Hafiflik hayali, huzursuz vicdan, çalışma acısı
Tatil = deniz algısını sorgulamaya çalışıyorum. Denizi olmayanların tatil biçimlerine karşı adalet duygusuyla. Duygusalımdır ben.
16.07.2022
“Yaz ayları tatil aylarıdır, hafif konular yazılır çizilir” şeklinde bir kabul var. Emin değilim. Fakat sorun çıkarmayacağım. Bu nedenle Sayfiye, Hafiflik Hayali adlı, çok yazarlı derleme kitaptan cımbızlama yöntemi ile alıntılar takdim edeceğim. Kamu yararına bir hizmet olarak kabul edin lütfen:
“Sayfiyenin sözlük anlamı: Yazlık, yazlık ev, yazın yaşanacak yer. (…) 19. yüzyılda Almanca Grimm Sözlüğünde gayet dakik bir tarifte bulunmuşlar: ‘Şehirlilerin tattığı kır hayatı zevki.’ (…) Yeni çağda, kışlık saraydan yazlık saraya tedbil-i mekan etmek, yaşama zevkinin bir parçası haline geldi. Bu zevki aristokrasiden burjuvazi devraldı. Onların sarayları yoktuysa da, otellere, pansiyonlara gidiyordu. Turizm denen ‘şey’, böyle başladı aslında.” (Aksu Bora, Tanıl Bora, Sunuş yazısından)
***
“(…) Tanzimat’tan önceki devirde devlet erkânı ve ricali, İstanbul ayan ve eşrafı, diledikleri anda kışlık konaklarından yazlık yalı ve köşklerine taşınamazlar ve yalılarından köşklerinden de diledikleri zaman kışlık konaklarına dönemezlerdi. Yazlık ve kışlık göçleri, her yıl, havaların icabına uyularak hükümet tarafından bildirilirdi.” (Mehmet Ö. Alkan, “Osmanlı’da Sayfiye’nin icadı”)
***
“Erdek, orta sınıfın tatil anlayışının artık kapanmış olan klasik döneminin kalan son temsilcilerinden biridir. Zaman karşısındaki nisbi kayıtsızlığı da bu halini inatla sürdürmesine büyük katkı sağlar. Çünkü Erdek’te zaman fark edilemeyecek kadar ağır geçer. Birkaç değişiklik, birkaç makyajlama, tek tük franchise’lanma dışında hemen her şey, son kırk yıldır onu bulmaya alışık olduğumuz yerde durur. (Mahir Ünsal Eriş, “Sayfiye yıldızından taşra kazasına: Erdek”)
***
(Hazar Gölü’nden) “…dört mevsim boyunca en çok yararlananların Elazığlılar ve Diyarbakırlılar oluşu, iki yakın ama farklı kültürün gölün iki ayrı yanına yayılmasına da yol açmış.
Elazığ’dan gelenler daha çok mutaassıp, muhafazakâr bir sayfiye üslubunu benimserken, Diyarbakır’dan gelenler genellikle daha dışa dönük, rahat ve Batı tarzında bir sahil kültürüne yatkındır denilebilir. Yani bir yandan daha çok ‘yayla evi’ denilebilecek bir yararlanma tarzı, diğer yanda bunla birlikte ‘deniz kıyısı/plaj kültürü’nü yaşayan bir tarz.” (Sedat Yurtdaş, Diyarbakır-Hazar: “Göl olmasa buralarda yaşayamam.”)
Yazara göre Hazar Gölü’ne (Elazığ ve Diyarbakırlılar kadar olmasa da) Bingöl, Malatya, Dersim, Batman, hatta Mardin’den de gelenler olurmuş. Hazar’ın sayfiye yeri olarak kullanımına yakınlık duydum. Tatil denince akıla ilk gelenin Ege ve Akdeniz olması koşullanmasını kırabileceği nedeniyle yakınlık duydum. Deniz, kumsal tatilcilerini eleştirmiyorum. Tatil = deniz algısını sorgulamaya çalışıyorum. Denizi olmayanların tatil biçimlerinin ikincilleştirilmesine karşı, adalet duygusu ile yapıyorum. Duygusalımdır ben.
Huzursuz vicdan
Sayfiye alıntılarına ara verdim, haberlere göz attım. Mardin Dargeçit ile ilgili haberleri okudum: “Dargeçit JİTEM Davası’nda, gözaltına alınan 3’ü çocuk 7 sivilin katledilmesine ilişkin 18 sanık hakkında ‘delil bulunamadığı’ gerekçesiyle beraat kararı verildi.” (Basın)
“Mardin’de 1995 ve 1996 yıllarında üçü çocuk sekiz kişinin gözaltında kaybedilmesiyle ilgili yargılamada, dönemin jandarma tabur komutanı dahil 18 sanık beraat etti.” (Basın)
İki haber arasında katledilenlerin toplam sayısına dair 1 kişilik bir fark vardı. Farkın sebebini merak ettim. Sayfiye, Hafiflik Hayali alıntılarından vazgeçtim, 1 kişilik farkın peşine düştüm. O farkı, Umur Talu’nun yazısında buldum:
“6 Mart 1996: İddiaya göre, Jandarma Karakolu’nun ‘huzursuz vicdanı’ denebilecek Uzman Çavuş Bilal Batır, kayıplardan birinin ailesine 57 yaşındaki Süleyman Seyhan’ın öldürülüp atıldığı yeri söylemişti. Kaybın cesedi orada, elleri arkadan bağlı, kafası koparılmış, yanmış bulundu. Uzman Çavuş’un polise de ihbarda bulunduğu söylendi.
Ertesi günler: Uzman Çavuş Batır da kayboldu. Defalarca karakola gelip arayan karısına, Komutan ‘Firar etmiştir’ dedi. Yıllar sonra bir ‘tanık’ onun da öldürülüp kazana atıldığını söyleyecekti. Biri 2.5 yaşında, biri 4 aylık iki çocuğu vardı.” (“Hakikatten ve adaletten menedilen çocuk kemikleri”, Umur Talu, Gazete Duvar)
Haberi “3’ü çocuk 7 sivilin katledilmesine ilişkin…” şeklinde sunan arkadaşlar, Uzman Çavuş Bilal Batır’ı üniformalı olduğu için sivil sayısına dahil etmemiş olabilirler. Bence Batır, Umur Talu’nun tanımıyla “huzursuz vicdan” olarak içeriden sivildi.
“Bu çocuk sınıf arkadaşım”
Talu’nun yazısında bir detay daha vardı. Çocukluğa dair bir detay :
“13-14 yaşındaki Seyhan ile 9 yaşındaki kardeşi Hazni, bölgedeki bir ‘öğretmen kaçırma’ olayından dolayı gözaltına alındı. Başka yakınları ve arkadaşları da. Aralarında 12 yaşında Davut da vardı. (…) Birkaç gün sonra 9 yaşındaki Hazni eve döndü. ‘İşkenceyi, askıya asılanları’ anlattı. Dediğine göre ‘ağabeyi Seyhan askıya ters asılmıştı.’ Anlatıldığına göre, Hazni de askıdayken bir komutanın çocuğu görmüş, ‘Bu çocuk sınıf arkadaşım’ deyince serbest bırakılmıştı!”
“Bu çocuk sınıf arkadaşım” ifadesi beni çarptı. Hâlâ cümlenin önünde duruyorum ve çocukları sınıfta öğrenci halleri ile görüyorum. Aynı okul, aynı kara tahta, aynı sıralar. Çocuklar oturmuş, biri komutan çocuğu diğeri yerli malı. Yerli malı çocuk, abisini Filistin askısında görüyor. Askıyı kendisi de tecrübe ile görüyor. Sınıf arkadaşının hatırına kurtuluyor.
Askıdaki abi öldürülüp bir kuyuya atılıyor. Komutanın çocuğu ve Hazni hayatta. 1995-96’da 9 yaşında iseler, şu an 35/36 yaşlarındalar. Komutanın çocuğu şimdilerde ne yapıyor acaba? Hatırlıyor mu? Unuttu mu? Tatilde midir? Hazni nerede, keyfi kederi nedir?
İnsan bu soruları içinden geçiriyor. Dışarıdan bakan biri sessizliğimi görür. Sessiz duruşun piri anneannem idi. Radyoda ne zaman bir deyiş çalsa, işaret parmağı dudaklarının üstünde, sessizce dinlerdi. Ben yerinde duramayan bir çocuktum fakat durur anneannemi izlerdim. Çok sonraları yetişikinliğimde öğrendim, anladım, o susuşun içinde neler barındırdığını.
“Çalışma acısı”
Zulümün verdiği acı, zulüme tanık olanı suskun kılıyor. O suskunluğun bir iç sesi var. İnsan o sesi bedeni ile taşıyor. Acının beden ile taşınmasının bir biçimine geçeceğim. “Çalışma acısı” kavramı ile geçeceğim. İlk bakışta konuyu dağıtıyormuşum gibi görünecek. Bence değil. Çukur aynı çukur.
“Çalışma acısı kısaca çalışma koşulları ve iş kaynaklı, insan vücudunda, fiziğinde ve ruh sağlığında meydana gelen ıstırap ve acı demek. İlk Fransa’da üretilen bir kavram. 1970’li yıllardan sonra neoliberalizmin kurumsallaşmasıyla beraber özelleştirmeler, performans yönetimi, toplam kalite yönetimi gibi kelimeler işçilerin hayatına girmeye başladıkça Fransa’da işçiler ruh sağlıklarını ve fizyolojik sağlıklarını kaybetmeye başlıyorlar. İşçiler, Nanterre şehrinde bakım merkezine başvuruyorlar. Orada Marie Peze isimli bir psikolog var. Peze doneleri çok akıllıca bir şekilde topluyor ve bu insanların kol ağrısının, depresyon, bunalım ve travma sonrası stres bozukluğu gibi semptomlarının tamamen işyeri kaynaklı olduğunu fark ediyor. Bunu ‘çalışma acısı’ olarak kavramsallaştırıyor. Fransa’da bu konuda uzmanlaşmış çok sayıda doktor var. Fransızca’da ‘çalışma acısında uzmanlaşmış hekimler’ olarak geçiyor. Fransa’daki bir işçi, bu konuda uzman bir doktora gidip bu acıyı kayıt altına aldırabiliyor.” (Uğur Şahin Umman ile Çalışma Acısı: Emek ve Eziyet Deneyimleri adlı kitabına dair söyleşi, Günsu Durak, Gazete Duvar)
“Hafiflik hayali” alıntılarına geri dönmeyeceğim. Niyet etmiş idim fakat hayat izin vermedi, nakıs teşebbüs olarak kaldı. Çorlu tren kazasındaki Barselona formalı çocuğun anasının sözleri ile bağlıyorum:
“Oğlumun mezarı başında fotoğrafımı çeken emniyet görevlisini oraya gönderen amir, güç, sistem…Nasıl (!?) çekebildin mi acının fotoğrafını? Ne gördün acıdan başka ne? Sisteminiz batsın!” (Mısra Öz)
* Sayfiye, Hafiflik Hayali, İletişim Yayınları.
* Kapak görseline dair yazarın notu: Yeşilgöl, Erzincan. Munzur silsilesine ait Mercan Dağları. Haziran ayında dağ, yayla yürüyüşlerinden bir kare. Fotoğraf: Alican Aslan.