Gazetecilikte dijital gizlilik: Suç değil gereklilik
Yani, PGP’sinden VPN’ine “her şeyi tam” bir telefonla gözaltına alındığımızda dünyanın sonu gelmiyor mu?
16.11.2018
Geçen hafta iki gün boyunca Oslo Metropolitan Üniversitesi’nde düzenlenen “gazeteci güvenliği” temalı 4th annual Conference on the Safety for Journalists’teydim. UNESCO desteğiyle gerçekleşen konferansa, dünyanın dört bir yanından gazeteciler ve akademisyenler katıldı. Bazıları Türkiye’den, bazıları Afrika’dan bazıları ise Güney Amerika’dan gelen gazeteci ve akademisyenler, aslında aynı durumu farklı şiddet ve hukuk hikâyeleri eşliğinde anlattılar. Her sunumda 2018 başından bu yana öldürülen gazeteci sayısı mutlaka anıldı.
Bense, infazların ve insan kaçırmaların sıklıkla konuşulduğu konferansta ilk aşamada biraz daha hafif görülebilecek bir konu olsa da Kadir Has Üniversitesi’nden Mine Bertan Yılmaz ile birlikte yazdığımız, bağımsız haber odaları için serbest çalışarak içerik üreten gazetecilerin dijital güvenliği üzerine bir makale sunma fırsatı buldum. Diğer sunumları dinlerken de bu meselelerin güvencesizlik ve teknolojik okuryazarlıkla bağlarını anlamaya gayret ettim.
Namlunun ucunda olsun ya da yalnızca sembolik bir baskı hissediyor olsun fark etmeksizin, gazetecilerin travmatik bir dönemden geçtiği ortada. Yalnızca gazeteciler değil, gazetecilik çalışan akademisyenler de, özellikle de Afrika’daki kimi ülkelerden gelenler, gazetecilerle iletişim kurarken gerildiklerini belirtiyorlar. Açıkçası, bir gazeteciyle iletişim kurmanın tek başına “güvensiz bir durum” hâline gelmesinin arkasındaki politik hastalığı, yani sakıncalı bir birey olarak gazeteci fenomeninin zaten çok uzun süredir farklı kişiler yazdı, çizdi. Gerçi kimi durumlarda pidecinizle sucuklu kaşarlı pide söylemek için iletişime girmek dahi risk faktörü olduğundan bence bu konular siyasal boyutuyla yazılıp çizilmeyi hakkediyor.
Ancak, hepimizin es geçtiği bir nokta var. O da, işin dijital güvenlik boyutuna ilişkin duyarsızlık ve bilinçsizlik. İzlediğim oturumlardaki gazeteciler, “neden güvende değiliz” sorusuna yanıt ararlarken çoğunlukla mecraları ve yasal yapıyı suçluyorlar ve sosyal ağlardan geri çekilme ve dolayısıyla özsansür mekanizmalarına dikkat çekiyorlar. Bu elbette anlaşılır bir yaklaşım. Zira, gerçekten de yasalar ya da yasalara üstün gelen yeni tip otoriter siyasetin yaptırımları, gazetecileri bunaltıyor ve işlerini yapamaz hâle getiriyor. Ancak yasalar kadar dile getirilen “kamusal olarak sosyal ağlarda olma durumu” ile ilgili olarak gazetecilerin yazdıklarını birkaç nedenle pek de anlaşılır bulamıyorum. Zira, özellikle Türkiye’de söz konusu kamusal ağlar olduğunda, parasıyla siyasi partiler tarafından tutulan astroturfer’lardan (insanlar bu hesaplara inatla trol demeye devam ediyorlar; ama bu yanlış bir kullanım) siyasetçilerin kendilerine bir sosyal ağda var olmanın kendisi ifade özgürlüğü sorununun parçası değil. Sorunu yaratan, anonim olunması gereken ya da tercih edilen durumlarda anonimleşmek konusundaki eksik bilgi sonucu şahsın açığa çıkması ya da insanların risk değerlendirmelerini yapmadan ve ülkelerindeki durumu gözetmeden yaptıkları sosyal ağ paylaşımları. Bu iki sorun faktörünü tanımlarken, özsansüre kapı açmıyorum. Aksine, özsansüre kapı açan şeyin, kişinin doğru risk analizi yapamaması olduğunu, bilgiyi karşı tarafa doğru şekilde iletmenin teknik anlamda desteklenmiş bir süreçle daha verimli şekilde mümkün olabileceğini söylüyorum. [1] Yani, doğası gereği dijital alanda kamusal bir tartışmanın parçası olduğunuz dijital alanı bir “güvenlik açığı” olarak gördüğünüzde, asla cephesinde yer almadığınız bir savaşı otoriter/totaliter yönetimlere karşı kaybetmiş oluyorsunuz.
Akademisyenlerde de gazetecilerde de sosyal ağlara yönelik bir bıkkınlık var. Aynı bıkkınlık, Türkiye gibi ülkelerde Signal de dahil olmak üzere hakkında herhangi bir soruşturma olmayan güvenli anlık mesajlaşma uygulamalarını kullanma gibi durumlarda da karşımıza çıkıyor. Bu, bir bıkkınlık olduğu kadar aynı zamanda da gazetecilerin, kaynaklarıyla güvenli iletişim kurabilecekleri alanları boşaltmaları, buna bağlı olarak da dijital olarak kendilerine aktarılabilecek haberlerin yollarını kapamaları anlamına geliyor. Hele ki söz konusu PGP tarzı şifreleme teknolojileri olduğunda, gazeteciler bu tür teknolojileri illegaliteye indirgiyor ya da konferanstaki birçok katılımcı özelinde söyleyebilirim ki bu konularda yeterince bilgi sahibi değiller. Konferansı geçtim, Türkiye üzerine yaptığımız alan araştırmasında da alandaki bağımsız ve çok sayıda konuda haber üreten ve dolayısıyla çok sayıda kaynağı olan muhabir de güvenli iletişim teknolojilerinin “Türkiye’nin mevcut koşullarında tehlikeli olduğu” kanısında.
Her şeyden önce olağanüstü hâlimizi kendimizin yaratıyor olması, birçok açıdan problemli. Örneğin iktidar yanlısı gazetelerin Signal’i hedef gösterdiği ay içerisinde AKP Grup Başkanvekili’nin telefonunda Signal yüklü olduğunu bir bedelli askerlik açıklaması vesilesiyle hepimiz gördük. Whatsapp’ıysa “saygıdeğer büyüklerimiz” çekirdek çitler gibi kullanıyor. PGP gibi teknolojilerin de kullanımlarının kendilerine has pratik kuralları var ve bu kuralları uygularsanız dijital gözetimden ırakta, kaynağınızın güvenliğini savunmanız mümkün. Gerçi günümüzde şifreleme mekanizmaları, sevgilinize yazdığınız bir mailde de kullanılmalı ki gerçekten kişisel gizlilik bariyerlerimizi oluşturabilelim ve “sadece çok önemli meselelerde şifreli protokol kullanarak” o yazışmaları veya o yazışmadaki alıcıları ya da mesaj yollayanları şüpheli pozisyonuna sokmayalım. Ki zaten bunun da çözümü tek başına PGP değil. Çok katmanlı, bol VPN’li, şeyler yapmanız gerekiyor.
Peki bu yazıda veya bu tür yazılarda sıklıkla anılan teknolojileri kullanmak onları gerçekten normalleştirir mi? Burada gazetecilerin bu aygıtları “kullanmama” yönündeki ısrarlarıyla önümüze sürdükleri argümanı karşı-argüman olarak ne yazık ki sunabiliriz. Yani kullanmayıp rezil olacağınıza, kullanıp en azından kaynağınıza karşı etik sorumluluğunuzu yerine getirebilirsiniz.
Peki fizikî güvenlik ve dijital güvenlik bağını burada nereye koyacağız? Yani, PGP’sinden VPN’ine “her şeyi tam” bir telefonla gözaltına alındığımızda dünyanın sonu gelmiyor mu? Burada sorun, Türkiye tipi internet karnesi olan, Wikipedia’yla savaşabilmiş ülkelerde, bir “norm” olması gereken VPN’in veya TOR isimli tarayıcının kaçak silahlardan ya da hayvan dövüştürmekten daha illegal görülmesi. Dijital güvenlik ve gizlilik önlemlerinin “illegal bir durum” olarak çerçevelenmesi ile dijital hak ve özgürlüklerin kısıtlanması arasında aslında büyük bir tutarlılık var. Freedom House raporundaki “özgürlükteki gerileme” tespiti ve benzeri tespitlerin temelinde özsansürü besleyen, otoriterleşme ve popülizm rüzgarıyla da iyice alevlenen bir dijital mahremiyet karşıtı politika var. Bu politika 90’lardan 2000’lere geçerken anonimden gerçek kimliklere dönüşen internet kullanımımızı takiben ilk evrede gerçek kimliğimizle eşleşip markalaşan dijital kimliklerimizin şimdi Çin’deki sosyal puan uygulamasına benzer şekilde dijital yurttaş profillerine dönüşmesiyle arşa ulaşıyor.
Günün birinde, 80’lerin ve 90’ların sendikasızlaştırma ve güvencesizleştirme hamlelerini nasıl anacaksak, yaşadığımız dijital mahremiyet temelli cadı avını da aynı şekilde anacağız ve insanlığın dijital ve fiziksel hapishanesinin nasıl kesiştirildiğine aslında canlı olarak tanık olduğumuzu anlayacağız. Ancak o gün, iyi gazeteciliğin şartı olan dijital mahremiyet ve güvenlik protokollerini ne kadar az kullanırsak o kadar acılı ve bir o kadar da karanlık olacak. Bu nedenle 90’lardan bu yana şifreleme etrafında süren tartışmalardan bu yana devletlerle yurttaşlar ve sivil toplum arasındaki bu gerilimde taraf olmamız ve kendimizi korumamız şart.