Erdoğan aslında çok şey anlattı
Temel sorunumuz batık ekonomi ve olmayan demokrasiyken, karşımıza yine “terör tehdidi” çıkıverdi. Kayyum da üzerine tüy dikti
04.06.2024
Dün hep beraber yeni bir kayyum haberiyle uyandık. İçişleri Bakanlığı’nın açıklamasına göre; “Kutsal” sandık aracılığıyla ve halkın iradesiyle seçilen Hakkari Belediyesi Eş Başkanı Mehmet Akış gözaltına alınmış, Hakkari Belediye başkanlığına kayyum olarak il valisi atanmıştı. Akış’ın yargılandığı ve tüm bunların nedeni olarak gösterilen davanın ise on yıl öncesine ait olduğu ortaya çıktı. Asıl önemlisi, Akış’a verilen kesinleşmiş bir ceza söz konusu değildi. Yani belediye başkan adayı olmasında sakınca yaratmayan bir dava, birden bire belediye başkanlığı yapmasına engel sayılıvermişti.
Üstüne üstlük görevden alınan seçilmiş başkanın yerine, hukuki prosedür işletilerek belediye meclisinden aday belirleneceğine, tepeden bir atama yapılmıştı.
Her ne kadar İçişleri Bakanlığı tarafından “geçici” bir tedbir olduğu söylense ve hatta gerçekten geçici bir tedbir de olsa, yapılan müdahale kabul edilebilir değildi.
Lakin şaşırmadık. Yerel seçimlerin hemen ardından Van’da yaşanan, Abdullah Zeydan’ın mazbata almasının geciktirildiği süreçte de söylemiştik; sular durulup “normale” dönüldüğünde, DEM Partili siyasetçilere bu tür baskı ve baskınların yapılacağı, Türkiye’yi ve devlet politikalarını tanıyanlar için aşikardı.
Halbuki çok değil, bir gün önce, Erdoğan’ın AK Parti istişare toplantısında gerçekleştirdiği iki konuşmaya dair pek çok yorum yapılmıştı. Muhalif çevrelerde öne çıkan ruh hali, Erdoğan’ın “özgürlük, demokrasi” ve “normalleşme, yumuşama” vurgularından duyulan memnuniyetti.
Kim istemez ki, normalleşmeyi, yumuşamayı, özgürlüğü, demokrasiyi? Koca koca insanların birbirlerine ergen gibi laf atmadan, hakaret etmeden iletişim kurmasını. Tartışmak dahi abes. Lakin Erdoğan’ın iki konuşmasında da asıl önemli vurgu, hem demokrasi ve özgürlüğün hem de normalleşme ve yumuşamanın sınırlarına dair oldu.
Bunların tartışılması gerekiyor.
Temel sorun terör mü, ekonomi mi?
Konuşmalarında Türkiye’nin temel sorunlarından birinin terör olduğunu söyleyen Erdoğan; bu kapsamda PKK ile FETÖ adlarını zikretti. Soralım; Türkiye’nin temel sorunu terör mü gerçekten?
Elbette ki konumu, hem Doğu hem de Batı’yla bağ kurabilecek kültürel şekillenmesi ve askeri gücü nedeniyle, her ulus devlet gibi Türkiye’yi de içeride veya dışarıda her daim tehdit eden odaklar olacaktır. Aynı zamanda her ulus devlet, kendi beka ve güvenliği için önlemler de alır, politikalar da uygular. Bunlar global siyasi gerçeklerdir ve sınırları belli her ulus devletin hem iç hem de dış politikalarında yer bulur. Yani biz doğru bulalım veya bulmayalım, her devlet iktidarını, gücünü ve sınırlarını korumak için güvenlik politikaları üretir.
Mesele şu ki, şimdi biz ülke olarak “PKK ile FETÖ’nün neden olduğu terör tehdidi” altında yaşıyor ve bundan dolayı büyük sıkıntılar mı çekiyoruz? Hayır. Belki de yüzüncü defa yazıyorum; Türkiye’nin temel sorunu ekonomi ve demokrasidir. Zira ülkenin güvenlik zafiyeti yok. Tersine hem askeri açıdan hem de iç ve dış güvenlik açısından büyük yatırımlar yapılarak, kaynaklar aktarılarak korunuyor. 2024’ün Türkiye’sinde temel sorunumuz terör tehdidi değil, ekonomik olarak dibe vurmamız, halkın büyük çoğunluğunun çektiği geçim sıkıntısı ve bırakınız toplumsal gösteri hakkını kullanmayı, milyonların fikrini, eleştirisini, taleplerini ifade ederken dahi duyduğu korku ve kaygıdır.
Her ay kredi kartı borcunu katlayarak geçinmeye çalışan milyonlar; “Acaba bugün terör örgütleri bizi bombalayacak mı?” korkusu yaşamıyor. Aksine iktidarın politikalarından kaynaklı olarak yarın ne yiyeceğini, ay sonunu nasıl getireceğini düşünüp kaygılanıyor.
Zengin daha zenginleşmeye, fakir de daha fakirleşmeye son sürat devam ederken, Mehmet Şimşek her konuştuğunda milyonların yürekleri ağızlarına geliyor. Açık konuşalım; sistemin enkazı tam anlamıyla yoksulların üzerine yıkıldı. Enkazın faturası da insafsızca yine bize kesilmeye çalışılıyor. Bu tablodan sorumluluk duyması gereken iktidar; israfçı bürokrasiden, tekelci sermayeden, ekonomik krize rağmen her çeyrekte kâr eden bankalardan, milli geliri “babamın parası” diye gözümüzün önünde çatır çatır yiyen yüzde beşten, üç dört maaş alıp yine de doymayanlardan, meclise dahi gitmeden yüklü bir maaşı cebe atanlardan tasarruf isteyeceğine, enkazda zerre payı olmayan halka da tasarruf tedbiri uyguluyor. Neden? Biz mi yönettik ülkeyi, biz mi batırdık ekonomiyi, biz mi kâr sağladık, biz mi zenginleştik, biz mi yatarak para kazandık da kemer sıkma ve tasarruf politikalarına biz de dahil ediliverdik?
Oysa vahşi kapitalizmden vazgeçilmeyeceğini bilsek de iktidar öncelikle, kurulu sistem içinde olabildiği kadar bu dengesizliği ve adaletsizliği değiştirmeliydi. Hem de bırakın tasarruf etmeyi, zaruri ihtiyaçlarını dahi zar zor karşılayan milyonlar söz konusuyken.
Fikrini söylemek bedel ister
Demokrasiye gelirsek; tekrarlıyorum, bırakın toplumsal yürüyüş ve gösteri hakkını kullanmayı, bu ülkede fikrini ifade etmeye korkuyor insanlar. Zira her konuşma ve eylemin ardından cezaevinin gelebileceğini tüm ülke gayet iyi öğrendi artık. Cezaevleri ise girenin çıkmasının çok zorlaştığı bir döngüye sahip günümüzde.
Yoksul insanlar, öğrenciler, memurlar, köylüler ya da işçiler, cezaevine girip ellerine geçen üç beş kuruştan da olmaktan, okuldan atılmaktan, iş bulamamaktan korkuyor. Korkmayanlar ise ödedikleri bedel sonrası karşılaştıkları bencillik ve bağlamı kuramayanların budalalığından kaynaklı yalnızlaşıyor. Yoksa böylesi derin bir yoksullaşma ve çıkışsızlık yaşanırken, aynı büyüklükte bir sessizlik de olmazdı emin olun.
Lafı fazla uzatmadan belirtelim; Türkiye’nin temel sorunu terör değil, batık ekonomi ve demokrasi yoksunluğudur. Bugün ikisi de birbirini besliyor ve her geçen gün daha fazla kuşatıyorlar halkı.
Eğer ki AK Parti, istişare toplantısında söylendiği gibi, milletin sesini duymaya gerçekten niyetliyse önce bunu görmeli ve kabul etmeli.
Kırmızı çizgilerime dokunma
Erdoğan’ın her iki konuşmasında öne çıkan konulardan biri de; normalleşme ve yumuşamanın sadece iktidarla muhalefet arasında olmasıydı. Tabii muhalefet derken kastedilen sadece CHP’ydi ve yumuşamanın sınırları şöyle çizildi: Her iki taraf da birbirinin kırmızı çizgilerine dokunmayacak. Tarafların kırmızı çizgileri neydi, neler görüşülmüştü, bunları şimdilik bilmiyoruz.
Aynı kapsamda Türkiye’nin bazı önemli meselelerinin siyaset üstü ele alınmasının da altını çizdi Erdoğan. CHP’yi; yurtdışında Türkiye’ye dair olumsuz propaganda yapmamaya, teröre karşı birlik olmaya, dış politikada uyum sağlamaya davet ediyordu.
Lakin ülkenin neredeyse yarısının “terörist” sayıldığı, diğer yarısının da her an “terörist” olabileceği Türkiye’de nasıl olacaktı bu? Mesela CHP, gözaltına alınan Hakkari belediye başkanı Mehmet Akış’a, Selahattin Demirtaş’a ya da Gezi davası sanıklarına terörist diyecek ve yurtdışında bu kapsamda adımlar atmayarak çağrılar yapmayacak mıydı?
Yerel seçimlerden hemen sonra da yazmıştım: Sadece AK Parti değil, kurulu devlet mekanizması da ülkedeki tüm parti ve yapılardan, aşırılıkçı veya şiddet yanlısı birey ya da kesimlerin ayrıştırılmasını, elenmesini istiyor. Bu faaliyet, net bir devlet politikası olarak uygulanıyor.
Geçen yıllar içinde güçsüzleşen, küçülen veya mecliste koltuk kapma sevdasına doğru evrilen irili ufaklı sol yapılar, şu anda devlet için herhangi bir tehdit oluşturmadığından, öncelikli olarak Kürt siyasetine yönelen bu politika, silahlı güçlerden arınma sağlanmadıkça bitmeyecek. Aynı şekilde, pek çok cemaat ve yapı devlet tarafından makul görülürken, Gülen cemaati, iktidarı isteyecek bir hamlede bulunduğu için tehdit şeklinde kategorize edilmeye devam edilecek.
Zira silahlı güçleri ve iktidara tehdit oluşturanları asla mazur görmeyen devlet mekanizması, hep böyle işledi, işliyor ve işleyecek.
Nihayetinde Erdoğan, “reform” derken de, “millet” derken de bu iki yapıyla, uzaktan yakından ilgisi olmasa dahi, bağlantılı gördüklerini kastetmiyor. Aynı zamanda hukuk dışılığı kırmızı çizgi olarak belirtip, ardından “Terör, darbe, şiddet hukuk dışıdır.” diye ekliyor.
Oysa muhalifler açısından mevzu hiçbir zaman terörü, darbeleri, şiddeti savunmak olmadı zaten. “Darbeci, terörist ve şiddet çağrısı yapıyor” diye etiketlenen pek çok kişi ve kurumun, gerçekte bu sıfatları hak etmemesiydi asıl mesele. Hal böyle olunca CHP ile AK Parti “hukuk içi veya hukuk dışı” kapsamında nasıl bir anlaşma yapacak merak ediyoruz. Hep birlikte göreceğiz.
Unutulmasın ki Türkiye’deki kurulu düzen, iktidara hangi parti gelirse gelsin aynı şekilde işlemeye devam edecek. CHP de iktidar olsa, azami üç yıl içinde bizim yine nur topu gibi teröristlerimiz ve terör tehditlerimiz olacak. Sistemin çizdiği sınırlara riayet etmeyen kişi veya partiler ise bu ülkede iktidara gelme şansına sahip olamayacak.
Darbe anayasasını isteyen kim?
Son olarak Erdoğan’ın konuşmalarında öne çıkan başlıklardan biri de yeni anayasa oldu. Darbe anayasasını savunmak, kendini ilerici, demokrat olarak tanımlayan kimsenin tercihi değildi zaten. Gerçek demokratlar ve ilericiler, hiçbir zaman darbe anayasasını olumlamamıştı da.
Ama darbe anayasasında dahi yer alan hak ve özgürlükler pratikte uygulanmazken, neden yenisi için çaba harcayacaktık ki biz? Bu tutum, her ne kadar bağnaz ulusalcılar tarafından darbe anayasası şakşakçılığı gibi pazarlanmaya çalışılsa da, temel sorun yeni anayasaya dair duyulan haklı kuşku ve isteksizlikti. Yoksa kimsenin; “Canım darbe anayasam, senden vazgeçmem” demesi söz konusu bile değildi.
Farklı bağlamlarda aktarsa da, biz halk olarak Erdoğan’ın iki konuşmasında da ne söylediğini, pratikte yürütülen politikalarla da ne yapılmak istendiğini çok iyi anladık aslında. Ne diyelim; anlamayanlar ya da anlamak istediğini öne çıkaranlar düşünsün gerisini de.
Gerçek şu ki; bir sabah güne kayyumla uyanan, siyasi kararlarla cezaevlerine kapatılanları izleyen, 1 Mayıs’a katıldığı için tutuklananları gören, yumuşamanın sadece AK Parti ve CHP ilişkisinde yaşanacağını anlayan, her geçen gün daha da yoksullaşan milyonları, artık ne yeni anayasa söylemi ne maaşlara yapılacak üç kuruşluk zam ne de umut tacirliği heyecanlandırabiliyor.