Geçilen köprüler, yakılan köprüler
David Russell: “Hayatta öğrenmen gereken en zor şey hangi köprüden geçip hangisini yakacağındır.”
23.09.2022
Hepimizin gönlüne daha yakın duran coğrafi ve mimari yapılar vardır. Bunlardan bir kısmı biz değiştikçe farklılaşır, bazılarıysa hep aynı kalır. Çocukluğumdan beri değişmeyen aşklarımdan biri köprüler. Hiçbir şeyin düzgün gitmediği bir günde dahi, üzerinden yürüyebileceğim bir köprü varsa bir an için mutlu hissedebilecek kadar hem de.
Şehrimde üzerinden yürünecek köprü pek yok. Bir gıdım doğaya ulaşmak için upuzun yollar gitmek gerekiyor. Orman uzak, deniz girilmez, köprü namevcut. İşte belki ötelerde bir yerde bir göl üstünde vardır. Ama benim çeperimde değil. Dahası köprüden geçmek denildiğinde akla gelen üzerinden arabaların, kamyonların, tırların aktığı devasa trafik noktaları. O yüzden köprülü bir şehre geldiğimde benden mutlusu yok. Hepsinden geçiyorum. Bir o yana, bir bu yana sallana sallana yürüyorum saatlerce. Dışardan bakıldığında da aslında zikzaklı bir çember çizdiğim için durum hayli komik görünüyor. Kenardaki kuğulara, kazlara, ördeklere gülümsüyorum. Bozuk para atıp dilek tutuyorum köprü üstünden. Bir anlığına her şeyin iyi olacağına inanıyorum.
Tarihi köprülerin bir büyüsü var. Kavisleri, taş yapıları, demir korkulukları, eski zaman elektrik lambaları. En sert gerçekleri yumuşatan bir masalsılığa sahipler. En önemlisi de bedavaya tadılabilecek bir keyif sunuyorlar. Köprüden dünyaya bakmak, kenara ilişip bir şeyler yemek, içmek, sigara tüttürmek, o arada bir anlığına hayatın keşmekeşinden uzaklaşmak bedelsiz, sadece kendi başına yaşayabileceğin küçük bir kaçamak demek. Hani soluklanmak dediğimiz şey… Hele her şeyin tüketime dayandırıldığı bir düzende satın alınmadan yaratılan keyifler bir başına başkaldırı sayılır.
Öte yandan köprü, bütün mecazları benliğinde cisimleştiren bir organizma. Bakmayın öyle taştan, demirden kunt bir yapı olarak karşınızda durduğuna. Biraz kulak verirseniz köprünün nefesini hissedersiniz. Köprü başı bir eşiktir. Bir yanda ayağının altında hissettiğin o sert zemin, diğer yanda köprü altının boşluğu ve su. Taş ve su. Henüz bilmediğin bir yere, bir şeye, daha tanışmadığın birine doğru gidebileceğini hissettiğin ve hep yeniden farklı olana, öte kıyıya geçiş yapabileceğini anımsatan bir simge.
Köprünün üstündeyken araftasın. Yola çıktığın yerle varacağın karşı taraf arasında. Gökyüzüyle yeryüzü, taşla su arasında. Bir önce ile sonra arasında. O yüzden köprü anlık özgürlüğü çağrıştırır bana. Kendini benliğinden kurtardığında hissettiğin varoluş coşkusunu. Ayırdına vardığın biricikliği. Kıymetini.
Köprüden geçene kadar ayıya dayı demekle köprüleri yakmak arasında uzanan geniş bir deyimler skalasının da baş rolündedir köprü. Bir yandan sağ kalmak için verdiğin mücadele ve yer yer tavizleri anımsatır bir yandan da vakti geldiğinde alıp başını gitme iradeni. Tam da burada David Russell’a selam etmeli: “Hayatta öğrenmen gereken en zor şey hangi köprüden geçip hangisini yakacağındır.”
Köprüden geçtiğin sürece devam ediyorsun demektir. Öyle ya da böyle bir şeylerin düzeleceğine, yaşadığın şehre, sevdiğin insana, uğraştığın işe dair bir umudun var. Bir şans daha tanıma azmin, inancın. Köprüleri yaktığındaysa her şeyi geride bırakırsın. Ardına bakmazsın artık. Geçmiş hakikaten geçmiş olur. Gelecek değil, sen başlarsın yeni baştan.
Köprüleri yıkmak, kaçınılmaz bir karardır. Neredeyse kendini dayatır. Katlanamaz hâle geldiğin aşamada, istesen de bir düzeni olduğu hâliyle, eskisi gibi sürdüremezsin. Dayanma gücün ziyadesiyle aşınmış, öfke bendin taşmıştır. O saatten sonra olduğun yerde kalırsan, hiçbir şey olmamış yalanıyla kendini kandırmaya kalkışırsan, büzüşürsün. İnsan çok şeyden taviz verebilir de, iş kişiliğe geldiğinde bedeli dönüşsüz olur. Kendini kaybettiğinde, geçmeye devam ettiğin köprülerin de hükmü kalmaz. Bir bakmışsın sırf alışkanlıktan ayaklarını sürüye sürüye yürümeye çalıştığın köprü başına yıkılmış. Bir bakmışsın, harabe olmuşsun.
Kaybediş ve kayboluş
Köprü denince Leos Carax’ın senaryosunu yazıp yönettiği 1991 yapımı Les Amants du Pont-Neuf (Köprü Üstü Âşıkları) filmi de gelir aklıma. Fransız Devrimi’nin 200. yıl kutlamaları için restore edilmeye başlanan Paris’in en eski köprüsü olan Pont-Neuf’te geçer hikâye. Romantizm klişeleriyle kuşatılmış Paris’i yerle bir eder Carax. Önümüzde çöplerle kaplı, yaya ve araç trafiğine kapalı, onarılmayı bekleyen bir köprü vardır. Üzerinden geçilmediği için, içinde kalmayı tercih edenlere odaklanır hikâye.
Köprüde yaşayan, ağzından alev topları çıkararak sokak gösterileri düzenleyen sirk performansçısı Alex (Denis Lavant), eski bir bekçi olan ve Alex gibi köprüde yaşayan Hans (Klaus-Michael Grüber). İkilinin düzenine, âşık olduğu müzisyenden yeni ayrılmış ve bir hastalık sonucu görme yetisini giderek kaybetmekte olan ressam Michèle (Juliette Binoche) de eklenir. Hans, başlarda kendisine eski eşini hatırlattığı için Michèle’in köprüde kalmasını istemese de, giderek bu üzgün, öfkeli, kafası karışık genç kadına âşık olan Alex, Hans'ı ikna eder ve sonunda birbirinden tamamen farklı üç insan, köprüdeki ortak hayatta kalma mücadelelerine başlar. Michèle, aşk ve terk edilme acısıyla yerleşik hayata sırtını dönüp, gözünde bandajı, çantasında boyaları ve kedisi, diğer kolunda da resimleriyle gelmiştir.
Kaybediş ve kayboluşla çevrili dünyalarında iki âşığın mutluluktan patladığı sahneler de var. Büyük yıldönümü için fırlatılan havai fişeklerin altında sarhoş hâlde köprüde tutturdukları dans, sahil boyu birbirilerine seslenerek koşturmaları, gülmekten katılmaları… Ama hep tetikteyiz.
Çünkü o zamana kadar duygularıyla hiç işi olmamış Alex’in, Michèle’le keşfettiği dünyası en az hayattaki duruşu kadar sert olur. Bu noktada sevdiğini koruma ve ona iyi gelme içgüdüsü ile onun gün gelip de köprüden gidebilmesi korkusu arasındaki savaşına tanıklık ederiz. Bu uğurda metroda müzik yapan eski sevgiliyi kovmaktan, ailenin kızlarının tedavisi için metroya astığı ilanları yakmaya ve bu arada ilanları yapıştıran adamın ölümüne sebep olmaya, köprü duvarına beni unut yazıp giden Michele’in yokluk acısıyla “Kimse bana unutmayı öğretemez” diye eline kurşun sıkmaya kadar göze alamayacağı hiçbir şey yok. Ve elbette akış engellenemez. Olağan şartlarda yolları kesişmeyecek bu iki insanı yine hayat ayırır.
Şiirsel kelimesine yapılan en büyük haksızlıklardan biri gerçeklerden uzak bir romantizm çağrışımıyla bir tutulması bazen. Oysa bir yapıt şiirsel üslupla alabildiğine gerçek olabilir. Çünkü şiir zaten özü itibariyle sahici olandır. Bu açıdan Köprü Üstü Âşıkları şiirsel ve sertin de ötesi sertlikte bir üsluba sahip. Daha ilk saniyesinden itibaren sürekli diken üzerindeyiz. Ve bu gergin hâl filmin son sahnesine kadar sürüyor. Müzik ve görüntünün birarada yarattığı bu algıda, Jean-Yves Escoffier’in sinematografisinin rolü çok büyük. Eklektik ve keskin geçişli müzikler, su gibi akan renkli ışıklar, patlayan alevler yer yer duyulara kısa devre yaptırıyor. Dünyayı Michèle Stalens’in giderek bulanıklaşan gözünden, oynaşan renk benekleri ve dans eden bulanık alevler halinde izliyoruz.
Birbirlerini bulup kaybeden âşıkların son kavuşma sahnesi karlı bir kartpostal Paris’ine denk gelir. Ama araya kimsenin gözünün yaşına bakmadan akmaya devam eden zaman girmiştir ve köprü artık iki serseri ruhun değil, iş güç-ev koşturmacasındaki milyonların hizmetindedir. Belki de tam bu çelişkiyi hissettirmek üzere Michèle ve Alex’in buluşma sahnesinde romantik müziği ve karlı ambiyansı bir anda keskin trafik ve korna sesleriyle keser. İki eski sevgilinin ruh hâline de uygundur bu durum. Bir yanda kendilerine ait dünyanın dipten anımsanan büyüsü, diğer yanda günlük hayatın yol ayıran gerçekleri. Alex, Michèle’in gideceğini fark edince onunla birlikte kendini köprüden nehre bırakır. Taşta takılan, suda çözülsün diye. Sudan çıkan ikili, düşen o iki insandan farklıdır hakikaten de. Köprü bütün sonların ve başlangıçların şahididir.
Bir başka köprüde, Wislawa Szymborska, Osman Deniztekin’in çevirisinden “Bir Köprüdeki İnsanlar” başlıklı şiirinde bizi Utagawa Hiroshige’nin bir resminin içine ışınlar:
Garip bir gezegen, garip insanlarıyla.
Zaman teslim olur, ama tanımazlar.
Protestolarını ifade etmenin yolunu bulur,
Resimler yaparlar, bunun gibi mesela:
İlk bakışta özel bir şey yok.
Su görürsün
Bir sahil görürsün.
Akıntıya karşı zorlukla giden bir tekne görürsün.
Suyun üstünde bir köprü ve üstünde insanlar görürsün.
İnsanlar görünür şekilde adımlarını sıklaştırır,
çünkü demin başlamıştır bir yağmur
kara bir buluttan aşağıya kamçılarcasına.
Mesele şu ki arkasından hiçbir şey olmaz.
Bulut ne biçimini ne rengini değiştirir.
Yağmur ne yoğunlaşır, ne durur.
Tekne hareketsizce süzülür.
Köprüdeki insanlar
biraz önce bulundukları yere koşarlar.
Burada araya sokuşturmadan olmayacak:
bu hiç de öyle masum bir resim değil.
Burada durdurulmuştur zaman.
Yasaları çiğnenmiştir.
Gelişen olaylara etkisi engellenmiştir.
Hakaretle defedilmiştir.
Bir âsinin sayesinde,
belirli birinin, Hiroşige Utagava diye
(nasıl olmuşsa, aslında
uzun zaman önce hayli usulünce
aramızdan göç etmiş bir yaratık)
zaman tökezleyip düştü.
Belki de önemsiz bir kapristi,
birkaç galaksiyi örten uçuğun biriydi,
ama belki şunları da eklemeli:
Buralarda uygun görülür
bu küçük resme büyük itibar göstermek,
hayranlıkla bakıp çağdan çağa heyecanla titremek.
Bazıları için bu yeterli değil.
Boşanan yağmuru bile işitirler,
boyunlara ve omuzlara düşen serin damlaları duyarlar,
köprüye ve insanlara bakarlar,
sanki orada kendilerini görmüşçesine
hep aynı hiç bitirilmeyen koşuda
ebediyen yol alınacak sonsuz bir yol boyunca
ve utanmazlık içinde inanarak
işin aslında böyle olduğuna.
Bu şiire konu olan 1857 tarihli Shin-Ohashi Köprüsü ve Atake'de Birdenbire Bastıran Yağmur tablosunda, insan gökgürültüsünü ve sağanağı işitir. Bir anda her yeri karartan bir yaz yağmurudur bu. Özellikle manzara baskı resimleriyle bilinen bir Japon ressam ve baskı ustası ve ukiyo-e (havai dünya) tarzı baskı resim okulunun son büyük temsilcisi, Ando Hiroshige adıyla da bilinen Utagawa Hiroshige (1797-1858); Monet, Whistler, Cézanne, Vincent van Gogh gibi isimlere ilham vermiş. Hatta aynı resmin van Gogh tarafından yağlıboyada yapılmış bir kopyası da mevcut. Şiirin tabloyu anlama ve anlatma çabasındaysa zaman denen muammanın payı büyük. Bir yandan sanat aracılığıyla hayattan belli anları donduruyorsun. Zamanın akışına karşı duruyorsun bir anlamda. Öte yandan tam da durdururken o ânın kaybolmamasını ve sonsuza kadar akmasını sağlıyorsun. Zaman içinde zamancıklar açarak. Yağmur altında yıkanan bir köprünün hakkını teslim ediyorsun.
Böylece bir köprüde daha zaman durup yeniden başlıyor. İnsanlara küçük hayatlarını düşünme ve değiştirme imkânı doğuyor. Geçecek misin, yıkacak mısın? Hangisinin vaktidir şimdi? Önünde uzanan köprüye şöyle bir baktığında cevabını duyuyorsun.
—–
Kapak Görseli: 1857 tarihli Atake'de Birdenbire Bastıran Yağmur tablosu, Utagawa Hiroshige.