Geriye dönük bir ekleme
Irkçı zihniyetin yeni ötekiler yaratarak varoluşunu sürdürmesinin çok yönlü maliyetinin aşırı ötesi olduğunu söylemeye çalışıyorum.
11.02.2022
“Bütün Musevîler evlerinde bile Türkçe konuşsalar biz bir duygusal doyma dışında ne kazanacaktık? Ticarette bizim başarı göstermemizin yolu, acaba onların yok edilmesi miydi? Bu dövmelerin, ev basmaların anlamı var mıydı?”
Önceki P24 Blog yazılarından birinde, “Görünmez ve sessiz ol. Mümkünse hiç olma” başlıklı yazıda, Vatandaş Türkçe Konuş kampanyasından söz ettim:
“…1920’lerin sonu icat olunmuş bir slogan/mekanizma olarak 1930’lara sarktı. (…) Kampanya, hedef kitlesini kamusal alandan dışlayıcı şekilde uygulanmıştır. Türklük şuuru, genç Cumhuriyet’in coşkusu ve üniversite gençliği enerjisi karışımı ile hareket etmiş kırıcı, rencide edici, incitici olmuştur. “
Yazımın en başındaki alıntı cümleler, o yıllarda yaşayan ve bizzat tanık Hürrem Arman’ın uygulamaya eleştirisi. Arkadaşım Çağla Ormanlar, dedesi Şerif Tekben’in (*) notlarını, mektuplarını, evrak-ı metrukesi’ni bir araya getiriyor, derliyor ve zaman zaman da arkadaşları ile paylaşıyor. Bu paylaşımlardan birinde aşağıdaki takdim notu ile bir anı kitabından alıntı aktardı:
“Hürrem Arman ile dedem Şerif Tekben aynı okul ve sınıftalar, yaşam boyu yakın arkadaşlar: Edirne Muallim Mektebi. Yıl 1928 olmalı. Hürrem amca şöyle yazmış Piramidin Tabanı adlı çok önemli anı kitabında:
Hürrem Arman: ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ savaşında ben dördüncü sınıfta idim. Bu slogan altındaki savaş İstanbul’da, İzmir’de azınlıklara karşı başlamıştı. Edirne’de Musevî vatandaşlar pek çoktu. Ticaret hemen hemen onların elinde idi. Aynı savaş Edirne’de de başladı. Yollara pankartlar asıldı. Musevîler dövülmeye başlandı. Lise ile bizim okul bu savaşın öncüleri idi. Edirne Valisinin aldığı güvenlik tedbirlerini aşacak düzenler bulunuyordu. Bizim okuldan ve Liseden Musevî mağazaları önlerine nöbetçiler dikildi. Bunlardan alışverişe gelenleri çeviriyorlardı. Okuldan kaçarak lobutlarla Musevî evleri basılıyordu. Karakollara, mahkemeye giden arkadaşlarımız vardı. Bizim Recep (Gürel) de bunların içinde idi. İlköğretim müfettişi Halit (Berk), Valiyi ağır sözlerle yeren bir telgrafının İstanbul gazetelerinde yayınlanması üzerine kahraman olmuştu. Bir süre sonra Tekirdağ’a sürüldü. Bu olay terörü daha da arttırdı. Öğretmenlerimizden de teşvik görüyorduk. Özellikle, şöven bir milliyetçi olan müzik öğretmeni Ahmet Yekta Bey olayı açıktan destekliyor, hatta arkadaşları kışkırtıyordu.
Faik’le bu konuda tartışıyorduk. O, bu savaşı ulus aşamasının zorunlu bir gereği sayıyordu. Ben aynı fikirde değildim. Evet Musevîler bize göre çok üstün bir yaşayışa kavuşmuştu. Ticaret onların elinde idi. Dilencileri yoktu. Ama bütün olanaklar bizim elimizde olduğu halde niçin bu böyle idi ve terörle ne yapılmak isteniyordu, ne sonuç alınabilirdi? Bütün Musevîler evlerinde bile Türkçe konuşsalar biz bir duygusal doyma dışında ne kazanacaktık? Ticarette bizim başarı göstermemizin yolu, acaba onların yok edilmesi miydi? Bu dövmelerin, ev basmaların anlamı var mıydı? Bunlara insanca, bize yakışır davranışlar denilebilir miydi? Bunları düşünüyor ve sadece Faik’le konuşuyordum. Yoksa ben de dayağı yerdim. Bir süre sonra Edirne Valisi alındı, savaş tavsadı ve herşey eski haline döndü.”
Hürrem Bey, doğru sorular soruyor. Muhtemelen benzer soruları soran başka insanlar da var o yıllarda. Fakat belli ki dönem sert, baskıcı. Herkes sadece kendi Faik’i ie konuşabiliyor (yazıda adı geçen Faik kim bilmiyorum. Anı kitabını bulup okumam veya Çağla’ya sormam lazım). Yakınınız olmayan birileri ile konuşmak riskli bir dönem ki, Hürrem Bey, sopa yeme ihtimalinden söz ediyor. Genç Cumhuriyetin eli sopalı.
“O zamanlar iki İspanyolca konuştun mu hemen kalkardı eller havaya, ‘Heeeeyyy Madama, Mösyö! Türkçe konuş vatandaşşş!’ diye. Ya da arkasında sopa tutar sallardı böyle insanın üstüne üstüne. Zordu o zaman, bilmezsin birçok kelime ne demek Türkçe’de. Şimdi sen söyle börekas’ın Türkçesi nasıl söylenir? O börekastır işte. Börek değil ki. Börek denen tespide olur. Börekas tektir.” (Madam B., Avlaremoz.com, Işıl Demirel)
***
Geçen yüzyıl geçmiyor bence. Geçmiş, geçmişte kalmıyor. Geçmeyen bazı şeyler var. Yoksa neden, 2022’de her yer yanık kokarken dönüp de yüz sene öncesinden bugüne tanıklıklar taşıyayım?
Hürrem Bey ve Madam B.’nin sesleri, düşünceleri kaybolmasın istedim. Irkçı -veya nasıl adlandırırsanız adlandırın- zihniyetin ve onun taşlaşmış halinin yeni ötekiler, hedefler, düşmanlar yaratarak varoluşunu sürdürmesinin çok yönlü maliyetinin aşırı, hatta aşırı ötesi olduğunu söylemeye çalışıyorum. Ruhları karartıyor. Buna hakkı yok. Fakat elinde zor, cebir imkanları var. Ve bunları “demokratik” görünümlü, seçimli, meclisli, maun masalı, maroken koltuklu vs nesneleri + memurları ile uyguluyor.
“Müessese ikramı” ile kapatıyorum:
“… İttihat ve Terakki’nin elinde bir telgraf, telefon ve yazı makinesi veya mühür, damga ve tura vazifesi, yani cansız ve fikirsiz bir kalıp vazifesi gören V. Mehmet Han’dan ve…” (Refik Halit Karay, “Minelbâb İlelmihrâb”, Aktaran S. Yerasimos, İstanbul 1914-1923, İletişim Yayınları)
İnsan nesne olabilir mi? Oluyor demek ki.
Selam ederim.
—-
(*) Şerif Tekben (1908-1983) Eğitimci. 1938’de İlköğretim Müfettişliğine getirildi. Akçadağ ve Dicle Köy Enstitülerinin kuruluşunda çalıştı, bu enstitülere müdürlük yaptı. Sendikacılığı, dergi yayıncılığı, sol hareket içinde yer almışlığı var. 1947’de Elazığ’a, daha sonra İlköğretim müfettişi olarak Edirne’ye sürüldü.