Geçmeyen Zamanın Şairi: Kavafis
Onu senden asla alamazlar. Ne diriler ne ölüler. Aşk ölümü böyle yener sonunda.
21.04.2022
Anıları ve anlatıları belirleyen temel unsurdur zaman. Nasıl olmasın ki. Ömür dediğin de
gerisayımlı, verili bir süre nihayetinde. Dolayısıyla yaşananı yazarken, anlatırken,
kaydetmeye çalışırken kural yıkıcı bir kurgu deneyeceksen bile geleneksel, çizgisel
zamana karşı gelerek ama günün sonunda mutlaka ona bir şekilde yaslanırken bulursun
kendini. Hayatını belirleyen bir ânın kaç yıllar öncesinde kaldığını fark ettiğin zamanın
dehşetiyle baş başa kalırsın. Kanepe ve yatak altlarına süpürdüğün, sandıklara,
bazalara, yüksek raflara, çatı katlarına ötelediğin her şey öylece bakar sana. Sessiz bir
dolulukla.
Günün kendi içinde katmanlaştığı böyle zamanlarda insan eşlikçilere ihtiyaç duyar.
Daha eski ömürlerde aynı gökyüzüne bakanlara, yıldızdaşlara. Modern Yunan şiirinin en
önde gelen isimlerinden Konstantinos Kavafis böyle bir eşlikçidir işte. Geçmeyen
zamanı anlatır sanki tekmil insanlığa.
Şairin hayatı da şiire dâhilse eğer, biraz o hayatın dönüm noktalarına bakmakta yarar
var kısaca. İskenderiye’ye yerleşmiş pamuk ticaretiyle büyük bir servet elde etmiş
İstanbul Yeniköy köklü bir Rum ailenin dokuzuncu çocuğu olarak 29 Nisan 1863’te
bu kozmopolit şehirde doğan Konstantin Kavafis, hem İskenderiye’nin siyasi
çalkantılarından hem ailenin değişen hayat koşullarından payına düşeni alarak yetişti.
Yedi yaşındayken babası ölünce işleri yürütebilmek amacıyla annesi ve kardeşleri ile
İngiltere’ye taşındılar ama işler iyi gitmeyince aile üç yıl sonra İskenderiye’ye geri
döndü.
Dönülen İskenderiye, İngiliz işgaline giren, çalkantılı bir Mısır’ın parçasıdır artık. Evleri
yıkılan, mal varlıklarını yitiren aile bu kez de 1885’e kadar üç yıl kalacakları İstanbul’a
göç eder. Konulup göçülen bu şehirler genç Konstantin’in eğitim hayatını ve şiire
başlangıcını şekillendirdi. Helen, Bizans ve Roma tarihini daha yakından incelemeye
başladı. Ölene kadar Devlet Su İşleri’nde kâtiplik yaptı ve borsacı olan ağabeyi
aracılığıyla da İskenderiye Borsası’nda simsar olarak çalıştı. Böylelikle asıl hayat
anlamına, şiire hep sadık kaldı.
Kronolojik ve tematik iki ayrı derleme dışında şiirlerinin toplu hâlde basılmasına izin
vermeyen Kavafis, onları sadece bazen dergilerde yayınlattı. Daha da ilginci, anlatılana
göre beğendiklerini çoğaltıp arkadaşlarına elden veriyordu. Bu elden verilen tek sayfalık
şiirleri gözümün önünde canlandırdığımda, ürperiyorum bir an için. Bir şair bir insana bu
denli doğrudan, bu denli samimi başka ne verebilir ki. Kalbini tutuyorsun avucunda.
Geniş bir zaman, dar bir an
Kavafis’in poetikası, hayatı görme biçiminden ayrı değildi. Kendisini Helen kültür
mirasının bir parçası olarak gören şair, beni en çok da yekpâre zaman anlayışıyla
etkiledi. Doğrudan tarihi olaylara, savaşlara, antik dönem kahramanlarına göndermede
bulunan şiirlerinde dahi aslında geçmiş bir zamanı değil, sembolik bir anlatımla her dem
geçerli olan bir insan hakikatini anlatmaya girişti. Onun tarih anlayışında hamasi
söylemlere, kalıp anlatılara yer yoktu. Karmaşayı, çelişkiyi, aldanışı, sürgünü,
yenilgiyi ve ille de tutkuyu resmetti.
Kavafis’in şiirlerinde geçen zaman denen şeyin ne demek olduğunu hissederiz. Yalın
dili, kıskıvrak yakalayan anı zerreleri bir yerlere kaçmamıza izin vermez. Dizelerin
arasından kendi filmimiz akar usulca. İzlemekten ve hatırlamaktan ötesi elimizden
gelmez:
Saat yarım. Zaman ne çabuk geçmiş
saat dokuzda lâmbayı yakıp buraya
oturduğumdan beri. Öyle oturdum durdum,
okumadan, konuşmadan. Kimle
konuşabilirdim ki bu evde tek başıma?
Gözümün önünden gitmez oldu
bedenimin gençlik hayali lâmbayı
yaktığımdan beri saat dokuzda, bana hoş kokulu,
kapalı odaları, o eski tutkuları,
o gözü pek tutkuları hatırlatarak.
Yeniden canlandı gözümün önünde
artık tanınmaz olan sokaklar,
kapanmış cıvıl cıvıl eğlence yerleri,
yerinde yeller esen kahveler, tiyatrolar.
Bize hüzün veren anılar da getirdi
bedenimin gençlik hayali
Ailede de yaşanan acılar, ayrılıklar,
Kendi yakınlarımın duyguları,
unutulup giden duyguları ölülerimizin.
Saat yarım nasıl da geçmiş zaman.
Saat yarım nasıl da geçmiş yıllar.*
Bedenin hafızası arzunun tarihidir. Yaşanan, yitirilen, teğet geçirilen arzunun. Kavafis, o
bedenin ve ona kayıtlı zamanın değerini hafife almamayı öğretir. Ölümlülük içerisindeki
gelip geçiciliği. Zamanın aşındıracaklarını ve bunun vereceği acıyı anlatır dipten.
Hayatımızı biricik kılan anların aynı zamanda kayıp çetelesi olacağını bir vakit. Yalnızlık
beyazperden olacak, anılarınsa kısa film. Reklamsız, öngösterimsiz. Öyle çat diye
bulacaksın karşında. Gözünü kırpmadan izleyeceksin. Başrolde pek tanıdık bir yabancı
olarak gençlik hâlin. Anlar koca bir ömürmüş, ara zamanlar bazen sadece israf. Gecenin
kahredici ve affedici karanlığında her şey bir kez daha çıkacak karşına.
İskenderiye’de saklı dünya
Kendisi de İskenderiye doğumlu bir Sefarad Yahudisi olan André Aciman, Adınla Çağır
Beni romanının âşıkları 17 yaşındaki Elio ile 24 yaşındaki Oliver’ın yirmi yıllık israf
edilmiş ara zamanlarını ve buna rağmen sadık kaldıkları bağı Bul Beni romanıyla
mühürledi. İlk romanda Kuzey İtalya’da 1988 yazında tarihi bir villada tatil günlerini nota
transkripsiyonu yapıp piyano çalarak, gölde yüzüp kitap okuyarak arada da
arkadaşlarıyla dışarı çıkarak geçiren 17 yaşındaki Elio’nun Antik Yunan dönemi
profesörü babasına yardımcı olmak üzere yazın evlerine gelen doktora öğrencisi
Oliver’la çarpışmasını izlemiştik. Yirmi yıl sonrasından geriye dönük anlatılan hikâye bu
anlamda zamana ve hafızaya dair de bir belgesel.
Ayrılığı aşklı zamanın doğal uzantısı, birbirinden kıtalarca, hayatlarca ayrı iki bedeni
birbirinin uzvu, iki savrulmuş ruhu birbirinin ruhu kılan bu hikâyenin devamı olan Bul
Beni’de yazarın âşıklar buluşması için seçtiği şehirse tahminlerin aksine Kuzey
İtalya’nın bir köşesi, ABD’nin tesellisiz bir eyaleti, New York keşmekeşi ya da Venedik,
Paris gibi bir dekoru olmadı. Büyüdüğü şehri selamlamayı tercih etti yazar. Sevgilileri bir
Akdeniz seyahatine çıkartarak İskenderiye’ye ışınladı. Oliver’ın dilinden yönelttiği soruya
Elio’nun kendi içinde verdiği yanıt, sadece onların aşkına değil bu şehrin ruhuna dair de
çok şey anlatıyordu:
“ ‘Neden İskenderiye?’ diye sordu Oliver, oradaki ilk gecemizde kordonda durup
güneşin dalgakıranın ardında batmasını seyrederken. Balık, tuz ve kıyıdaki
durgun suyun kokusu çok güçlüydü, yine de İskenderiyeli Rum ev sahiplerimizin
yaşadığı yerin karşısındaki patikada durup herkesin eski deniz fenerinin bir
zamanlar durduğunu söylediği yere bakmayı sürdürdük. Ev sahiplerimizin ailesi
sekiz nesildir burada yaşıyordu; fenerin Kayıtbay Kalesi’nin durduğu yerden
başka hiçbir yerde olamayacağı konusunda ısrarcılardı. Ama kimse kesin olarak
bilmiyordu.
Neden İskenderiye? sorusunun o kadar çok anlamı olabilirdi ki: Şu an bu şekilde
duran bu şehir Batı tarihinde neden bu kadar önemli? sorusundan neden buraya
gelmeyi tercih ettik? gibi şakacı bir soruya. Şu yanıtı vermek istedim: Çünkü ikimiz
için de bir anlamı olan her şey –Efes, Atina, Siraküza– muhtemelen burada bitti.”
için de bir anlamı olan her şey –Efes, Atina, Siraküza– muhtemelen burada bitti.”
Sonra ikiliyi Kavafis’in evini gezerken izledik. Sahibinin yokluğunda turistlerin uğrak yeri
bir kişisel müzeye dönüşen bu yerde Elio, şairin hatırladığı bir şiiri eşliğinde aslında
kendi kayıp yıllarının ağıtını yaktı usulca. Arada başka bir aşkla büyüse de, müzikle
hikâyesini anlatabilecek denli usta bir piyaniste dönüşse de, başka şeylere ağlasa ve
gülse de içinde taşıdığı kederin hayaleti yine dibindeydi:
“Kavafis’in şimdi dandik bir müzeye dönüştürülmüş dairesi açık pencerelere
rağmen basık ve boğucuydu. Mahallenin de basık bir havası vardı. İçerisi epey
loştu ve sokaktan gelen tek tük ses haricinde muhtemelen terk edilmiş bir
depodan toplanmış seyrek, eski eşyaya ölümcül bir sessizlik çökmüştü. Yine de
daire bana şairin en sevdiğim şiirlerinden birini hatırlattı, gençlik günlerinde
âşığıyla birlikte uyuduğu yatağa öğleden sonra düşen ışık huzmesiyle ilgili şiirini.
Şimdi, şair aynı yeri yıllar sonra ziyaret ettiğinde mobilyaları gitmiş, yatağı gitmiş,
daireyi de bir ofise dönüşmüş buluyor. Ama bir zamanlar yatağın üstüne düşen
huzme onu terk etmiyor, sonsuza dek anılarında yaşıyor. Âşığı bir hafta içinde
döneceğini söylemiş ama hiç dönmemiş. Şairin hüznünü paylaşıyorum. İnsan zor
toparlanıyor.”
Elio’nun peşi sıra o müze-evin içinde dolanırken, kitapta doğrudan alıntısı olmayan
“İkindi Güneşi” şiirini okumadan edemedim. Hani şu artık yerinde yeller esen bir aşkın
yerinde yeller esen bir evde hüzünle hatırlandığı şiir. Aşk kadar ölümü anlatan:
Bu oda –ne kadar iyi bildiğim bir yer burası.
Şimdi bu da, bitişik oda da işyeri olarak
kiralanmış. Acentelerin, tüccarların,
şirketlerin yazıhanesi olmuş bütün ev.
Ah, ne kadar bildik bir yer bu oda.
Bir divan vardı kapının yanında,
onun önünde bir Türk seccadesi;
hemen yanında, üzerinde iki sarı vazo duran raf.
Sağda, hayır, karşıda, aynalı bir dolap.
Ortada yazı yazdığı masa
ve üç büyük hasır iskemle.
Pencerenin yanında yatak dururdu,
üzerinde kaç kez seviştiğimiz.
Hâlâ buralarda olmalı bütün o zavallı eşya:
Pencerenin yanında yatak dururdu;
ortasına kadar gelirdi ikindi güneşi.
… Bir ikindi saat dörtte ayrıldık,
yalnız bir haftalığına… Ah, ah,
bir türlü sona ermedi o hafta…**
Kavafis, sanki zamanı, aşk ve tutku koordinatına göre düzenliyor. Geçmişle aşk iç içe.
Dolayısıyla geçen de sanki zamandan ziyade tenin hevesi, aşkın esrikliği. Hani o
kokuları daha parlak, kokuları daha keskin kılan hayat büyüsü. Bir an için yaşadığını
değil, hayatın ta kendisi olduğunu hissettiğin taşkınlık. Zaman bu anlamda kaybedilen
bir şeyden de bilinir.
Aciman, çerçeve öykülerle katmanlaştırdığı anlatısında Kavafis gibi geniş bir zamana
yol alıyor. Hele kimliğini yitiren ve sadece bir günlüğüne yâd edebilen Poseidonyalılar’ın
hikâyesi, birbiri olmadan ruhunu kaybetmiş bu âşıklar kadar, Kavafis’in, İskenderiye’nin
kaderini de simgeliyor sanki.
“Sert görünümlü Kavafis’in, duvarları süsleyen ucuz fotoğrafları ikimizi de hayal
kırıklığına uğrattı. Bu ziyareti hatırlamak için Yunanca bir şiir derlemesi aldık.
Koya bakan eski bir Yunan fırınında yan yana oturduğumuzda Oliver şiirlerden
birini bana yüksek sesle okumaya başladı, önce Yunanca, sonra o anda yaptığı
çevirisiyle. Bu şiiri daha önce okuduğumu hatırlamıyordum. İtalya’daki bir Yunan
kolonisiyle ilgiliydi; Yunanların Poseidonya dediği, daha sonra Lukanların Paistos
dediği, en son Romalılar tarafından Paestum olarak adlandırılan koloniyle.
Yüzyıllar içinde, buraya yerleştikten uzun nesiller sonra bu Yunanlar nihayet
Yunan kökleriyle ilgili tüm anıları ve Yunan dilini unutmuş, onun yerine İtalyan
geleneklerini benimsemişlerdi –yılın bir günü hariç; o yıldönümünde
Poseidonyalılar Yunan müzikleri ve Yunan ayinleriyle bir Yunan festivali kutluyor,
atalarının unutulmuş geleneklerini ve dillerini ellerinden geldiğince hatırlamaya
çalışıyor, müthiş bir hüzünle harikulade kültürlerini yitirdiklerini, Yunanların
normalde burun kıvırdığı Barbarlardan bir farkları kalmadığını fark ediyorlardı. O
gün, gün batımına dek Yunan kimliklerinden kalan kırıntıları topluyor ama ertesi
gün şafak vaktinde tekrar uçup gitmelerini izliyorlardı.”
Kendi hayatına uzak bir kıta gibi bakmak ne demeye gelir? Anadilini duraksayarak
konuşmak. İpliğinden çözülmek. Hatırlamanın dinamiği zorlu bir idman. Ne canlanıyor
gözünde, ne kadarını anlatabiliyorsun? Hatırlanmaya değmez bir şimdiki zaman
gözünde, ne kadarını anlatabiliyorsun? Hatırlanmaya değmez bir şimdiki zaman
rutininde unutmaya razı gelemediğin bir anıyı nasıl yaşıyorsun?
Bu anıyı anlatmak isterdim…
ama nasıl solgun… hiç bir şey kalmamış gibi–
çünkü uzaklarda gömülü, ilk gençliğim yıllarında.
Yaseminden gerilmiş bir ten…
o Ağustos gecesi? Ağustos muydu? –o gece…
Yalnız gözleri hatırımda hayal meyal; gözleri, sanırım maviydi…
Evet, evet mavi, gökyakut mavisi.***
Anıların ayrıntıları bulanıklaşırken hissi berraklaşır sanki. Kavafis okurken, sevdiğim bir
film müziğini dinler gibi hissederim. Çeşitli varyasyonlarla geliştirilen temel bir melodi
vardır orada. Kalbi kıskıvrak yakalamış, anlatılmaktan hiç vazgeçilmemiş hikâye benzeri
belirleyici bir ezgi. Bir yörünge oluşur, kendi ekseninde dönerken artık her hâlinle
yüzleşmeye mecbur kalırsın. Çember zamanda aynı duraklardan geçeceksin. Eski
sen’e bakacaksın. Elinden hiçbir şey gelmeyecek. Kaderi anlatmanın yeni bir yolunu
bulmanın ötesinde. Anılarını seveceksin yaşayabilmek için. Ardında bıraktığın şehirlerin,
sapmadığın sokakların, kapattığın kapıların hesabını vereceksin. Bir renk, bir ses, bir
koku, bir dokunuş kalacak geriye. Havada, toz olmadan önceki yoğunluk. Bir damlada
saklı öz. Alınamayan nefes. Sen de yaşadın. Anlatmadığın için var olmamış değiller.
Anlatamadığın kadar varlar. Birazını mutlaka kendine saklamak isteyeceğin kadar. Onu
senden asla alamazlar. Ne diriler ne ölüler. Aşk ölümü böyle yener sonunda.
—–
* “Saat Dokuzdan Beri”, Çeviren: Cevat Çapan
** “İkindi Güneşi”, Çeviren: Cevat Çapan
*** “Uzak”, Çeviren: Barış Pirhasan