Geniş zamanda hayat

Yazmak, mesafe kazanmak ve gerçeği inadına tarihe kazımak demek. Cesaretimiz var mı?

KARİN KARAKAŞLI

26.12.2022

Yıl sonu yaklaştıkça, biraz da takvimi bahane ederek kendi içimizde muhasebeye girişiriz. Neredeyse kendiliğinden hatırlanır her şey. O yüzden hafıza sene sonunu sever. Hafızaya senenin her günü odaklanan biri olarak, 2022 Nobel Edebiyat Jürisi tarafından “kişisel hafızanın köklerini, mesafelerini ve kolektif kısıtlamalarını keşfetmedeki cesaretinden” ötürü bu yılki ödüle layık görülen Annie Ernaux’nun tam da kişisel anılardan yola çıkan ve 1940’lardan 2000’lere uzanan bir zaman diliminin kolektif hafızasına ulaşmaya çalışan Seneler kitabına bakmanın tam sırası sanki. Şöyle bir birlikte yola çıkalım mı?
 
Kişisel anılar ifadesi yanıltıcı olmasın; elimizde ben anlatıcısı olmayan, daha ziyade her dönemin imge, fotoğraf, reklam, şarkı, gazete haberleri, gösterileri, seçimleri, siyasi olaylarıyla ilerleyen titiz bir kayıt tutucunun insanlık kuyusunun çağdaş zamanlarını derinlemesine kazma çabası var. Hafızada iz bırakan, toplumsal hayatın dönüşümünü simgeleyen yüzlerce ayrıntıyla ince ince örülen anlatı, yazarın kendi albümünden fotoğrafları yine üçüncü tekil şahıstan sanki bir tablo inceler gibi büyük bir titizlik ve soğukkanlılıkla betimleyişiyle her seferinde bölünürken, bu fotoğraf tasvirleri toplumsal ve siyasal tarihte de yeni bir eşiği haber ediyor.
 
Yazar, içeriğin belirlediği bu sıradışı kurgu arayışını da bizzat kitabın konusu edinmiş: “Genellikle beklendiği gibi, bir hayatı hikâyeleştirmeyi, kendini açıklama anlatısı yaratmayı amaçlayan bir anımsama çabası olmayacak bu. Kendi içine sadece dünyayı, dünyanın geçmiş günlerinin muhayyilesini ve hafızasını görmek, fikirlerin, inançların ve hassasiyetlerin değişimini, öznenin ve kişilerin dönüşümünü kavramak için bakacak… Yapmak istediği, zaten mevcut olan, henüz adı konmamış hislerin, mesela onu yazmaya zorlayan hissin benzerlerinin izini sürmek.”
 
Kökleri ve kuşakları kapsayacak biçimde ailesinin geçmişinden kendi çocuklarının geleceğine bir enlem ve boylamda ilerliyor yazar senelerin ve ömürlerin içerisinden. Muhteşem bir gözlemci olarak kimi yerde tamamlamadığı bir listeleme usulüyle farklı dönemlerin kişisel ve toplumsal hayat deneyimlerini sıralarken II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından günümüze çağdaş tarihin bir geçidini sunuyor aslında. Bunu yaparken de bunca bilginin keskinliğini geniş zamanın rüyamsı tınısıyla buluşturuyor. Tam da hafızayı tanımladığı şekilde. “Günün birinde biz de çocuklarımızın anılarında, torunların ve henüz doğmamışların arasında belireceğiz. Hafıza da cinsel arzu gibi hiç durulmuyor. Ölmüşlerle hayattakileri, gerçek varlıklarla hayalî olanları, rüya ile hikâyeyi iç içe geçiriyor.”
 
Sofraların izinde
On yılların içerisinden ilerlerken her seferinde bir aile sofrasıyla karşılaşıyoruz. Bu açıdan sofraların susulan ve konuşulan her şeyle birlikte anlatının leitmotivi olduğunu söyleyebiliriz. Gerek hassas listeleme uygulaması gerekse geniş zamanlı rüyamsı tını için kitabın ilk sofra tasvirine bakmamız yeterli:
 
“Savaş sonrasının bayram günlerinde, sofra başının sonu gelmez yavaşlığında, hiçlikten çıkar ve şekle bürünürdü çoktan başlamış zaman; anne babaların bize cevap vermeyi unutup ara ara buğulu bakışlarla gözlerini diktikleri zaman, bizlerin olmadığı ve hiçbir zaman olmayacak olduğumuz zaman, önceki zaman. Misafirlerin birbirine karışan sesler, dinleye dinleye neredeyse bizim de tanık olduğumuza inandığımız ortak hadiselerin büyük anlatısını örerdi.
’42 yılının dondurucu kışını anlata anlata bitiremezlerdi; açlık, şalgam, iaşe ve tütün karneleri, bombardımanlar.
savaşın habercisi kuzey ışığı
yollarda Bozgun manzaraları, at arabaları, bisikletler, yağmalanan dükkânlar
yıkıntıları eşeleyerek fotoğraflarını, paralarını arayan felaketzedeler
Almanların gelişi -herkes onların tam olarak nereden, hangi şehirden girdiklerini belirtirdi-, her zamanki gibi nazik İngilizler, patavatsız Amerikalılar, işbirlikçiler, Direniş’e katılan komşu, bilmem kimin Kurtuluş’tan sonra kafası kazınan kızı
Yerle bir edilen, hiçbir şeyin kalmadığı Le Havre, karaborsa
Propaganda
bir deri bir kemik atlarla Caudebec’ten Seine’i geçerek kaçmaya çalışan sefil Almanlar
içinde Almanların olduğu bir vagonda gürültülü bir şekilde osurup sonra da ortalığa ‘madem içimizden geçenleri onlara söyleyemiyoruz, biz de koklatırız,’ diyen köylü kadın
Açlık ve korkunun ortak zemininde her şey, ya özne belirtilmeden ‘yapıldı’, ‘edildi’ diye ya da ‘biz’ diye anlatılıyordu.”
 
Ernaux bu noktada hafızanın seçiciliğine de vurgu yaparak susulanları kaydı geçirmeyi ihmal etmiyor: “Ama sadece gözleriyle gördüklerini ve yiyip içerken yeniden yaşayıp canlandırabilecekleri şeyleri anlatıp dururlardı. Görmeyip de bildikleri hakkında konuşacak yetenekten ve kanaatten yoksunlardı. Dolayısıyla, ne Auschwitz’e götürülmek üzere trenlere bindirilen Yahudi çocuklar ne Varşova gettosunda açlıktan ölenlerin her sabah toplanan cesetleri ne de Hiroşima’daki 10.000 derece sıcaklık vardı.”
 
Kutsal ışığın peşinde
Seneler’in letimotivlerin biri de ışık olsa gerek. “Geçmiş ile şimdiyi ayıran mesafe kendini belki de, yüzlerin üzerinden kayıp elbisenin kıvrımlarını belirginleştirerek, hangi saatte çekilmiş olursa olsun , siyah beyaz fotoğrafın alacakaranlık aydınlığında yerdeki gölgelerin arasına yayılan ışıkta gösterir” diyor bir yerde yazar ve yeniden bir gençlik fotoğrafını gözümüzde canlandırıyor. Bahsi geçen ışık, senelerle geçmeyen bir şeylerin, geniş zamanda kalan bir özün simgesi gibi. Nitekim 1968 ve 1986, 1995 gibi büyük umut, devrim, toplu grev ve direniş miladının ardından günümüze gelindiğinde aslında bu kitapla murat ettiği şeyi anlatmak üzere de yine ışık metaforuna dönüyor: “… ama şimdi her şeyden çok istediği, artık bir daha göremeyeceğimiz yüzlere vuran ışığı yakalamak, yok olmuş yiyeceklerle dolu sofralara vuran, çocukluğunun pazar anlatılarında orada olan, yaşanmış şeylerin üzerine her daim vurmaya devam eden o ışığı, kadim ışığı yakalamak. Kurtarmak.” Kurtarmak fiilini daha da açıyor yazar en sonunda: “Artık asla olmayacağımız zamandan bir şey kurtarmak.” Edebiyatın hayatla bitmeyen mücadelesinin tanımı da bu değil midir zaten?..
 
1940’ta, Lillebonne’da, işçi sınıfına ait bir ailede doğan, çocukluğunu Yvetot, Normandiya’da geçiren ve edebiyat öğreniminin ardından yıllarca öğretmenlik yapmış biri o. Parşömen sitesinde Çağla Taşkın’ın çevirisiyle yayımlanan Nobel Ödül konuşmasında bu geçmişin edebiyatını fişekleyen kısmını şöyle paylaştı dünyayla: “Altmış sene önce günlüğüme yazmışım. ‘Halkımın intikamını almak için yazacağım’. Rimbaud’nun yakarışından yankılanmış: ‘Tüm ebediyet boyunca adi bir ırka mensup olacağım ben.’ Yirmi iki yaşındaydım, çoğunlukla yerel burjuvazinin oğulları ve kızlarıyla birlikte taşra üniversitesinde okuyordum. Bir topraksız emekçi, fabrika işçisi ve esnaf sülalesinin, hal ve hareketleri yüzünden, aksanları yüzünden, eğitimsizlikleri yüzünden nefret edilen bu insanların son temsilcisi olarak kitap yazmanın, yazar olmanın doğduğunuz toplumsal sınıfla ilişkili olan toplumsal adaletsizliğe çare olmaya yeteceğine inanıyordum, gururla ve safça. Bireysel zaferin asırların tahakkümünü ve yoksulluğunu silebileceğine, okulun, akademik başarımın etkisiyle bende hâlihazırda yeşerttiği bir illüzyona inanıyordum. Edebiyat okumayı seçerek edebiyatın, benim için en kıymetli şeyin, hatta kendimi Flaubert’in veya Virginia Woolf’un romanlarına yansıtmama ve bunları edebi anlamda yaşamama vesile olan bir yaşam şekli olan şeyin içinde kalmayı seçtim. Edebiyat benim farkına varmadan toplumsal çevremin karşısında konumlandırdığım bir kıta gibiydi. Ve yazmayı tam olarak gerçekliği yeniden biçimlendirmek olarak görüyordum.”
 
Gerçeğin kendisi, hayatın tam ortası aslında çoğu zaman yangın yeri. Doğum kontrolünün yasak, cinselliğe dair konuşmaların tabu olduğu bir gençlik döneminden bir anda doğum kontrol hapının satışına geçilen, buna mukabil kürtajın merdivenaltı şartlarda yapılabildiği ve hak olarak kabulü için çok mücadele gereken yıllara geçiliyor. Arada kalanların hikâyesine, yeni kelimelere ihtiyaç duyanlara yöneliyor yazarın dikkati. Tıpkı Nobel konuşmasında da vurguladığı gibi: “İçimde boylu boyunca uzanan gediği bulup çıkarmak, göstermek ve anlamak için ‘iyi yazmaktan’ ve güzel cümlelerden –tam da öğrencilerime yazmayı öğrettiğim türden cümlelerden– kopmam gerekti. Öfke ve alay, hatta çiğlik aktaran bir dilin feryadı kendiliğinden geliverdi bana; küçük düşürülenlerin ve güceniklerin sıklıkla başkaları tarafından hakir görülmenin, utancın ve utanmanın utancının anısına verdikleri yegâne yanıt olarak kullandıkları bir aşırılık, baş kaldırma dili.”
 
Baştan sona bu dille, dahası alabildiğine mesafeyle kurulan bir anlatı şüphesiz ki okurunu da sadece bir kitapsever olma, entelektüel zevkini tatmin etme konumunda bırakmayı reddediyor. Şaşırtıcı bir denklem bu. Bir yanıyla yüzlerce dipnota ihtiyaç duyulan belli bir zaman ve mekâna, çok ağırlıklı olarak Fransa kültürüne yaslanan bir anlatı var elimizde. Diğer yandan anlatılma şekliyle “Siz de kendi hikâyenizin mihenk taşlarını, milatlarını düşünmeye, sırlarınızı açık etmeye hazır mısınız?” diye soran açık bir davet, neredeyse bir talep var. O yüzden bu denli evrensel ya zaten Seneler. Bir şekilde aidiyetini aramış, varlığını, toplumu sorgulamış herkese yer var bu koca diyarda.
 
Hem de ne diyar. “Hayatın hızının ölçüsünün bisiklet” olduğu seneler, yetmişlerin özgürlükçü ara döneminin ardından giderek tüketime yönelen ve adeta yörüngesinden çıkan başıboş bir gezegenin sarmalında hızla akıyor. Yazarın yakaladığı o otobanlarda kayıp giden arabalarla, pıtrak gibi yükselen alışveriş merkezleri içerisinden kaybolan, her yeni versiyon ve sürümlü ürünle sanki aslında tedavülden kalkan öze kahrolmamak elde değil. Çok fena bir ayna bu. Misliyle çoğalan, parçalanan ve siz çığlık atıp içinizde biriktirdiklerinize teslim olana kadar huzur vermeyecek bir ayna. Ne de olsa genç kızlığından beri içinde bekletmiş Seneler’i, adeta bir uzuv gibi taşımış. O yüzden kurgudan öte organizma gibi ya bu kitap. Biçime dair bitmeyen arayışlar bizzat anlatının içinde eriyerek gözümüzün önünde şekillendiriyor kitabı. Araya hayat girmiş, evlilik, çocuklar, boşanma, aile ölümleri, aşk ve cinselliğin keşfi, acı, hayal kırıklığı. O hep beklemiş. Sabırla da değil inatla sanki. Patlamayı beklemiş. Sizden de daha azıyla yetinecek değil. Önceleri farklı zamanlar arası gidip gelen benlik halleri vardı aklında. Hatta kavramsallaştırmıştı onu:
 
“Hayatının farklı anlarında hissediyor yeniden kendisini, birinden diğerine kayıp gidiyor. Hem bilincini hem bedenini ele geçiren, bilmediği türden bir zaman bu, geçmişin ve şimdinin birbiriyle karışmadan üst üste bindiği ve bugüne kadar var olmuş bütün hallerinin bir çırpıda beliriverdiği bir zaman. Daha önce, ara sıra, belli belirsiz yaşadığı bir his bu… şimdiyse bu hissi sanki genleşmiş ve yavaşlatılmış haliyle yakalıyor. Bir isim de vermişti bu anlarda yaşadığına, ‘palimpsest his’ diyordu. Sözlük anlamına, ‘yeniden üzerine yazılmak üzere kazınmış parşömen’ tanımına bağlı kalınca tamı tamına denk düşmüyordu gerçi bu kelime. Yine de burada muhtemel bir bilgi aracı görüyor, sadece kendisi için değil, genel olarak herkes için, adeta bilimsel bir bilgi, ama neyin bilgisi, bilmiyor.”
 
Sonradan, çok sonradan onca yaşanmışlığın birikimiyle başka bir yere varmış: “Bir başka histen çıkarıyor kitabının biçiminin nasıl olacağının sezgisini; bir anıya ait, onu tamamen içine çeken sabit bir görüntünün, mesela savaş sonrasında, bademcik ameliyatı olmuş, başka çocuklarla birlikte hastane odasında yataktaki ya da ’68 Temmuz’unda Paris sokaklarında, otobüsün içindeki görüntüsünün uyandırdığı his bu; silik bir bütünün içinde eriyormuş gibi ve eleştirel bir bilinç gayretiyle o bütünü oluşturan âdetleri, davranışları, hareketleri, sözleri, bütün unsurları teker teker söküp çekmeyi başarıyor. Geçmişe ait ufacık an büyüyor, genişliyor ve bir ya da birkaç yılın hem hareket halinde hem de yekpare tonlar taşıyan ufkuna açılıyor.”
 
Benim gözüm onca yıllık öğretmenlik deneyimiyle bir sınıf fotoğrafı da aradı açıkçası. Göçmen ve öteki olanı, Cezayir’i, Müslüman halkı tanıma, anlama çabasında kat edilen yolu görebilmek için doğrudan temasın izlerini. O noktada fazla mesafeli buldum yazarı. Kara mizahını, bir dönemin rahatlık ifade eden cehaletine dönük alaylı eleştirisinin geçtiği patikaları, vardığı ovayı görmek istedim. Üçüncü tekil şahıstan olsa da.
 
Resmi tarihin inkârcı ve buyurgan cümleleri, önyargıların rahatlatıcı köşeli söylemleri, medyanın ve dijital kaydın tuhaf bir ironiyle unutmaya sevk ettiği boca yığınları arasında bir kadın çarpıştığı her şeyi çırılçıplak ortaya koyuyor. Önce kendine vurarak. Tek kişinin anıları olmaktan çıkan, kurgusuyla topluma mal edilen bu anlatının karşılığını vermek bize kalmış. Sadece okumaya değil yazmaya cesaret etmek gerek. Yazmak, mesafe kazanmak ve gerçeği inadına tarihe kazımak demek. Unutulmayan, sonsuz bir şimdiki zaman tarihini. Cesaretimiz var mı? Geniş zamanda hayat, insanın varlığına aradığı anlamın diğer adı. Ve bir ânın, bir günün, senelerin, bir ömrün sonunda hepimizin hakkı.
 
—–
Kapak Görseli: Michal Jarmoluk (Pixabay)