Gübre kokusu
Hangi çocuk, şehrin ortasında çayırda koşacak, papatyalar arasında ellerinde pisipisi kaydıracak artık? Mümkün mü hiç?
17.07.2021
Bağıran motorların, cayırdayan lastiklerin, tehditkâr damperlerin, küstah füme camların, küfürbaz egzosların âleminde misafir olarak bile bulunamayacak bir kokuydu. Virajı dönerken birden aldım. Bu defa, gülümseme yerine içimin daha rahat olduğu zamanlardaki tebessümlerimi hatırlamakla yetinmedim, sahiden gülümsedim. Umut yüklü telaş içinde bakınmaya koyuldum. Asfalttan umut beklenemezdi, kafayı kaldırdım. Yeşil yamaçlar iniyordu iki taraftan, bariyerlerin dibine. Çimenler gürül gürüldü. Umut vermeseler de karamsarlığı dağıtabiliyorlar. Çocukluğum gülümsüyordu. Somut olayları, anıları, zihnimde yer etmiş görüntüleri değil, her şeyden arınmış olarak ve başka mânâ taşımaksızın, eskiden çocuk olduğumu hatırladım.
Tıpkı geçenlerde, hali vakti yerinde insanların yaşadığı bir sitedeki yeşil alanda papatyalarla karşılaştığımda hatırladığım gibi. Onlara rastladığımda çok şaşırmıştım. Hâlâ buralarda barınabilmeleri mucizeydi, bana sorarsanız. Soykırıma uğramış veya göçmüş olmalıydılar. Gübre kokusunu da yanlarına alıp.
Bize uçsuz bucaksız görünen çayırın her karışında gelişigüzel uzamış yeşil çimenler ve aralarına karışıp kendilerine ait şenlikli bölgeler yaratan papatyalarla birlikte, ellerimizin arasına alıp bir karanlık oyuğa kapattığımız, avuçlarımızı birbirine sürttüğümüzde ilerleyerek parmaklarımızın ucundan dışarı uzanan pisipisilerdi, çayırın yerlerinden kıpırdamayan sakinleri. Bazen birden orada beliriveren koyunların tane tane, bir-iki ineğin öbek öbek bıraktıkları dışkılarıysa, kendileri kıpırtısız, ama üstlerine çektikleri sinek çeteleriyle ortamı hareketlendiren, kurtulunması gereken asalaklardı gözümüzde. İnekler biz şehir çocuklarını yanlış yönde eğitir, gübre kokusuna alıştırırlardı.
Şehrin henüz tenha yöresindeki mahallemizde evlerin bahçeleri vardı. Dut ağaçlarıyla bezeli “dağ”ımızın eteğiyle mahallemizin üzerine kurulduğu tepe arasında ufak bostanlar ekilip sürülüyordu. Bunca yıl sonra, gübre kokusunu bostanlarla, bahçelerle değil, çayırla birlikte hatırlamıştım. Bariz eğimine rağmen maçlarımızı yaptığımız, engebeli, tümsekli o geniş yemyeşil diyarla birlikte. Bazen geceleri sucuk kızartıp ekmek arasında yerdik orada. Evlerden izin ve para koparabilirsek. Çünkü, takdir edersiniz ki, mutfakta güzelim yemekler pişiyorken ne diye beceriksizce yaptığımız sucuk-ekmeği yediğimizin ailelerimize mâkûl gözüken izahı yoktu. Gece kendilerini göstermeseler de papatyalar, pisipisiler de oradaydı.
Peşimde araba olmadığını fark edince yavaşladım: viraj çabuk bitmesin. Hiç kısa sayılmayacak ömrümde pek nadiren olduğu üzre, bana asla geri gelemeyecek şeyleri hatırlatan bir işgüzar tetikleyici beni yaşadığım ana yabancılaştırmamış, hüzün bulutunun göz gözü görmez merkezine itmemiş, yıllar geçtikçe çeşitlenen yoksunluk ve pişmanlığın akrabalarıyla can sıkıcı sohbete sürüklememişti. Söyledim ya, gülümsüyordum, motoru yana yatırmış, viraj boyunca ilerlerken. İki yanım yemyeşildi. Papatya yoktu. Pisipisi yoktu. Gübre kokuyordu.
Şehirde doğup büyüyen bir çocuktum. Kaldırımlarına dikili akasyaların şenlendirdiği sokaklarda, rengârenk bahçelerin yanyana sıralandığı mahallede yaşadım. Gübre kokusunu bu kadar kendime ait kılmış olmamın mâkûl izahı yok. Çiçeğin çok, ağacın bol oluşu sanırım buna yetmez.
Papatyalar ve pisipisilerle, renkli, desenli, irili ufaklı bahçe örümcekleri ve çeşit çeşit kelebekle, kertenkelelerle, pervazlara, balkon kenarlarına konan kaplardan beslenen kuşlarla birarada yaşıyorduk. Kimimiz onlarla iyi geçiniyordu, kimimiz hainlik ediyordu. Bostancının oğlu, fazla şahsî oynaması ve çalım meraklısı olması dışında, mâkûl çocuktu. Topun üstüne basıp çekerek rakibin hamlesini boşa çıkarmaya bayılırdı. Bunu her maçta elli kere yapmasa o kadar gıcık olmazdım muhtemelen.
Çocukken etrafımda bulunan her şeyi dünyanın olağan varoluş haline ait sayıyordum, tahmin edeceğiniz üzre. Ve bunların arasında gübre kokusunun özel yeri yoktu. Lâkin belediyenin belli ki henüz yenilediği yol kenarı “peyzaj”ının çimenleri için dökülmüş gübre, bakmadan geçemeyeceğim eski bir fotoğrafı gözümün önüne uzatır gibi, kokusunu üstüme salıverdi; tam virajı dönerken. Ve artık rastlaşamadığımız papatyalarla pisipisilerin yemyeşil âlemini hayalime seriverdi.
Virajda yatmış ilerledim, hikâyenin acıklı kısmına ulaştım. Gübre kokusunun hatırlattığı, gülümseten ayrıntılardan ibaret değildi. Aksine, bunlar ne kadar çoğalır, ne kadar netleşir, renklenirse o kadar derinleşen kayıp duygusunun pençesine attı beni. Pençeyi yeyince, olayın benim bireysel hatıralarımdan ibaret olmadığını anladım. Kaybedilen çok daha büyük şey. Birey halimle taşıyamayacağım bir yük. Hangi çocuk, şehrin ortasında çayırda koşacak, papatyalar arasında ellerinde pisipisi kaydıracak artık? Mümkün mü hiç? Google’da pisipisi arayan okurlar geliyor gözümün önüne. Büyük kararlar verildi, iptal edilemeyen; büyük tercihler yapıldı, geri alınamayan. Çoğu zaman da sürüklenildi; bir vaadin peşinden koşarken neler safra sayılıp atıldı, çoğunu hatırlamıyoruz bile.
Çayır artık yok. İddialı, şımarık, küstah binalar yapıldı oraya. Mahalle, gösterişli olsunlar diye eklenmiş ayrıntılarıyla sahiden çok çirkin gökdelenlerle sarıldı. Aralarında eziliyor. Bahçeli, tek, en çok iki katlı evlerin yerinde, birbirleriyle uyumsuz -çünkü hepsi “unique”- şirket binaları sıralanıyor. Yıllar önce belediye, beş kat izni çıkararak mahalleyi öldürdü, mirasını dağıttı. Dut ağaçlarıyla dolu “dağ” mı? Yer bulabilmenin çok zor, çok pahalı olduğu, tıkabasa dolu mezarlık onun önce üzerine uzandı, sonra yamaçlarına yayıldı. Mahalleye giriş-çıkış yolları iki ayrı yokuştu, kar yağdığında dik yokuşlardan mahalleye araba girip çıkamaz, bu “pistler” çocuklara kalırdı. Şimdi girişte trafik lambaları, levhaları var. Yeşil yanmadan giremezsin.
Gelişmeyi kaçınılmaz bulabilirsiniz. Haklısınız. Lâkin bu gelişme değil ki!
Bir daha verilmemek üzere elimizden alınan, öyle papatya-pisipisi romantizmiyle nostalji fındık fıstığı yapılacak ufak ayrıntılar değil. Başka türlü yaşamayı mümkün kılabilecek şeyler, yitirdiklerimiz.
Bugün yeryüzünde insan varoluşunun olağan halini nasıl tarif ederiz? Nasıl edersek edelim, bu tarifte çimenlerin, papatyaların geçmeyeceğinden, hiçbir vesileyle gübre kokusunun bunu hatırlatmayacağından emin olabiliriz.
Çok mu mühim pisipisiler? Avuçlarını sürteceksin de, aralarındaki pisipisi ilerleyecek, pöh! Her yer papatya ve pisipisiyle dolsa, telefonu elimizden bırakamayız ki bunlara uzanmak için. Papatyaların fotoğrafını çekeriz belki.
Hem internetimizin olması hem de çayıra serilmemiz imkânsız mıydı? Değildi tabiî. Ama ne yapacağımıza biz karar veremiyoruz.
Gübre kokusunun beni götürdüğü yer, çocukluğumdan ibaret değildi. Kavuşulması imkânsız geçmişten ibaret de değildi. Hiçbirinin toprakla özel ilişkisi bulunmayan insanların arka bahçelerindeki meyve ağaçları, bol verdiklerinde komşulara gönderilen meyveler, kümesler, ortalıkta dolaşan tavuklar, horozlar… Bunlar “Gazeteciler Mahallesi” adı taşıyan bir yerde vardılar. Mahalle sakinlerinin hemen hepsi gazeteciydi ya da gazetelerde, idarî işlerde çalışan kimselerdi, yayıncıydı, yazardı, çizerdi. Orayı onlar kurmuşlardı zaten. Bizim arka bahçemizde üç meyve ağacımız vardı: elma, şeftali, vişne. Herkesin kümesi yoktu. Papyon takan, arabası olan da vardı.
Papatya, pisipisi, çimen, akasya ağacı, dut ağacı, kümes ve bahçe örümceğinin yeraldığı sahneyi bana neden gübre kokusu hatırlattı, çözemeyiz. Ama ne kaybettiğimizi pekâlâ biliriz. İş, niye kaybettiğimizi anlayabilmekte. Mânen kısırlaştırılmaya ve birörnekleştirilmeye direnebilirsek belki bunu başarabiliriz.
Viraj bitti. Motoru düzeltip gazladım. Trafikte sıkışmış arabaların arasından geçerken gübre kokusunu geride bıraktım. Dönsem yine bulur muyum, bilmiyorum.