Gökkuşağına savaş açanlar: Polonya ve Türkiye

En baştan söyleyelim: aslında Türkiye’de de Polonya’da da, kamuoyunun ezici çoğunluğu, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını desteklemiyor.

SEZİN ÖNEY

06.08.2020

Malûm; İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme konusu, Polonya ve Türkiye’de neredeyse eş zamanlı olarak gündemin tepesine oturuverdi. Gerçi, hakkını verelim; Türkiye siyasetinde mesele, Polonya’dan önce gündeme geldi. Daha 31 Mart 2019’daki yerel seçimlerin arifesinde, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme konusu ufak ufak “manşetlik konu” olmaya başlamıştı: O zamanlar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşen bazı “muhafazakâr sivil toplum temsilcileri”nin, İstanbul Sözleşmesi’nin “aile bütünlüğünü tehlikeye attığı” şikayetinde bulunduğu öne sürülmüştü. 

Şubat 2020’de ise, AK Parti Merkez Yürütme Kurulu toplantısında, ilk kez İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması konusu en yüksek ağızdan net biçimde dile getirildi. “Sıkıntıların” AK Parti Yüksek İstişare Kurulu’nda da konuşulduğunu belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, MYK toplantısında “İstanbul Sözleşmesi’ni bir daha gözden geçireceğiz” dedi ve ekledi: “Doğum oranını yükseltecek, teşvik edecek çalışmalar yapmalıyız.”

Polonya’da da Türkiye’de çoğunluk İstanbul Sözleşmesi’nden yana

En baştan söyleyelim: aslında Türkiye’de de Polonya’da da, kamuoyunun ezici çoğunluğu, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını desteklemiyor. Türkiye’de, MetroPOLL’ün Temmuz’daki araştırmasına göre, toplumun % 64’üne yakını, “Hükümetin, kadına karşı şiddeti önlemeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması adımını desteklemediğini” ifade ediyordu. Bu oran, yine Temmuz’da SW Araştırma tarafından Polonya’da gerçekleştirilen bir ankete göre, % 62 idi.

Polonya’da ise, tıpkı Türkiye’deki gibi bir süre “dipten kaynayan” veya daha doğrusu “kaynadığı” iddia edilen, “taban İstanbul Sözleşmesi’ne karşı” iddiaları ortada dolaşıyordu. Sonunda 25 Temmuz 2020’de, Adalet Bakanı Zbigniew Ziobro, İstanbul Sözleşmesi’nin “zararlı” olduğunu ve Polonya’nın en kısa zamanda anlaşmadan imzasını çekeceğini açıkladı. Akabinde, 30 Temmuz’da ise Başbakan Mateusz Morawiecki, Anayasa Mahkemesi’nin Sözleşme’nin anayasaya uygunluğunu denetleyeceğini söyledi. 

İstanbul Sözleşmesi konusunun Polonya’da “ateş topu” gibi Anayasa Mahkemesi’nin üzerine atılıvermesi manidar: Polonya Anayasa Mahkemesi, zaten 2015’te büyük bir siyasi krizin odağı olmuştu. İktidara ezici bir çoğunlukla dönen popülist Hukuk ve Adalet Partisi (Law and Justice/Prawo i Sprawiedliwość-PiS), önceki hükümetin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı atamaları geçersiz saymıştı. 

Liberal Yurttaş Platformu’nun (Civic Platform/Platforma Obywatelska-PO) iktidardayken atadığı beş Anayasa Mahkemesi yargıcının görevden alınması, ülkede adım adım yargının hükümete yakın çizgidekilerle donandığı bir sürecin başlangıcı olmuştu. 2017’ye gelindiğinde, 11 yargıçtan oluşan Polonya Anayasa Mahkemesi’nin 6 hâkimi, popülist PiS hükümeti tarafından atanmış vaziyetteydi. 

Velhâsıl, Polonya’da hükümetin Anayasa Mahkemesi ve bağımsızlığını korumak isteyen hâkimlerle çekişmesi bugüne değin sürüyor. Başbakan Morawiecki’nin İstanbul Sözleşmesi’nin Polonya’daki akıbetini Anayasa Mahkemesi’ne havale etmesini de topu taca atmak olarak yorumlayabiliriz. Daha doğrusu, topu taca atmak ötesinde; bir gün punduna getirip, ülkedeki dindar-muhafazakâr-milliyetçi kesime dönüp; “Bakın, dış mihrakların oyuncağı olan Anayasa Mahkemesi, öz ve aile değerlerimize ters düşen bir anlaşmayı savunuyor” demek için bir fırsat yaratmaktan başka bir şey değil bu hamle.

Sıkı çalışan ağlar

Aslında, Türkiye’de de benzer bir “taca gitme” hâli yaşanıyor: Cumhurbaşkanı Erdoğan’a İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi “gerekçelendiren” bir rapor sunan “Türkiye Düşünce Platformu”nun “mayınlı alana girmişiz, geri çekiliyoruz” açıklaması bu yöndeki işaretlerden biri. Hayrettin Karaman’ın “onursal başkanı” olduğu ve yöneticileri arasında Abdurrahman Dilipak’ın bulunduğu bu platform, yapısı ve oynadığı rol itibariyle Polonya’da Sözleşme’den çekilmenin savunuculuğunu yapan aşırı muhafazakâr enstitü Ordo luris’e benziyor. 

Ancak Ordo luris, “Türkiye Düşünce Platformu” benzeri yapılardan şu açıdan farklı: bu örgüt, Polonya’da hukuki açıdan da etkin ve özellikle muhafazakârlığın hukuka nüfuz edip, kanunları ve yargıyı şekillendirmesine ön ayak olmaya çalışıyor. Ordo luris, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki davalara müdahil olma, AB Komisyonu ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi kurumlarla hukuki konularda muhatap olma gibi çalışmalar içinde olduğunu sürüyor. Oysa ultra-muhafazakâr bu platform, uluslararası kurumların insan hakları alanındaki tartışma ve faaliyetlerine gerçekten de katkı sağlamayı amaçlayan bir kurum değil: tersine, insan haklarını kullanarak aşırı muhafazakâr düşünceyi yaygınlaştırmayı, yasaklar ve kısıtlamalar getirmeyi hedefliyor. 

Ordo luris, 2013’te “radikal Katolik” Peder Piotr Skarga Vakfı tarafından kurulur kurulmaz hızla serpilip gelişti. Bu vakfın kendisi, Polonya’daki “kötülere ve kötülüklere karşı savaştığını” öne sürüyor ve “kökten Katolikçi” bir uluslararası ağ olan “Gelenek, Aile ve Mülk”ten (Tradition, Family and Property-TFP) etkilendiğini ifade ediyor. TFP de, 1960’larda Brezilya’da, kendisini “20. yüzyılın Haçlısı” ilan eden yazar ve din aktivisti Plinio Corrêa de Oliveira tarafından kurulmuştu: tüm bu tarz kurumlar aslında ardına büyük paralar dönen karmaşık bir ilişkiler ağından ibaret. Ama tabanları da siyasi nüfuzları ve ellerinden maddi gücü de kullanarak, duyguları galeyana getiren söylemlerle etkiliyorlar.

Ordo luris’in, “yasaklama” ve “kısıtlama”; hukuku muhafazakâr eksende yeniden biçimlendirme hedeflerine de Polonya çapında oldukça yaklaşabildiği zamanlar oldu. Bu örgütün gündeme getirip lobisini yaptığı ve kürtajı ülke genelinde, “tecavüz” ve “ensest” gibi durumlar söz konusu olduğunda dahi tamamen yasaklamayı öneren bir yasa tasarısı az kalsın kanunlaşıyordu. 

Polonyalı kadınların sert karşı duruşları olmasa, bu tasarı çoktan yasalaşmıştı. 3 Ekim 2016’da “Kara Pazartesi” adı verilen gösterilerde sadece Polonya genelinde değil, Avrupa’nın birçok kentinde de siyahlara bürünmüş kadınların gösteriler gerçekleştirmesi, tasarının rafa kalkmasına neden oldu. Ancak, bu tasarı öncesinde de Polonya, kürtaj bakımından zaten son derece kısıtlayıcı yasalara sahipti; söz konusu “topyekûn yasaklayıcı” tasarı da hala gündeme gelmeye devam ediyor. 1993’ten beri, Polonya’da kürtaj, sadece ensest ve tecavüz söz konusu olduğunda veya hayati bir tehlike varsa gerçekleştirilebiliyor: gündeme Ordo luris’in getirdiği tasarı ise, eğer tıbben ölüm kalım meselesi değilse, kürtaj yaptırmak ve yapmaya hapis cezası getiriyordu.

Cinsiyet savaşları daha yeni başlıyor

Neo-muhafazakâr düşünce ve çevrelerin, popülist hareketlerin tabanı hareketlendirme gücünü kullanarak “taze kan” bulabileceği en bereketli alan, “cinsiyet meselesi”. Kadın hakları ve LGBTT hakları, “aile değerleri”, “toplumun kutsal saydığı değerler” gibi kavramları gündeme getiren popülist siyasi dilin üstten ve Ordo luris gibi büyük maddi imkânlar ile yaygın ağ kurma kapasitesine sahip örgütlerin alttan bastırmasıyla kıskaca alınmaya çalışılıyor.

Polonya’da giderek yayılan “LGBTT’den arındırılmış kentler, kasabalar ve bölgeler” akımı da bu tarz, “cinsiyet savaşı” politikalarının örneklerinden. Bu çerçevede, “aile değerlerini koruyan kanunlar ve yönetmelikler” olarak adlandırılan bazı yasal düzenlemeler, yerel yönetimler düzeyinde yürürlüğe giriyor: sonuç olarak da LGBTT bireyler ve cinsiyet haklarını savunanlarını resmen aforoz ediliyor ve onlara cezai yaptırımlar getiriliyor. “LGBTT’den arındırılmış mekanlar” projesi, Avrupa Birliği ile Polonya arasında da büyük mesele oldu. Öyle ki, AB’den Polonya’ya ilk maddi yaptırım, bu proje üzerinden geldi-bu olayı da başka bir yazıda ele alalım.

Bugün İstanbul Sözleşmesi; dün kadın veya cinsiyet odaklı başka bir mesele, yarın ötekisi… “Cinsiyet savaşları” daha yeni başlıyor.