Gazeteciler ve siyasetçiler: Sınırı nasıl çizeceğiz?
Canan Kaftancıoğlu ile ilgili yayınlanan içeriklerde çok önemli bir eksiklik var. Canan Kaftancıoğlu’nun kendisi ve yanıtları…
17.01.2018
Bir süredir Türkiye siyasi arenası sanki her şey buraya kilitlenmişçesine Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul İl Kongresi’ne ve sonucuna odaklanmış durumda. Hafta sonu sonuçlanan kongreyle ilgili birçok gazeteci bunun CHP’nin Başkanlık seçimleri stratejisine ve en önemlisi olası genel başkan değişikliğine ön ayak olacağı yönünde görüş belirtiyordu.
Aralarında Aydınlık ve Cumhuriyet gibi gazetelerin bulunduğu basılı yayınlar kongreye daha en başından önemli şekilde yer verdi. Halk TV Bu kongreyi aslî meselesi hâline getirdi. Gazeteci Ece Sevim Öztürk de Çağdaş Ses isimli haber sitesinde adaylardan –ve sonuçta il başkanı da olan— Canan Kaftancıoğlu hakkında CHP kadroları arasında tartışma yaratabilecek bir yazı yayınladı ve yazıdaki argümanlar Halk TV ve Aydınlık tarafından da sıklıkla tekrarlandı. Dahası, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da haftalık grup toplantısında Kaftancıoğlu ve ailesini tweet’ler üzerinden “mercek altına aldı”.
Tüm bu süreçte garip bir şekilde Türkiye’deki medyadaki gelenekselleştiği düşünülen AKP ve AKP karşıtlığı kutuplaşmasının dışındaki farklı bir kırılma da ortaya çıktı. Kaftancıoğlu’nun Türkiye’nin tarihsel ve yoksayılması imkânsız problemleri olarak öne çıkan, bundan 4-5 yıl önce kimsenin tartışmakta, üstüne konuşmakta sakınca görmediği meselelerle ilgili söyledikleri. Bu yazıda elbette fikirlerin doğruluğu ya da yanlışlığını tartışmaya girişmeyeceğim; aksine tartışma âdâbını ve gazeteciliğin temel ilkelerini anımsatma çabasındayım.
Siyasi temsil gerçekten önemli bir konu. Belirli koltuklara oturan insanların geçmişte ya da bugün söylediği şeylerin bağlayıcı olması gerektiği konusuna ben de katılıyorum; ancak bizim de filtrelerimizin ifade özgürlüğünün evrensel normları ve daha da önemlisi gazeteciliğin temel ilkeleri gözetilmeksizin bu bağlayıcılık hususuna dayanmamamız gerekiyor. Her şeyden önce Halk TV, Çağdaş Ses, Aydınlık gibi yayınlarda Canan Kaftancıoğlu ile ilgili yayınlanan içeriklerde çok önemli bir eksiklik var. O da Canan Kaftancıoğlu’nun kendisi ve yanıtları.
Türkiye’de gazetecilik çok uzun süredir, haberlerin birer kurşun ya da infaz emri şeklinde üretildiği bir noktada. Bu hepimiz açısından üzücü. Gazetecilerin işlerini en doğru şekilde yapanları dahi, tıpkı Çiğdem Toker’e olduğu üzere, akıl almaz tazminat davalarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Gazeteciler sonsuz bir öz-sansür ağı içerisinde yaşıyorlar. İyi gazeteciliği çoktan gündem olmaktan çıkaranlar ise kutuplaşmış medya anlayışından besleniyorlar ve gazete adı altında parti bültenleri yayınlıyorlar. 2007-2014 yılları arasındaki Türkiye’deki medyanın serpildiği dönemde ortaya çıkan birçok yayın bugün çeşitli parti veya parti içi grup aidiyetleri etrafında yaşamlarını sürdürüyorlar.
Elbette daha eski gazeteler de var. Bu gazetelerden bazıları Aydınlık, Yeni Şafak vs. gibi, ortaya çıktıkları günden bugüne belirli bir parti ve siyasal programın sesi olduğunu saklamayan; propaganda işlevinden varlığını ayrıştırmayan gazeteler. Tabii ki solda ya da farklı gruplarda da bunların muadili olarak anılabilecek, iyi gazetecilikten ziyade daha iyi bir siyasal temsil ve siyasal programdaki hedeflere ulaşılması amacını taşıyan yayıncılık anlayışları da var. Türkiye’de özellikle bazı gazetelerin belediyelerin toplu satın almaları, resmî ilanlar vb. gelir kalemlerine dayandıkları da düşünüldüğünde medyanın ekonomi politiği dersi anlatmaksızın “sadece gazetecilik” amaçlı ve ayakta durabilecek ekonomik modellerin mevcut medyada kitlesel kalamayacağı ortada gibi.
Buradaki asıl sorun, toplumun satın aldığı/tükettiği/okuduğu gazeteleri şaşırtıcı bir şekilde hâlâ gazete olarak tanımlıyor olması. Tıpkı, tek işleri aldıkları basın bültenlerini gazeteciliğin herhangi bir ilkesini göz önüne almaksızın hızla kopyala yapıştır yaparak yayınlamak olan gazetecilerin kendilerini gazeteci olarak tanımlamaları gibi, bu tip okurun gazeteyle kurduğu ilişkinin eleştirel olmadığı ortada. Az sayıdaki okur temsilcisiyle okurlar arasında kurulan ilişki bile o kadar minik bir alan kaplıyor ki, gazeteciliğin geleceğine dair kaygılarımız artıyor.
Okurların aldıkları “gazeteler” ve onlarla kurdukları “ilişki”, aslında siyasal anlamda söz sahibi olmak isteyen bazı erklerle aralarında bir sadakat programı oluşturup oluşturmamakla ilgili bir mesele hâline gelmiş durumda. Kaftancıoğlu olayında görülüyor ki belirli yayın organları CHP içerisindeki farklı damarları destekliyorlar. 15 Temmuz öncesinde AKP içerisinde de böyle farklı damarlar daha görünür durumdaydı, şimdi tek tük belli oluyor. Aynı durum İyi Parti ayrışması öncesi MHP’ye yakın medyada da görülüyordu. HDP çevresindeki yayınlarda da bu var. Hattâ küçücük sağ ve sol partiler bile yayınları üzerinden hizipleşiyorlar.
Gazeteler, Türkiye’deki muhalefet ihtiyacını “popülist söylemle” karşılarlarken, öte yandan da muhalefet ve iktidarda koltukların nasıl bölüşüleceğine ilişkin bir tartışmanın parçası oluyorlar. Yalnız, bu hastalık yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Beğenerek okuduğumuz gazetelerden The Guardian’ın parti başkanlığına aday olduğu dönemde İşçi Partisi’nin şu anki lideri Jeremy Corbyn ile ilgili yaptığı yayıncılık hesarpham hayal kırıklığı yaratıyordu, hem de gazetenin geçmişten bugüne getirdiği sanılan değerlere sözü dinlenmediğinde ne kadar uzak olabileceğinin bir kanıtı gibiydi. Corbyn, The Guardian’ın açık muhalefetine rağmen parti içinde de genel seçimlerde de seleflerine göre büyük başarı elde edince gazete “ayağını biraz da olsun indirdi” ve daha dengeli yorumlar üretmeye başladı.
Kaftancıoğlu tartışması da işte tam olarak böyle bir tartışma. CHP’li vekillerin de kendilerine ait haber portalları veya gazeteleri var. Tıpkı AKP içerisindeki grupların olduğu gibi. Her siyasi parti ve hatta her izip, siyasal iletişimin bir kanadı olarak, propaganda yayını kuruyor. Her yer “gazeteci” sıfatlı bir sürü insanla doluyor.
Oysa siyasal iletişim dediğimiz şey bambaşka bir alan. Geçmişte benim de parçası olduğum meclis danışmanları dahil olmak üzere geniş bir kesim bu sektörün bir parçası. Bu insanlar kanunla düzenlenmiş sınırlar dahilinde elbette gazetelere katkı sunabilirler kaynak ya da yazar olarak. Bu tüm dünyada süregelen bir sistem. Ancak gazetecinin sorumluluğu olan kitle siyasal iletişim profesyonellerinin sorumlu olduğu kitle ile aynı değil. Bir tarafta retorik kullanımı, hedef kitle belirleme ve hatta siyasetçiyi tıpkı bir ürün gibi doğru şekilde pazarlama anlayışı ve rekabetçilik varken, öte tarafta etik kaygılar, mesleki tanım gibi meseleler var.
Türkiye’de siyasal iletişim ve gazetecilik alanının düzenlenmemiş bu iç içeliği Kaftancıoğlu örneğinde olduğu üzere her gün burada. Kendilerini gazeteci, muhabir vb. sıfatlarla tanımlayan insanların delegelerden dahi daha partizan ya da belirli bir gruba yaranma amaçlı daha slogancı olmaları kocaman bir problem olarak önümüzde. Aşırılaştıklarında Aydınlık ya da Takvim’in Kaftancıoğlu ve ailesi ile ilgili yaptıkları haberlere kadar varan bir yaklaşım sergiliyorlar. Ama Öztürk’ünki gibi “masum görünen” örnekler bile Kaftancıoğlu’na gerçekten ses vermeye yanaşmıyor.
Netice olarak politikacılar kamusal şahsiyetler ve kamunun onlara sorular sorması ya da davranışlarını yadırgaması (yargılamak demiyorum) şaşırtıcı değil; ancak gazetecilerin siyasetçilere fikirlerini sormaksızın ve daha da önemlisi kamunun değil belirli zümre ve hiziplerin yararını gözetip saldırması çok mühim bir mesele. Bu meselenin bir benzerini vaktiyle Pelikan Dosyası olayında AKP mahallesinde tecrübe etmiştik. O köprünün altından çok su aktı. Bugün ise karşımızda yeni bir vaka var ve bu vakanın kimi öznelerini etik gazetecilik için, iki tarafa da ses vermek için ikna edebileceğimize inanıyorum. Bir siyasetçinin kahramanlaştırılması da şeytanlaştırılması da medyanın elinde; ancak bir şeyin medyanın elinde olması onu doğru yapmıyor. Tam da bu nedenle, özellikle her gün kişisel yaşamları, tweet’leri vs. yüzünden baskı altında olan gazetecilerin, bir gün önce eleştirdikleri linççi yaklaşımları sergilemeleri hepimiz için önemli bir mesele. Çünkü herkes, heybesinde altında ezileceği büyük günahlar taşıyor. Tek fark, günahlarıyla asıl ilgilenmemiz gereken zümre ve kişilerin, ellerinde çok büyük ceza aygıtları barındırmaları ve bana kalırsa günlük hesaplarla insanların oklarını en güçsüz ya da en kırılgan olanlara çevirmiş olmaları.