Ev, evsiz, mahrem

Neokapitalist düzenin kentten uzaklaştırılmasını, kamu gözünden kaybolmasını istediği evsizlere destek çoğunlukla gönüllülerden geliyor

KARİN KARAKAŞLI

04.03.2021

Şimdilerde garip bir alışkanlık türedi; yoksulluk romantizmi. Dünyanın en katı gerçeğini nostaljik obje kılmak da tam neokapitalist düzen insanına yaraşır bir yandan. Çünkü düzenin kendisi gerçeklerin sirk aynasındaki suret gibi çarpılmasını, yoksulluğun handiyse yoksul insanın kendi sorunu ve başarısızlığı gibi tınlamasını hedefliyor. Bu arada “az şeyle yetinme”nin parodisi eşliğinde aklı sıra “vicdan”ları aklıyor. Tam bu sebeple tüm yurtta ve dış temsilciliklerde de bir yoksulluk bayramıdır bitmiyor. Metro girişlerine, altgeçitlerin altına sığınmış insanları ve onlara yoldaşlık eden köpeklerle, battaniye altına girmiş kedileri “Aaaa, ne tatlı, nasıl da yürek ısıtan bir fotoğraf” diye paylaşmak çok duyarlı bir insan olduğunuzun kanıtı adeta. Ya da sobalı bir oda fotoğrafı paylaşıp “Ah ah, burada ne güzel çay demlenirdi, nasıl güzel zamanlardı” demek de öyle.

Her şey çerçevesiyle birlikte anlamlı. Kedi ve köpeğin, bir evsize, yeri geldiğinde insandan daha yakın olmasını, evsizin kış ortasında soğuğa mahkûm edilişini dert edinirsen, sonra belki bu sıradışı dayanışmaya da hayran kalma iznin olur. Keza o sobaları ısıtmak için sabahın köründe ayaklanıp odun, kömür taşıyanları, lodosta soba zehirlenmesinden ölenleri de yâd ettikten sonra bir sobanın etrafında buluşmanın sıcaklığından bahsedebilirsin. Ama kendin yaşamamışsan, söylediklerin sığ, bencil ve sahte kalacak. Sadece bir kez daha duygu sömürmüş olacaksın. 
 
Yangında ilk yakılacaklar
 
Pandemi gibi küresel bir felaket, hayatın doğal akışında görülen sorun ve çelişkileri billurlaştırdı. Robotsu rutinlerimiz içerisinde tepkilerimizin uyuşturulmasıyla görmezden geldiğimiz ya da bakıp geçtiğimiz her şey şimdi olanca çıplaklığı içerisinde karşımızda.

Buradan hareketle, dünya genelinde “Evde kal!” sloganıyla en büyük sosyal mesafe tedbiri olarak gündeme gelen uyarı “Ya evin yoksa nerede kalacaksın?” sorusuna dönüştü. Hiçbir sosyal güvence ve destek verilmeksizin ücretsiz izinli ilan edilen ya da dükkânını, mekânını kaybeden insanlar için bu soru her gün ölüm-kalım savaşı olarak yaşanan bir hayatın özeti. 

Hâl böyle olunca, önemli evrakların bulunduğu dolapların üzerinde yazan “yangında ilk kurtarılacak” uyarısının yerini “yangında ilk yakılacak” kararının almasına da şaşırmamalı. Artık kurtarılmasına öncelik verilenler ve kurtarılmasa da olur denilenler var. Bu “Altta kalanın canı çıksın” deyiminin cisimleşmiş hâli olan hiyerarşik bakış açısı, COVİD-19'un olağanüstü koşullarında kendini ifade edecek ortam buldu. Dolayısıyla neokapitalizmin Nazi yönetimindeki arî ırk kavramını yeniden devreye sokuşuna tanık olduk. ABD'li belediye meclisi Kenneth Turnage’nin bir paylaşımı buna veciz bir örnek: “Ciddi sayıda kişiyi kaybedebiliriz, pek çok yaşlıyı kaybedebiliriz, bu da işlevini yitirmiş Sosyal Güvenlik Sistemi’ndeki yükleri, sağlık bakımı maliyetlerini azaltır. Salgın dalgası bir kez yatıştığında diğerleri için hazır işler olacak ve aynı zamanda çok ihtiyaç duyduğumuz konutları da mevcut hale getirecek.” Kaybedilmesi öngörülen kişiler arasında elbette evsizler de vardı. Turnage görevden uzaklaştırıldı ama savunduğu görüş maalesef hâlâ ve ısrarla tedavülde.

Evsizlere yakından bakmak, altında yaşayacak bir çatısı olanların durumuna dair de çok şey söylüyor. O çatı kimi zaman müstakil villaların tepesinde, kimi zamansa derme çatma gecekonduların, konteyner barınakların üzerinde. Evsizlere gören gözlerle bakmanın anlamı, onların günlük gerçeklerini olduğu gibi algılama, hak kavramının eşitler arasındaki aynılığını hatırlama, kimlerin hangi gerekçelerle ve ne amaçla “daha az insan” olarak görüldüğünü fark etmeyi içeriyor. 
 
Sokakta yaşayanın gösterdiği
 
Evsizler hep vardı. Bütün grup ve topluluklarda geçerli olduğu üzere burada da homojen genellemelere yer yok. Herkesin hikâyesi biricik ve insana eşitlikçi yaklaşmak tam da bu farklılıkları görmeyi içeriyor. Örneğin bazı evsizler için kapalı ortamda kalamamak, sadece yoksulluk yüzünden mecbur kalınan bir durum değil. Kışın onlar için açılan barınaklarda kalmayı tercih etmeyen, artık kapalı ortama giremeyenler ya da kader ortağı köpeklerini içeri alamadığı için, sokaktaki yerinden olmamak için barınakta kalmayanlar var. 

Tam da bu gerçekten hareketle Almanya'nın Ulm şehrinin parklarına ve belli noktalarına evsizleri barındırmak için rüzgâr ve su geçirmez uyku kapsülleri yerleştirildi. Temiz hava sirkülasyonuna da sahip kapsüllerde mahremiyet sağlamak için kamera bulunmuyor ancak kapıların açılması, bölmenin temizlenebildiğinden emin olmak için kullanımdan sonra bölmeyi kontrol eden sosyal hizmet çalışanlarını uyaran bir hareket sensörü var. Soluk almalık bir sokak durağının tarifi işte böyle.

Neokapitalist düzenin kentten uzaklaştırılmasını, kamu gözünden kaybolmasını istediği, hele pandemi dönemde adeta gözden çıkardığı evsizlere gereken destek, sosyal devletin yokluğunda çoğunlukla gönüllülerden geliyor. Örneğin, ABD’nin Michigan eyaletinden Eradajere Oleita adlı çevre aktivisti, kış mevsiminde evsizlerin korunmasını sağlayabilmek için topladığı cips paketlerini uyku tulumlarına dönüştürmüş. Cips Paketi Projesi (The Chip Bag Project) kapsamında sabunlu sıcak suda bekletilen cips paketleri kesilip ütülenip birbirlerine yapıştırılıyor. Uyku tulumunun içini kaplamak içinse eski montlardan sökülen köpük ve dolgu kullanılmış. Oleita ve ekibi kurdukları internet sitesiyle mont, çorap, ayakkabı ve şapka gibi bağışları da kabul ediyor. 

ABD'nin Utah eyaletinden Darin Mann adında bir başka aktivistse, Köy Kampı adını verdiği ve bahçesinde kurduğu çadırlarda on beş kişiyi ağırlıyor. Bu projenin özündeki anlayış Mann’ın “Her insan düzgün muameleyi ve ihtiyaç duyduğunda yardım edilmeyi hak eder.” sözünde saklı. Mann'in kampın yakınlarında bir bahçesi daha var. Burada yetiştirilen sebze ve meyvenin çoğu evsizlerle ilgilenen kuruluşlara bağışlanıyor. Köy Kampı sakinleri, burada gönüllü olarak çalışıyor. Ancak düzenin çarkları ve dişlileri gereği bu durumdan rahatsız olanlar da var. Şikayetler üzerine Mann'e konut arazisinde iki günden fazla kamp yapmanın yasadışı olduğunu bildirilmiş. Konut arazin bile kişisel iradenin sınırları içerisinde değil. Hele de orada yapmaya kalktığın faaliyet düzene aykırıysa. 
 
Boş oteller manzarası
 
Düzene aykırılık asıl tekinsiz bulunma hâlini, neokapitalizmin değer silsilesini, felsefesinin dayandığı temel noktaları faş etmesinden alıyor. Bu bağlamda evsizler yol kenarında soğuktan donarak ölürken otellerin tedbirler gereği bomboş olması da durumu gösteren dehşetli bir manzara. 

ABD’de otelciler koronavirüs salgını sırasında imajlarını korumak için, Los Angeles'ın evsiz nüfusuna kapılarını kapatmakla suçlandı. Bir kişinin COVİD-19 testinin pozitif çıkmasının ardından barınakları kapatılan Las Vegas'taki evsizler, boş bir otoparkta çıplak beton üzerinde uyumak zorunda kaldı. Arka planda şahane manzaralı bomboş oteller duruyordu…

Sonunda Oakland’da bir grup evsiz anne, aylardır işgal ettikleri evde oturmaya hak kazandı. Ardından bir grup evsiz protestocu, El Sereno’da terkedilmiş bir eve yerleşti. Kendilerini hatırlattılar. İnsan olduklarını, temel hak ve ihtiyaçlarını. Boş evler, kütüphaneler, dinlenme ve eğlence merkezleri gibi hükümete ait binaların devreye girmesini talep ederek. Kendilerini dışlayan düzene “Biz buradayız” diyerek. 
 
Kayıtsızlık ve zevk sarkacındaki zulüm
 
Soğuktan kaynaklanan ölüm vakaları bu kış dünya genelinde tırmanışta. Küresel sorun demek, dünyanın hiçbir yerinin kurtarılmış bölge ilan edilememesi demekmiş. Ama küresel sorun küresel dayanışmayı beraberinde getiremiyor. Dayanışma ve destek ağları halen özveri, emek ve inatla kuruluyor. Çünkü tedavi koşullarından aşı teminine kadar her bir ülkenin kendi içinde, devletlerin de birbirine kıyasla sergilediği sınıfsal ve hiyerarşik tabloyu insan onuru ve temel insan hakları kabul edilemez bulan birileri var. Kötülüğü mümkün kılan en büyük mekanizma karşındakini kendinle eşdeğer görmeme refleksi. Bu ayrımcı saplantı, uç örneklerde evsizlere yönelik kasıtlı ve tüyleri diken diken eden saldırılara dönüşüyor: Washington DC'de güvenlik kameralarının kaydettiği vahşi saldırıda evsiz Darryl Finney’in ateşe verilmesi ve iki gün sonra hastanede ölmesi; California’da William Robert Cable’ın 8 evsizi yemeklerine koyduğu, biber gazından iki kat kuvvetli bir maddeyle zehirlemesi ve dahası evsizlerin geçirdiği nöbetleri filme alması. Bölge başsavcısı Todd Spitzer’in olayla ilgili kurduğu cümle, kan donduran gerçeği gözler önüne seriyor: “Bu insanlar savunmasız oldukları için hedef seçildi. İstismar edilip zehirlenerek sapkın bir eğlence biçiminin parçası haline getirildiler. Saldırgan o anı tekrar tekrar yaşayabilmek için çektikleri acıyı kayıt altına aldı.” Tekrar tekrar tadına varılan zulüm. Hedef kitlesi özel olarak seçilmiş, bilinçle planlanmış ve izlenmesinden zevk alınan zulüm.  
 
Bir utanç olarak dışlayıcı mimari
 
Ama niye şaşırıyorum ki her boş alanı, bankı, apartman önlerini dikenli teller, çitler, çiviler ve sivri uçlu çıkıntılarla evsizlerin soluklanmasını, uzanmasını ve uyumasını engelleyecek bir hâle getiren sistemden başka da ne beklenirdi? Alanda “dışlayıcı mimari”, “hasmane mimari” gibi terimlerin çıkmasına yol açan uygulamalar, kamu nerede bitiyor, bedenin sınırları nerede başlıyor sorusunu da berberinde getiriyor. Kentsel düzenlemelerin ardındaki felsefe, yegâne mahremin olan bedenini dışlıyor. Tüketim kültüründe yerin yoksa, aslında bir hiçsin. Bedeninle, zihninle, ruhunla, kalbinle görünmezsin. Parlak neon ışıkların altında, dev alışveriş merkezlerinin kıyısında, demiryolu köprülerinde, altgeçitlerde, metro çıkışlarında yatan ve önünden geçenlerin görmezden geldiği evsizler, şehirlerin ne üzerine kurulu olduğunu da sorgulatıyor. Utku Özmakas ve Kansu Yıldırım, “Dışlayıcı Mimari” başlıklı makalelerinde kamusal alanın ‘makbul yurttaş’ tanımına uygun olarak şekillendirildiğini ve dışlayıcı mimarinin esasen kimlerin ‘kamu’nun bir parçası sayılıp kimin sayılmadığını gösterdiğini ifade ediyor. Müşteri ve tüketici olmayanlar kentsel mekânlardan dışlanırken, bütün dışlama girişimleri de ‘güvenlik’ bahanesinin ardına sığınıyor. Özmakas ve Yıldırım; yoksullar, işsizler ve evsizleri ‘kentsel hayalet’e dönüştüren döngünün duraklarını şöyle sıralamış: “Dışlayıcı mimari pratikleri, güvenlik maskesi altında sermayenin dolaşımını kolaylaştırmayı hedefleyen bir çabaya işaret eder. Dışlayıcı mimari uygulamaları, sermayenin ve -güvenlik kültürüyle el ele giden- tüketim kültürünün ihtiyacı olan ‘evcilleştirilmiş bir kamusal alan’ yaratma çabasının bir sonucudur.” 

Pandemi ile birlikte ev ve sokak kavramları sözlüklerdeki anlamını kaybetmiş ve yeni boyutlar kazanmışken, ev ve sokağı her daim sorgulatan evsizler, salgının sağlık dışında taşıdığı anlamları da varlıklarıyla ortaya koyuyor. Evsizler, işsizler ve asgari ücretin altında hayat mücadelesi veren yoksullar; neoliberal sitemin kof ve adaletsiz temelini, sistemin kendini korumaya çalışırken gözden çıkardığı hayatları gösterirken koronavirüs denetim altına alınsa bile düzelmesi gereken o “normal”i yüzümüze çarpıyor. 

Güvenlik kameraları, yüz tanıma sistemleri, dijital kayıtlar ve akıllı telefonlarla sürekli denetim altındayız. Bu ortamda mahrem de hak olmaktan çıkıp lükse dönmüş. O yüzden ne evler sığınak ne de sokaklar özgürlük. Kendi varoluşunu korumak ve kimsenin kafasına basmadan yaşanan eşit, adil bir dünya için sürekli mücadele etmek gerekiyor. Çünkü neyin ne olduğunu anlamak, adını koymak sorumluluğu da beraberinde getirir. 
Müşteri olmaktan çok fazlasıyız, tüketici kisvesi altında hayatı tüketmek pahasına elde edebileceğimiz tek bir içten mutluluk ânı da yok. Tek tek ve birlikte daha farklı bir hayat kurma isteğimiz, ‘normal’ denen ve şimdi de ‘yeni normal’e dönüşen akıl tutulmasını alt edecek güçte. O umut ve hayal olmasa, yazacak bir hikâyemiz kalmasa, yaşamanın ne anlamı var?..