Eymür ‘işkence var’ dedi, ne oldu?
“Ama o da bölücüymüş, ama o da Fetöcüymüş, ama o da teröristmiş”diyerek işkenceyi fiilen gerekçelendiren bir toplum olduğumuz müddetçe…
12.11.2021
“Hiçbir istisnai durum, ne harp hali ne de bir harp tehdidi, dahili siyasi istikrarsızlık veya herhangi başka bir olağanüstü hal, işkencenin uygulanması için gerekçe gösterilemez.” -BM İşkence ve Diğer Zalimane, Gayrıinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme, 1984.
Mehmet Eymür’ün T24’te Gökçer Tahincioğlu’na verdiği röportaj, işkence konusunun gündemleşmesine vesile oldu. Eymür bu röportajdaki ifşalarını Halk TV’de katıldığı bir programda da yineledi.
Eğriye eğri doğruya doğru; ülkemizin “işkence” utancının nihayet gündem olmasına vesile olduğu için belki de adama teşekkür etmemiz lazım… İşkence konusu başka türlü gündemleşmiyor, işkence mağdurlarının sesi duyulmuyor. “Sıfat” sahibi birisinin “işkence var” filan demesi lazım bunun için…
Peki sonra ne oldu?
Açıklamalarında geçmişinde işkence yaptığını da itiraf eden Eymür hakkında suç duyuruları yapıldı.
Mehmet Ağar ve ekibi için işkence ve “para için adam öldürdüler” şeklindeki malumun ilamı olan sözleri üzerinde duruldu.
Hanifi Avcı’nın işkenceci geçmişi ve “itirafçı Kürtleri kullandığı” hatırlandı.
İddiaların muhataplarının yalanlama açıklamaları oldu, vs.
Konuyla ilgili kalem oynatanlar, söz söyleyenler, izleyebildiğim kadarıyla meselenin bu yönleriyle ilgilendiler daha çok. Sosyal medyadaki tepkiler de bu minvaldeydi.
Oysa Eymür’ün ifşalarında, Perinçek’in solu bölmekle görevlendirilmiş ABD ve İngiltere ile ilişkili bir “ajan” olduğu iddiası gibi görüşleri bir yana, daha önemli, daha düşündürücü itirafları da vardı.
Adam, “Devlettir işkence yapar” dedi mesela, “İnatçı bir adamsa ne yapacaksınız konuşturmak için, zorlayacaksınız tabii” diye de gerekçelendirerek. Devamla hala işkencenin sürdüğünü de söyledi…
Sedat Peker’in deyişiyle “40 yaşın üzerinde olanlar” hatırlar, işkence iddialarının, şikayetlerinin yoğunlaştığı dönemlerde devlet yetkililerinin rutin bir açıklamaları vardı; “İşkence yok, belki münferit olaylar vardır, bakarız.”
Hiçbir zaman “bakmadılar” elbette.
İşkencenin “rutin” bir uygulama olduğu (öncesi de olmakla beraber) 80’li, 90’lı yıllar boyunca açılan bir işkence davası, işkence yaptığı için göstermelik de olsa ceza alan, görevden alınan bir kamu görevlisi olduğunu hatırlıyor musunuz?
Hafızanızı zorlamayın boş yere…
Yakılıp yıkılan köyler, faili meçhul cinayetler, JİTEM’in kanlı ve kirli işleri için açılan davalar oldu; bunlardan bazıları AİHM’e taşındı ve Türkiye devlet olarak mahkum edildi ama bu davaların da hiçbiri Türkiye’deki yargılamalarda mahkumiyetle sonuçlanmadı. Sanıklar ya beraat etti ya da “zaman aşımı” nedeniyle tek tek kapatıldı o dosyalar…
Musa Çitil ve Şükrü Balcı örneği
Beraat ettiler ve görevlerine de asker olarak, polis olarak devam ettiler, terfiler aldılar, siyasete atılıp milletvekili, bakan olanlar dahi oldu.
Bunlardan biri, Musa Çitil. Sadece bir örnek olarak hatırlatıyorum.
Musa Çitil Mardin’in Derik ilçesinde jandarma komutanlığı yaptığı dönemde 13 kişinin öldürülmesinden sorumlu tutuldu. Bununla ilgili Çitil hakkında dava ancak 2012 yılında açılabildi ve sonuçta beraat etti.
Çitil beraat ettiğinde tuğgeneral rütbesiyle Ankara Jandarma Bölge Komutanı idi. Ardından, 2015’te YAŞ (Yüksek Askeri Şura) kararıyla tümgeneralliğe terfi etti. Sonra Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanlığına getirildi. 2015 yılında Diyarbakır’ın Sur ilçesinin yerle bir edildiği, onlarca insanın hayatını kaybettiği operasyona komuta etti. Halen Jandarma Genel Komutan Yardımcısı olarak görevde ve kendisine şimdiden Jandarma Genel Komutanı olacağı gözüyle bakılıyor…
12 Eylül döneminde İstanbul Emniyet Müdürü olan Şükrü Balcı da bir başka hatırlatma örneği olsun.
Balcı, 12 Eylül döneminde İstanbul Emniyet Müdürü idi. 1978 yılındaki İstanbul Üniversitesi öğrenci katliamının sahne gerisindeki aktörlerinden biriydi. Cunta döneminde işkenceciliğinin yanı sıra rüşvet ve yolsuzluklarıyla da “nam” salmıştı.
1983 yılında Dışişleri’ne transfer oldu. Washington Büyükelçiliğinde “uzman müşavir” olarak görev yaptı ve 1993’te geçirdiği kalp krizi sonucu orada öldü. Adı polis meslek okullarına verildi.
12 Eylül döneminin, 90’lı yılların adları işkenceciye çıkmış asker ve polis “saha” aktörlerinin tamamının hikayesi aşağı yukarı böyle. Bazıları suçlarıyla birlikte terk-i diyar ettiler, bazıları terfiler alarak ödüllendirildi ve hala da devlete “hizmet” etmeye devam ediyorlar…
Türkiye işkenceci geçmişiyle yüzleşmedi
Meselemiz bu; Türkiye işkenceci geçmişiyle yüzleşmedi…
“İşkenceye sıfır tolerans” denildi, “işkence insanlık suçudur” denildi ama ne devlet ne de toplum sistematik bir devlet politikası ve uygulaması olduğu bilinen bu utançla yüzleşti, hesaplaştı…
Hanifi Avcı, Mehmet Eymür gibi isimler ne amaçla olduğu yoruma açık açıklamalar yapar (sonuçta bunlar istihbaratçı, kuşkuyla yaklaşmakta herhalde haksız olmayız) ve sonra bir daha benzer bir kişi, benzer laflarla gündeme gelene değin konu unutulur. Kimse sorumluluğunun gereğini yerine getirmez…
Oysa ölenlerimizin yakınları ve Eymür gibilerin gayet doğal bir edayla, “Ben de falaka atmışımdır” diye bahsettikleri o işkencelere maruz kalanlar ruhlarını sakatlayan acıları son nefeslerini verene değin beraberlerinde taşımaya ve yaşamaya devam ederler…
“Ne devlet ne de toplum” dedim, belagat olsun diye değil, toplumun da işkence gerçeğiyle yüzleşmeye ihtiyacı var.
“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” ahlakını benimsemiş bir toplumda devletin işkence yapmasından daha doğal ne olabilir?
Karakola düşene, “içeri” düşene, işkence-eziyet görene, “Ama o da bir suç işlemiş ki…” şeklinde yaklaşım gösteren insanlarımızın “jetonu” belki aynı şey başlarına geldiğinde düşmektedir; ama bu arada iş işten de geçmiş olmaktadır…
“Ama o da bölücüymüş, ama o da Fetöcüymüş, ama o da teröristmiş” şeklinde yaklaşımlarla işkenceyi fiilen hoşgören, gerekçelendiren bir toplum olduğumuz müddetçe anlayış, yöntem ve uygulama olarak işkenceye başvuran bir devlet kafası ile yönetilmekten kurtulmamız mümkün değildir.
Çünkü işkencenin bir türlü gündemimizden çıkmaması sadece devletin bunu bir politika olarak benimsemesi ve işkencecileri himaye etmesiyle ilgili değil. Bu bir silsile halinde cereyan ediyor ve bilerek bilmeyerek toplumu da içerisine alan bir suç ortaklığı anlamı kazanıyor…
Şöyle söyleyeyim…
İşkenceli sorgudan sonra “prosedür gereği” mahkeme önüne çıkmadan Adli Tıp kurumuna götürülüyor veya adı Hükümet Tabibi olan bir hekimin karşısına çıkarılıyorsunuz. Ve gösterildiğiniz doktorlar gördüğünüz işkenceyi kayda geçirmiyor… Savcının önüne çıkarılıyorsunuz, savcı “işkence gördüm” ifadenizi dikkate almıyor… Mahkemeye çıkıyorsunuz, yargıç sizi duymuyor… Yargılandığınız süreçte işkence gördüğünüzü kanıtlamak için elinizden, dilinizden geleni yapıyorsunuz ve bu nafile bir çaba olmanın ötesine gitmiyor… Medya ise, zaten, istisnalar hariç, oldum olası “devlet ne derse o” pozisyonunu terk etmiyor ve medya aracılığıyla sesinizi duyurmanız, deveye hendek atlatmaktan daha müşkül bir iş… Sonuçta bu süreçte herkes işkencecilerle suç ortağı oluyor ve bunda bir beis de görmüyor…
Belki ağırımıza gidecektir ama bir ülkede işkence varsa bunun sorumlusu ve suçlusu sadece işkenceciler değil, dolaylı ve doğrudan işkence suçuna ortaklık eden, göz yuman, görmezden duymazdan gelen ve hatta “oh olsun!” diye düşünen herkestir…
Bu suçun sorumluluğundan arınmak zorundayız. Yoksa tabii ki yaşamaya devam ederiz ama birbirimizin gözlerinin içine bakamadan ve hasta, sakatlanmış bir toplum olmanın utancıyla…