neler oldu gibi meseleleri daha ayrıntılı konuşmak ve hükümetin “kestirilemez” hamlelerinin arkasına sığınmak yerine, mevcut şartlarda topluma en azından çözüm odaklı bir fikir edinme ihtimali sağlamak ilk öncelik.
 
Yoksa, uzun yıllardır olduğu üzere, muhalif olarak tanınan yayınların dahi üstlendiği “iktidar adına toplumu korkutma” işlevini sürdürerek, kendi felaketimizi daha korkunç şekilde yaşamayı garantileyeceğiz.