Gerçekle ve barışla kopan bağlar

Tahir Elçi’nin öldürülmesi, Türkiye’nin yakın dönem kaderini şekillendirecek süreçlerin işaretini veriyor…

SEZİN ÖNEY

04.12.2015

Tahir Elçi’nin öldürülmesi, Türkiye’de siyasetle ilgilenen herkesin hayatında da, siyasi tarihimizin kendisinde de trajik bir dönüm noktası. Hrant Dink cinayetinin yarattığı tepkiden sonra, her türlü olumsuzluğa rağmen, “bir daha faili meçhul politik cinayetler dönemi yaşanmaz kanaati” hâkim olmaya başlamışken, Elçi’yi aramızdan alan cinayet gerçekleşti.

Cinayet, siyasetle ilgilenen herkesin hayatında dönüm noktası dedim…Bu yaşananın, çok fazla ilgilenmeyenler üzerinde de büyük etkisi olacak.

Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, çok sembolik bir isim. Onun, bu şekilde öldürülmesi ve cinayetine uzanan süreçte gerçekleşen ama tesadüfi, ama kasti gerçekleşen olaylar, Türkiye’nin yakın dönem kaderini şekillendirecek süreçlerin işaretini veriyor.

Önce Tahir Elçi’nin kendisiyle başlayalım. Neden sembolik önemi büyük?

Bunları yazarken bir an duraksıyor; ama inanamıyorum böyle bir cinayetin gerçekleşebildiğine-Türkiye’nin hâlâ karanlık, “araştırılamaz” siyasi cinayetleri yaşayabildiğine…
Tahir Elçi, neden sembol dedik…

Her şeyden önce, toplumun en diplerinden, en imkânsız koşullardan gelip kendini yetiştiren, önemli insan hakları davalarında görev alan, fikrine başvurulan kıymetli bir hukukçu. Elçi, hukukçu olarak mücadele verdiği ihlallerinin mağdurlarından da; ağır işkencelerden geçmiş, insan hakları ihlalleri nedir bizzat yaşamış bir insan. Ama bu mağduriyetine rağmen, yaşadıklarını bir “intikam vesilesi” haline getirmemiş biri Elçi; hep yasaların çerçevesindeki adaleti ve hukuk çizgisini savundu zira…

Cizre doğumlu bir Kürt olarak ömrünü geçirdiği coğrafyada, bizzat kendisinin yaşadığı, çevresindekilerin yaşadığına tanık olduklarını mesele etti.  Ama; koca bir ama… Mesele ederken, kendisine nakledilen işkenceler, faili meçhuller, yargısız infazlar, kaçırmalar-kaybetmeler, yerinden etmeler gibi vahşet dolu olayların hesabını, hep insan hakları mücadelesi yoluyla, hukuk kanalıyla sormaya çalıştı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdüğü ve Mahkeme’de Büyük Daire’ye kadar çıkan 35 kadar davasının hemen hepsi, bu konular üzerinedir.

Yalnız Elçi değil, ondan önce gelen ve onunla beraber yetişen, bugün 30, 40, 50’li yaşlarında avukatların başını çektiği bir topluluk, Diyarbakır ve çevresinde insan hakları mücadelesi verdi; veriyor. Yani kendi varlığı ötesinde, çizgisi de sembolik; kendisi ötesinde bir şiddete karşı bir siyasi duruşu temsil ediyor.

Güvenilir bilgi kaynağı

Temmuz sonu itibariyle, PKK ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmaların başlamasıyla, sokağa çıkma yasaklarının birbiri ardına konup durduğu günler yaşandı Cizre, Derik, Lice, Nusaybin, Silvan’da, hatta Diyarbakır’ın merkezindeki Sur’da. Ve tabii, bölgedeki daha nice yerde…

Diyarbakır Barosu ve İnsan Hakları Derneği, Mazlumder, Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi örgütlerin titiz ve özverili çalışmaları olmasa, bu kurumlar yaşananları belgelemese, sivil can kaybı ve yaralıların sayısını, olup biteni kayda geçirip nakletmese, tam tabloyu bilemeyecek, karanlıkta kalacak, “orada neler oldu, oluyor” sorusuna bir cevap bulamayacaktık. Geçmişte de, bölgedeki insan hakları örgütleri ve barolar, güvenilir ve düzenli bilgi akışını sağlayan başlıca kurumlar olmuştu ve bu gelenek şimdi de sürüyor.

Belgeleme; güvenilir veri sağlama yoluyla bilgilendirme çok hayati; siyasi bir çizginin temsilcisi olmadan, tarafsızlığını koruyarak bilgi aktaran kanallara, kurumlara herkesin çok ihtiyacı var. Hatta orada çatışma içinde olan güvenlik bürokrasisinin, devletin de, bu tarz “temiz bilgiye” ihtiyacı var. Bu olmazsa, kulaktan kulağa yayılan doğruluğu tartışmalı “kirli bilgi” ortalığı kaplıyor;  objektif biçimde işini yapmaya çalışan gazetecileri dahi yanıltan bilgi kirliliğinden bahsediyorum.

Dahası…

Elçi’nin de aktif bir üyesi olduğu, “insan hakları camiası” olarak adlandırabileceğimiz bu hak savunucuları grubu, hukukçuların yanı sıra,  eczacılardan doktorlara, iş dünyasından akademisyenlere dek uzanan çok geniş bir yelpazeden insanları bir araya getiriyor. Tabanla diyalog açısından suni biçimde oluşturulacak tüm “akil heyetlerden” daha güçlü sosyal temellere dayanan bir diyalog kanalı oluşturuyor bu kesim.

Bu insanlar, yıllardır, işlerinden güçlerinden arttırdıkları zamanları, 1990’ların hak ihlallerinin üzerinin kapanmaması için mücadeleye ayırmış, genci yaşlısı, oldukça geniş yelpazeden bağımsız bireyler.

Bir de, Diyarbakır Barosu geleneği var; bu baro 1990’ların karanlık döneminde yaşanan hak ihlallerini, “bir daha asla” benzer şeyler yaşanmaması ve o dönemin mağdurları için adaletin yerini bulması için dava konusu yapmayı bir gelenek haline getirdi. Tahir Elçi de, hem Baro Başkanlığı esnasında hem de öncesinde, 1990’ların peşini hiç bırakmayan bir isimdi.

Ancak, onun canını alan cinayetten önce, bu davalar öldürüldü; üstelik de, son aylarda üst üste gelen yargı kararlarının dosyaları bir bir kapatması yoluyla. Yani, Elçi’nin hak aramak ve hesap sormak için sarıldığı kurum olan yargı vasıtasıyla.     

Adalet yoluyla hak arayan son nesil?

Adalete, hepimiz güvenmek zorundayız. Eğer, yargı yoluyla gelecek adaletin yokluğuna, imkânsızlığına yönelik bir inanç yerleşirse, Kürt Sorunu’nun barışçı çözümü ile ilgili umutlar da biter. Geriye sadece şiddet kalır.

Çok ironik bir durum var; aslında “barışa” ulaşma yolunda, adı dahi geçince ürperten 1990’lar eldeki en önemli bağlantılardan. Bu dönemin “gerçekleri” ile yüzleşilirse, Kürt Sorunu’nun çözümü yolunda da büyük bir adım atılmış olur. 

Mesela, medyada, “JİTEM’i bilmem, Fransızca ‘seni seviyorum’ demek olan  ‘Jö tem’i bilirim” sözlerinin sarf edildiği dava olarak magazinsel yönüyle ön plana çıkan “Temizöz ve Diğerleri” davasını ele alalım. 6 Kasım’da bu dava öldürüldü malum;  1993-95’te Cizre’de gözaltında “kaybedilen” veya infaz edilen 21 kişinin davası da, “faili meçhul” oldu.

Cizre İlçe Jandarma Komutanı, emekli Jandarma Kıdemli Albay Cemal Temizöz, eski Cizre Belediye Başkanı ve korucubaşı Kamil Atağ, Kukel Atağ, Tamer Atağ, Adem Yakin, Fırat Altın (Abdulhakim Güven), Hıdır Altuğ ve Burhanettin Kıyak, Eskişehir’de görülen davada beraat ettiler. Temizöz, son duruşmada şöyle dedi:

“Yıllarca terör örgütleriyle mücadele ederek tehditleriyle yaşadım. Algı operasyonunun başında Soros kaynaklı vakıflar vardır, İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi. Bunu emsal kılıp terörle mücadelede başarılı olanların üzerine çullanmak istediler, itibar infazı yaptılar. Raporlarını açıklayıp HSYK'ya Adalet Bakanlığı'na gittiler. Kör kuyuları restore ettiler, belgeseller çektiler. Ben Cizre'yi Cizrespor’un huzurla maç yapacağı şekilde bıraktım. Kimsenin düşünmediğini yaptım. Polisin sorumluluğunu aldım. Üstün cesaret ve feragat madalyam bu davayla idam ipi gibi boynuma dolandı. Bütün tanıklara ‘Toplama tanık’ diyorum. Koro halinde ‘Korkuyorum, bıraksanız bizi öldürürler’ diyorlar”.

Emekli Kıdemli Albay Temizöz’e göre, dava tamamen hayal mahsulü. O, sadece devletine hizmet etmiş. Diğer yargılananlar da benzer kanaatte.

Bir tarafta iğneyle kuyu kazar gibi toplanan kanıtlar, deliller, “gerçek”; diğer yönde tüm bu dosyaların düzmece olduğunu öne süren ve yargının onayladığı “gerçek”.

Birbirine taban tabana zıt, iki “gerçek” ile nasıl çözeceğiz sorunları?

Hakkâri Yüksekova-Aşağı Ölçek’te, Nisan 1995’te, “canavarca his ile veya işkence ve tazip ile kasten öldürmeden” suçlanan Yarbay Kemal Alkan ile emekli Albay Ali Osman Akın, bu Eylül’de beraat etti.

Silopi’de altı köylünün “kaybedilmesiyle” ilgili yargılanan Emekli Tuğgeneral Mete Sayar, bu Temmuz beraat etti.

Mardin’de 1992-94 yılları arasında 13 kişiyi yargısız infaz etmek iddiasıyla yargılanan Musa Çitil, bu Mayıs’ta, Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde beraat etti; Ağustos ayında da terfi ettirilerek, görev alanı Mardin’i de kapsayan, Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanlığı’na atandı.

Bu iki “gerçek”, yargı yoluyla karşı karşıya artık biraz zor gelecek. Elçi’nin mirasını devam ettiren avukatlar, iğneyle kuyu kazmaya devam edecekler mi? Kaç nesil daha sürecek bu çaba?

Ne acı ki, aslında çoğu zaman mağdurların beklentisi, sadece acılarının varlığının kabul edilmesi…Neyin ne olduğunun açıkça ortaya konması; sadece gerçek. 

Tahir Elçi’nin son günleri…

Tahir Elçi’nin son günleri yeni davalar, medya üzerinden yaşanan polemikler, bunların yarattığı kaygı ve sıkıntılarla geçti…14 Ekim’de, Sedat Peker hakkında, Rize mitinginde yaptığı konuşma nedeniyle, 'halkı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik, suça teşvik ve suçu övme' gerekçesiyle Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Bundan 3 gün sonra, Sedat Peker de, CNN Türk’te yayınlanan bir programda yaptığı açıklamalardan dolayı, Elçi hakkında, “terör propagandasından” suç duyurusunda bulundu.

Elçi cinayeti öncesinde 1990’ların karanlık günleriyle yüzleşmek, faili meçhullerin faillerini ortaya çıkarmak, o karanlığı yaratanlarla adalet önünde hesaplaşmak isteyenler için; mesela Tahir Elçi için, 3-5 yıl öncesinde biraz aralanır gibi olan sis perdesi, yeniden kalınlaşmaya, geçmişi tamamen örtmeye başlamıştı. 

Cinayetin kendisi de sırlarla dolu. “Uzmanlarca” saniye saniye analiz edilen cinayet görüntülerine ilişkin yorumlar, pek çok zihinde sadece derin soru işaretleri doğurdu. Cinayet alanının araştırılamaması, olay yerine giden savcılara yönelik saldırılar, delil yoksunluğu, şeffaflığa yönelik siyasi iradesizlik, sis perdesini iyice kalınlaştırdı.

Şimdi, Tahir Elçi’nin cinayetiyle, elimizde yeni bir kayıp gerçek var. Bu cinayetin ertesindeki, “araştıramamazlık”, “soruşturamamazlık”, gerçeğin tamamen yitip gitmesine, herkesin kendi “gerçekliğine” inanarak, birbirine iyice düşmanlaşmasına yol açacak.

Diyarbakır’ın insan hakları savunucuları, Tahir Elçi’yi kaybetmenin çok ağır üzüntüsünü, büyük sarsıntısını yaşıyor ama ısrarla da vurguluyorlar; “Hak aramaktan, geçmişin hatalarının hesabını hukuken sormaktan vazgeçmeyeceğiz”. Onların dirayeti, verdikleri ilham da, bugünkü sis perdesinin panzehiri… Onlar da vazgeçerse, barışla olan son bağlardan biri daha kopacak. Belki de sonuncusu…