Gazetecilik burada ölürken dünyada canlandı
“Panama Belgeleri”ne nasıl baktığımız, orada ne bulduğumuz, hattâ bakıp bakmadığımız, kendimize nasıl baktığımızı da gösteriyor
07.04.2016
Size bu yazıyı hazırlarken, Twitter’da şu mesaja denk geldim:
“Sur’da yıkılan evlerinin molozlarının döküldüğü yerde özel eşyalarını arayan aileler, molozların arasında bir kadına ait cenaze buldu.”
Bölgeden bir muhabirin mesajıydı. Al, her kelimesine ayrı kahrol…
Sabah uyanmak, soluk almak dahil yaptığımız her işin üzerine çöken anlamsızlık bulutu…
Felaket tecrübesi olan herkes diyor ki: ne olursa olsun hayatı sürdürmeye çalışmalı.
Sürdürülmesi gerekenlerin başında sanırım gazetecilik geliyor. Elimden gelen bu olduğu için kendimi şanslı mı saymalıyım?
Peki, hafriyat alanında kadın cesedi bulunduğunda muhabirler oraya üşüşmüyorsa bir ülkede gazetecilikten sözedilebilir mi?
* * *
Gazetecilik bizde ölüm döşeğinde, dünyada canlanıyor. Dijital teknoloji, sosyal medya ve yurttaş gazeteciliğinin yarattığı imkânlar, mesleğin işlevini, anlamını tazeledi.
“Panama Belgeleri”, bir büyük uluslararası örgütlü gazetecilik hadisesi.
2014 sonlarına doğru Almanya’da yayımlanan Süddeutsche Zeitung’a iletilmeye başlanan 11,5 milyon belge (4,8 milyon e-posta, 3 milyon veritabanı dosyası, 2,1 milyon pdf, toplam 2,6 terabayt bilgi), 80 ülkeden 400’ü aşkın gazetecinin emeğiyle incelendi, karşılaştırıldı, sınıflandırıldı, işlendi, yayımlanmaya başlandı. 100’ü aşkın gazete çalışmaya katıldı. Bu muazzam iş için Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu’nun (ICIJ) koordinasyonu ve katkısına ihtiyaç duyuldu. Bu kuruluş daha önce de, “denizaşırı” (offshore) vergi kaçırma-para aklama mekanizması üzerine çalışmış, bir veritabanı hazırlayıp yayımlamış, 45 ülkeden gazetecilerin katıldığı başka bir çalışmada da HSBC bankasının kirli ilişkilerini ortaya çıkarmıştı.
Konu, çok kabaca, “vergi cenneti” diye adlandırılan ülkelerde kurulu naylon şirketler aracılığıyla yürütülen karanlık para işleri. Bu mekanizma sayesinde vergi kaçırılıyor, kara para aklanıyor, yasadışı servetler aktarılıyor. Ortaya dökülen belgeler, birçok devlet adamı, siyasetçi, iş insanı, sanatçı ve sporcunun –ve tabiî her türlü rezaletin olmazsa olmaz aktörü FIFA’nın– bu karanlık âlemde at koşturduğunu gösteriyor. Ve henüz bilginin pek ufak kısmı bize sunuldu.
“Panama Belgeleri”nin yarattığı çalkantı ülkeden ülkeye değişiyor haliyle. Hangi ölçütlere göre değiştiğine bakmak, biraz da kendimize ayna tutmak gibi.
İlk ölçüt, haliyle, rezaletin o ülkeyle doğrudan ilişkisi. İzlanda’da insanlar sokaklara döküldü, başbakan istifa etti.
330 bin nüfuslu ülkenin neredeyse yüzde onunu sokağa dökerek İzlanda tarihinin en kalabalık protestosuna hedef olma payesine ulaşan Sigmundur Davíð Gunnlaugsson istifa etmişken, niçin kimse “Panama Belgeleri”nde bol bol adı geçen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin veya Suudi Arabistan Kralı Salman’dan benzer bir hareket beklemedi?
Cevap bizi ikinci ölçüte ulaştırıyor: “n’olmuş yani” kriterine. Yolsuzluk da ortaya dökülse, çocuklara tecavüz edildiği de anlaşılsa… “ee, n’olmuş?” Bir ülke ve toplumun cibiliyetine dair şaşmaz ölçüt. Kopenhag kriterinden daha sağlam: Yediği haltın mevzu edilmesiyle, devlete, medyaya hakim muktedire bir şey oluyor mu olmuyor mu?
Burada ifşaatı işlevsizliğe sürükleyen iki etken var. İlki, yöneticilerden hesap sorulmasını, hep kolaylıkla marjinalize edilen birilerinin lüzumsuz ve beyhûde gürültüsü gibi kavrayan siyasî-toplumsal kültürümüz. Yurttaşların sivil –olması, kalması gereken— maneviyatının devletçe esir alınmış oluşu.
İkincisi, sorunlara, tesbitlere, çözüm önerilerine göre ayrışmayı-toplaşmayı (yani siyaseti) bilmeyen, tavrı kimliğine göre baştan belirlenmiş kabileler halinde yaşayışımız. Panama Belgeleri arasında “ötekilerden” birilerinin adı geçecekse ve biz bunu kullanabileceksek konuyla ilgileniriz, böyle bir imkân yoksa… haydi, hep beraber: bana ne abi ya!
Ne ICIJ’de ne özel olarak Panama Belgeleri ile uğraşan yüzlerce kişi arasında bu ülkeden tek bir kişi var. Neden acaba? Soruyu ortada bırakıyorum.
Panama Belgeleri çapındaki ifşaat hadisesinin bile bizi birtakım alışkanlıklarımızdan alıkoyamamasının bunda payı var mıdır?
Belgelerin ortaya saçtığı gerçeklerden çok “bu işin arkasında kim var?”la ilgileniyoruz. Yeryüzünde bir tek bizim hakim olduğumuz, her şeyin idare edildiği bir esrarengiz âlem ve ona ait büyülü şifreler var. “Bunları CIA ile Soros finanse etmiş!” der demez, öğrenme, işleme, aktarma zahmetinden kurtuluyoruz. Hele WikiLeaks ortaya çıkıp –kendi açısından gayet tutarlı davranarak– bütün belgelerin sansürsüz yayımlanmasını talep etmişse! Hemen kaşlar gözler oynamaya başlıyor.
Böyle büyük ifşaatlarda her zaman birilerinin çıkar hesapları, taktikleri, arka plan mücadeleleri rol oynar. Bunda da oynamış mıdır? Belki. Muhtemelen.
Peki bu, belgelerden öğrendiklerimizi geçersizleştiriyor mu?
Belgeleri ileten “köstebek”in ilk ilişki kurduğu Süddeutsche Zeitung, liberal-sosyal demokrat eğilimli bir Almanya gazetesi. Belgelerden hareketle yaptıkları birkaç haberi okudum. Almanya bankalarını çok zor durumda bırakabilecek bilgiler yayımladılar. Ayrıca mevzu başlı başına, Almanya’da da güç-imtiyaz sahibi pek çok insanın huzurunu kaçıracak nitelikte. Bu ifşaat, diktatörlüklerin zulmü altında eciş bücüş olmuş toplumlardan çok, hukukun güvencesi altında rahat bir hayat süren
Batılı toplumları sarsacak türden. İsveç bankası Nordea’nın, Mossack Fonseca’ya belge sahteciliği için de para ödediği ortaya çıktı. Yine anlaşıldı ki, babasının denizaşırı dümenler sayesinde 30 yıl boyunca tek kuruş vergi ödemediği öğrenilen Britanya başbakanı birkaç yıl önce AB şeffaflık yasalarının menzilini meğer bu yüzden daraltmaya çabalamış.
Haber olmuş, gürültü koparmamıştı
Mafyacıların paralarını aklayan, yolsuzluğa batmış siyasetçilere, vergi kaçıran zenginlere gizli kasalar sunan Mossack Fonseca şirketinin adı, 2014 Aralık’ında, araştırmacı gazeteci Ken Silverstein’ın yaklaşık bir yıllık emeğinin ürünü olan Vice News haberinde geçmişti. Birilerinin Miami’de emlak alarak kara para akladığını fark edip bunun peşine düşen Silverstein, bu işlerin Mosack Fonseca’nın naylon şirketleriyle yürütüldüğünü keşfetmişti. Firmayı soruşturduğunda, FBI’ın kara para aklama işleriyle uğraşan elemanları, “O mu? En berbatları!” cinsinden cevaplar vermişlerdi. Firma o alanda ünlüydü.
Ele geçirdiği ilk bilgiler, Silverstein’ı, kendisini “görmeden” Suriye’de hiçbir iş kurup yürütemediğiniz adama, Beşar Esad’ın kuzeni Rami Mahluf’a götürmüştü. İşin içindekiler yalnız diktatörler ve mafyacılar değildi. Gazeteci, Arjantinli bir büyük işadamının Las Vegas’ta şirket kurmak için Panama’daki avukatlık şirketinin aracılığına neden ihtiyaç duyduğunu merak etmişti. Ve Panama Belgeleri’nde henüz adları ortaya dökülmemiş birçok yasal ve saygın kuruluşun da Mossack Fonseca ile ilişkisi olduğunu görmüştü.
Silverstein, bir yıl önce yaptığı haberin hak ettiği ilgiyi görmeyişine haliyle üzülmüş. ICIJ’dekilerin kendisini tanıdığını, haberini bildiklerini hatırlatıyor, üzüntüsünü saklamıyor. Yine de Mossack Fonseca gerçeğinin ortaya dökülmesinden duyduğu memnuniyeti gizlemiyor: “Bu insanların hapse girmesi gerekir,” diyor.
“Niye Amerikalılar yok?” sorusu
Başta Rusya ve herhalde ondan sonra da Türkiye’de en çok tantanası yapılan soru, “Adı geçen katakulliciler arasında neden Amerikalılar yok?” sorusu.
Ken Silverstein, Mossack Fonseca’nın ABD’de uzun süre faaliyet gösterdiğine işaret ederek, “Bu işin bir Amerika boyutu mutlaka vardır,” diyor. Ancak öbür yandan, Panama şirketinin müşteri profiline dikkat çekiyor: Büyük bölümü Avrupalı, Asyalı ve Güney Amerikalı. Mossack Fonseca’nın, “alanında” dördüncü büyük şirket olduğunu da unutmamak lazım. Amerikalılar pekâlâ ilk üçünde olabilir.
Hakikaten, firmanın müşteri profiline bakınca, Kuzey Amerikalıları başka yerde aramak gerektiği fikrine kapılıyor insan: Suudi kralı, Arjantin ve Ukrayna devlet başkanları, Birleşik Arap Emirlikleri başkanı-Abu Dabi emiri, İzlanda başbakanı, eski Katar emiri, eski Sudan devlet başkanı, Irak, Ürdün, Katar, Ukrayna ve Gürcistan’ın eski başbakanları, Rusya devlet başkanının çocukluk arkadaşları, Azerbaycan devlet başkanının ailesi, Çin devlet başkanının kardeşi, eski İspanya kralının kızkardeşi, Suriye devlet başkanının kuzeni, eski Mısır ve Gana devlet başkanlarıyla Malezya başbakanının oğulları, eski Çin başbakanının kızı, Pakistan başbakanının çocukları, Güney Afrika devlet başkanının yeğeni, Gine’nin eski diktatörünün dul eşi, Fas kralının özel sekreteri, eski Arjantin devlet başkanının asistanı, Meksika devlet başkanının gözde müteahhiti, eski Fildişi Kıyısı başkanının ortağı. Sadece Britanya başbakanının babası azıcık ayrıksı duruyor.
“ABD’den niye kimse yok?” sorusuna Süddeutsche Zeitung yetkilileri, “Hele bir durun,” yollu cevap vermişlerdi. Belki bazı isimler ortaya çıkacaktır.
Panama Belgeleri’nin yaratabileceği en önemli sonuç, bu denizaşırı katakulli düzenine çomak sokulması. ABD Başkanı Barack Obama bu yönde sözler etti. Bu düzeni en gelişmiş ülkelerin en zengin insanları ve en güçlü şirketleri kurmuş, büyük devletler de koruyup kollamıştı. Bizzat Panama’nın kara para merkezi haline gelişinde ABD’nin büyük katkısı var. Öte yandan, devletler haliyle verginin mümkünse artmasını ve içeride kalmasını istiyor. Uluslararası kapitalizmin doruklarında ilginç bir mücadele.
* * *
EK: Yazımı P24’e henüz yollamıştım ki, Mossack Fonseca’nın ABD’de çevirdiği dolaplara ilişkin Ken Silverstein’ın Foreign Policy’ye yeni bir yazı yazdığını gördüm. Silverstein vaktiyle de firmanın Nevada ve Florida’daki işlerini kurcalamıştı.
——
Yazının ana görseli, Rainer Hachfeld'e aittir ve telifi P24 tarafından ödenerek kullanılmıştır…